Geçtiğimiz ay, İtalya Fransa sınırında, Briançon — Clavières hattında yaşanan mülteci akınlarını gözlemlemek ve burada oluşan mülteci dayanışmAsına katılmak üzere sınır boylarında uzun bir yolculuk yaptım.
Gözlem ve deneyimlerimi sizlerle bölümler halinde yayınlayacağım bir yazı serisi ile paylaşmak istiyorum.
2 | Sınır boylarında • Irkçı bariyerler ve dayanışma
Griye çalan bir gökyüzünün parçalı bulutları altında, görkemli Alp dağlarıyla çevrili bir vadide yeşili ikiye bölen siyah bir asfalt yolda, çakar çakmaz otomobilimizle ilerliyoruz…
Bir ağaç tüneline girdiğimizde, başımı cama yaslayıp tıpkı bir film şeridinde hızla ve ahenkle geçip giden ağaçların o büyüleyici geçidini izliyorum… Bir süre sonra Kulli arka bagajdan sıyrılıp, özlemle yanıma sokuluyor. Başını göğsüme yaslayıp bir süre öylece bana eşlik ediyor. Arada yüzümü yalamayı da ihmal etmiyor tabii. Meğer pek özlemişiz birbirimizi…
Yağmur çiseliyor…
Kararan
parçalı bulutlu gökyüzü,
birdenbire
dolu dolu
hüngürleyerek,
şimşek şimşek
ağlamaya başlıyor…
CD çalarımızdaki o hüzünlü roman şarkısı ve alp dağlarının silüetlerine düşen şimşekler eşliğinde, çılgın bir yağmurla sarmaş dolaş yolumuza devam ediyoruz.
Hep derim ya, “ben bir yağmur adamım, gittiğim yerlere yağmur taşırım”. İşte yine sırılsıklam yağıyorum. Bardaktan değil, Alp dağlarından süzülerek boşalıyorum… Başım, sert yağmur damlalarının dövdüğü cama yaslı, yol boyu hızla akıp geçen beyaz yol şeritlerine bakıyorum, bakıyorum dalıyorum…
Kekou’nun,“Hey Camarade! işte Briançon! ” seslenişiyle uyanıyorum. Yağmur geçmiş, güneş gelmiş…
Altın ışıklı bir Briançon vakti, şırıl şırıl akan bir ırmağın kıyısında, sırt çantalarımız, uyku tulumlarımız, battaniylerimiz ve yiyecek erzakımızla birlikte çakar çakmazımızdan salkım saçak iniyoruz… Kulli, “kılavuzunuz benim beni takip edin” der gibi önden gidiyor yine… 2016’da Navarra dağlarına katır ve eşeklerle yaptığımız o uzun ekoyolculukda olduğu gibi, yolu koklayarak önden gidiyor.
Briançon, yüksek karlı dağlarla çevrili derin bir vadi. Şehir merkezinden yürüyerek mülteci dayanışma kollektifi işgal evinin bulunduğu tepeye doğru çıkıyoruz. Yürürken, dağlardan şehre inen küçük su yollarında, şırıltıyla akan su sesleri eşlik ediyor bize.
Ve işte devletlere inat sınırsız, sınıfsız bir sevgi ve dayanışma ile işgal edip özgürleştirdiğimiz, küçük yurdumuz. Briançon’u panoramik bir bakış açısıyla gören bir yamaçta, tipik Briançon mimarisi ile (taş ve ahşap donanımla) yapılmış, bahçesi bostanı olan iki katlı, eski tarihi bir ev burası.
Kapıda, ışıl ışıl gözleri ve kar beyazı dişleriyle gülen siyahi bir genç karşılıyor bizi. Önce Kekou ve Miguel ile sonra da benimle tokalaşıp sımsıcak kucaklaşıyor. Kekou, bu evin ilk emektar dayanışmacı işgalcilerinden biri olarak, onların “biricik kardeşliği“ni çok önceden kazanmış durumda. Kendi kimliğinden çok onlardan biri gibi adeta. Bu çok hoş bir farkındalık. İmrenerek ve kıskanarak “işte, anarşistlerin kardeşlik ve dayanışması” diyorum içimden. Salona geçip diğer ev sakinleriyle tanışıyoruz.
Briançon Kollektifi, Chez Marcel
Briançon Kollektifi, Chez Marcel
Yaklaşık yirmi kişi var kollektifte. Çoğunluğu Afrikalı mültecilerden oluşmakla birlikte kollektifteki devamlılık ve yasal işlerlik gibi durumlarda insiyatif misyonu olan kimi Fransız arkadaşlarımız da var. Hatta onlardan biri dört yaşındaki oğlu August ile birlikte, kollektifin asma katındaki yurtlukta diğer mültecilerle birlikte kalıyor. Salondaki mutfakta beraberimizde kollektif için getirdiğimiz erzaklardan ortak bir yemek hazırlıyoruz. Bu arada Kekou, temelleri İki yıl önce atılan Briançon işgal kollektifi pratiğini ve yaşanan kimi zorlu süreçleri aktarıyor. Bugün artık kendi otonom kimliğiyle, alternatif yaşam ve dayanışma pratiğiyle Fransa-İtalya sınır boylarında karşılıklı (İtalyan — Fransız) dayanışma ile yaratılan mülteci savunması, Briançon ve Clavière’deki diğer mülteci dayanışma kollektifleri ve dernekleriyle sürekli bir eşgüdüm halinde çalışmakta.
Gitar, Kekou, Miguel ve dans…
Kadın, erkek, gay, lezbien bütün kimliklerden rengarenk bir kardeşlik sofrasında yediğimiz kollektif ilk akşam yemeğinin ardından Miguel’in gitarı Kekou’nun neşeli şarkıları eşliğinde dans ediyoruz. Sonra çocukların uyku saati uyarısıyla gecenin en derin uyku saatlerini yıldızlara asıp, bahçe bostana iniyoruz. Briançon vadisini çevreleyen yüksek Alp dağlarını aydınlatan dolunay ve sayısız yıldızın altında, genç mültecilerle yaptığımız kısa bir sohbetin ardından nihayet, sabaha karşı uykuya çekiliyoruz… Öğleye doğru, yüzümde şapur süpür koca bir dil ile uyanıyorum. Kulli’nin klasik sabah uyandırışı… Ranzalı odada ona en yakın yatakta ben olduğum için önce beni uyandırıyor. Kekou ve Miguel üst ranzalarda uyumaya devam ediyorlar. Kalkıp, odanın bahçeye açılan kapısını Kulli için aralıyorum. Kuyruğunu sallayarak çabucak çıkıyor kapıdan… Ardından fotoğraf makinamı alıp, bende bahçeye çıkıyorum. Biraz genel plan görüntüsü kaydetmeliyim.
Bugün sınıra, İtalya-Clavières’ye gideceğiz. Asıl güzergahımıza yani… Orayı heyecanla merak ediyorum. Yüksek rakımlı bir tırmanış bizi bekliyor anlayacağınız.
Yola çıkış…
Montgenèvre’deki Fransız sınır karakol noktasından geçtikten sonraki bu karlı dağlarla çevrili İtalyan kasabasına gitmeden önce, bölgede yaşanan son kritik süreçten bahsedeyim biraz.
Bilindiği üzere Avrupa’da son yıllarda yaşanan ekonomik sosyal krizin içe ve dışa dönük en önemli ayağını, giderek içinden çıkılmaz hale gelen ve sosyolojik tabanı sağdan sola pek çok toplumsal yelpazeyi barındıran ulusalcı ve ırkçı, ya da “ikisi bir arada” soslu, mülteci politikaları oluşturmakta.
Yalnız bu arada kapitalist sistemin ağırlıklı olarak AB ekseninde yaşanan bu krizinin nedenlerini ve sonuçlarını irdelemek başlı başına ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte ben daha çok bugün ve şu anda çok somut olarak yaşadığım tanık olduğum sonuçlara ; Fransa İtalya sınır boylarında Fransız ve italyan devletlerinin işbirlikçi ırkçı faşist organizasyonlar eliyle anti mülteci saldırganlıkları nasıl geliştirdiklerine dikkat çekmek istiyorum.
Avrupa’da yeni tip paramiliter faşist örgütlenme:
“Génération İdentitaire” ve “Defend Europe”
Defend Europe
“Génération İdentitaire” ve “Defend Europe“un ideolojik şefliğini eski bir neo nazi gruptan bugünkü FN (Front National — Milli Cephe partisi) danışmanlığına gelen Nice şehrinden Philippe Vardon yapıyor ve başta FN ve çevresi olmak üzere Avrupa’daki diğer faşist uzantıları tarafından finanse ediliyor. Bu örgütlenme 2013’te sadece “Fransız kökenli” evsizlerin yararlanacağı bir yardım kampanyası düzenlemiş, 2016’da da Montpellier kentindeki sığınmacı merkezinin girişine duvar örmüştü.
Geçen yaz ise, anti mülteci faaliyetlerini kiraladıkları bir gemi ile Akdeniz’e taşımış ve “Avrupa’yı Savun” sloganıyla Akdeniz’i geçmeye çalışan sığınmacıları kurtarmak için çaba harcayan mülteci dayanışmacılarını engellemeye çalışmıştı.
Defend Europe C‑Star gemisinin künyesini merak edip internet üzerinden bir tarama yaptım ve bakın neler buldum: Gemi, Doğu Afrika kıyısında güvenlik hizmetleri için kurulan Deniz Global Servis Ltd. şirketine ait görünüyor. Gemi sahibi, armatör Sven Tomas Egerstrom ise, 2002 yılında dolandırıcılık suçlamasıyla iki yıl hapisle cezalandırılmış. Geçtiğimiz yıl ise Kıbrıs Magosa’da mürettabatıyla birlikte evrak sahteleme ve tedavüle sürmek suçlamasıyla gözaltına alınmış, 1 gün tutuklu kaldıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere beraberindeki mürettebatla birlikte sınır dışı edilmiş. Thomas Egerstrom — Jakobsson’la ilgili en çarpıcı bilgi ve belgeler “Equality for Africa” adlı blogda yer almakta.
Detaylı bilgi için “Equality for Africa” adlı blog incelenebilir.
Defend Mediterranea’nin basın açıklaması (Fransızca)
“La Horde Mechamment Antifasciste” adlı sitede de detaylı bilgilere ulaşılabilir:
Croisière raciste en mer, enfer libyen et politiques migratoires mortifères
İtalya ile Fransa arasındaki krizin perde arkası
Oxfam: Fransa polisi göçmen çocukları, ayakkabılarını parçalayıp İtalya’ya gönderiyor
İtalya-Clavières’de bir mülteci sığınağı:
“Chez Jesus — Rifugio Autogestito” kollektifi
Öğleden sonra Kekuo, Clavière mülteci kollektifi, Chez Jesus — Rifugio Autogestito’dan gelen iki İtalyan genç kadın anarşistle tanıştırıyor beni. Onlarla önce sınır boylarındaki son durumlar üzerine kısa bir sohbet yapıyoruz. Daha sonra da hazırlanıp iki araç halinde Montgenèvre ve Clavières’e doğru yola çıkıyoruz. Briançon çıkışından İtalya sınırına kıvrılarak giden yüksek dağ yolunu tırmanıyoruz. Vadiye bütün görkemi ile bakan dağın karlı zirvesine geldiğimizde ise Briançon, zirvesinde koşturan deli rüzgarlarıyla, gözlerimizde giderek uzaklaşan derin mi derin bir vadidir artık…
1860 metre sonra, işte Montgenèvre…
Karşılıklı karlı dağ silsilesi arasında uzayıp giden yolumuzun son ilk durağına yani Montgenèvre’e geliyoruz. Burası turistik bir kayak merkezi aynı zamanda. Teleferik, kayak pistleri, hediyelik eşya ve kayak alışveriş mağazaları vs.. Yolun sağ tarafında üzerinde hala yer yer büyük kar kütleleri olan küçük bir ırmak… Dağlardan eriyerek inen kar sularının buluştuğu bu ırmak Briançon’a doğru akıyor. Geride, kar beyaz düzlük ve hemen ardında dağlara doğru uzanan karlı bir orman. Bu karlı beyaz boş düzlüğü hatırlıyorum.
Gözlerim, kar beyaz düzlüğe asılı kalıyor bir süre. Gözlerimin önünde, beni buraya getiren o son antifaşist gösteriden kareler geçiyor… Kar beyazında özgürlükle kol kola, omuz omuza, yan yana, ard arda, çığlık çığlığa yürüyen bir çığ gibi… Sınırsız bir dünya için sınırları yıkıp geçen o unutulmaz dayanışma yürüyüşü, özgür bir yer yüzü iz düşümü gibi yeniden gözlerime doluyor… Öyle ki sınır kontrol karakolunun önünden yavaşlayarak geçtiğimizi ve jandarmaların kulübelerinden çıkıp aracımıza doğru dikkatle baktıklarını bile görmüyorum.
Yaklaşık beş kilometre sonra nihayet yerinde yeller esen o eski İtalyan gümrüğünün yüksek tabelasının altından geçip Clavière’e varıyoruz. Önümüzde giden diğer araç az ilerde yolun sağındaki küçük kilisenin yanındaki parka girip duruyor. Bizde arkasından…
Photo : Chez Jesus – Rifugio Autogestito
Ve işte, Chez Jesus — Rifugio Autogestito yani gerçek adıyla, La Chapelle Sainte Elisabeth. Etrafa bakınıyorum. Sanki terk edilmiş bir kasaba görünümde Clavières. Ölü bir sessizlik, işsizlik var. Belki de Montgenèvre gibi turistik bir kayak merkezi olmasından kaynaklı. Kar sezonu bittiği için, kasabada pek kimseler kalmamış gibi… Görünüşe bakılırsa polis ve jandarma da yok.. Aracımızın bagajındaki sırt çantalarımızı alıp kiliseye doğru yürüyoruz. Az ilerimizde, bizimle birlikte gelen diğer aracın sürücüsü Costanza arabasının bagajını kapatıp, yanındaki arkadaşıyla birlikte gülümseyerek yanımıza yaklaşıyor ve “Evimize hoş geldiniz” diyor.
Hep birlikte kilisenin diğer tarafına, kollektifin işgal ettiği bölüme geçiyoruz. Kulli yine en önden fırlıyor. Kuyruğunu sallaya sallaya kilisenin arka kapısına doğru koşuyor ve sonra da köşe başında durup bizi bekliyor. Kilisenin arka tarafında küçük bir bahçe teras burası. Etrafı ağaçtan çitlerle çevrili çimenlik bir alan. Karşıda görkemli karlı dağlar, hemen aşağıda bir teleferik merkezi ve kapıda sigara içen, yorgun siyahi mülteciler… Çitlerde salkım saçak asılı terli ıslak mülteci giysilerine ve yerde tek sıra halinde güneşe serili ıslak yorgun ayakkabı ve botlara takılıyor gözlerim. Turistik bir kayak merkezindeki bu görüntüler bana çok ironik geliyor. Ve nihayet kapıda sigara içen siyahi mültecilerle dayanışma duyguları içinde selamlaşıp kucaklaşıyoruz.
Böylece burada onlarla yaklaşık iki hafta sürecek olan mülteci dayanışma yolculuğum da başlamış oluyor.
Yalnız bundan sonraki yazacaklarıma geçmeden önce, burada mekan içi ve mekan dışı yaşadıklarımı biraz güvenlik nedeniyle biraza da bu yazının kapsama alanının getirdiği zorunlu tasarruf nedeniyle bire bir uzun detay anlatmak yerine özet bir anlatım tarzını tercih edeceğimi belirtmem gerekiyor.
Kilisenin sığınağında Afrikalı bir anne bebeğini umutla emziriyor.
Savaş yıllarından kalma bir kilisenin sığınağında, kadın ve çocukların çarşaf duvarlarla ayrıştığı bir odada, erkeklerin ise kilisenin sahne platformunda yan yana dizili yer yataklarda uykuya çekildiği bir gecenin koynundayım.
Bir bebeğin kulaklarımı çığlık çığlığa tırmalayan ağlama sesiyle uyanıyorum. Annesinin kısık sesli bir afrika ninnisi ile emzirdiği bebek, çabucak susuyor. Gecenin koynunda yanındakiyle fısıldaşan, horlayan sayıklayan, inleyen, osuran bi dolu yol yorgunu, umut yorgunu ile aynı yerde aynı serüvenin içindeyim.. Onların o kendi dilleriyle konuştukları, kendi düşleriyle yaşadıkları toprakları terk ettikten sonraki düşlerini merak ediyorum. Ama sonra kendi kendime, “Oysa tahmin etmen çok zor değil. On üç yıl önce sisli ve gizemli o İstanbul sabahında sürgüne doğru yola çıktığını hatırla. Bir balıkçı takasıyla ulaştığın, açıkta demir atmış seni bekleyen İtalyan bandıralı geminin çapa odasında, okyanuslar boyu çalkalandığın yolculuğu ömrünün o en uzun, en kabuslu ama yine de en umutlu düşlerle dolu gündüz ve gecelerini hatırla” diyorum.
On üç sürgün yılı önceydi… Uzak diyarlara giden bir yük gemisinde 9 “sakıncalı” mülteciydik. Okyanusta her yıldız vakti, gemi ambarından güverteye tırmanan bir yıldız hırsızıydım. Her gece çılgın dev dalgaların ucunda salınırken, zifiri karanlık çapa odasından firar edip, gemi ambarından güverteye uzanan merdiveni tırmanıyor ve o üzerimize kapalı melon kapağını patlatıyordum. Gözlerimiz ay karanlık gecenin yıldızlarıyla dolsun diye…
Eksi derecede karla karışık mülteci akşamları ve dayanışmAnın gücü…
Şimdi ise, Akdeniz seviyesinden 1,760 rakım yüksekte, yaban karlı dağlarla çevrili bir kilisenin sığınağında, yıldız yerine kar doluyor gözlerimize…
İtalya’daki mülteci kamplarının kapatılması ile birlikte, her gün onlarca mülteci İtalya’dan Fransa tarafına doğru zorlu bir yolculuğa çıkıyor. Devletlerin bilardo masalarında oradan oraya savurduğu mültecilerin yağmur, çamur, soğuk, kar ve ölüm yüklü bu sınır yolculuklarında, onların tek dostu, tek sığınAğı ise, işte bu, sınırın iki yanında yalnızca sevgi ve kardeşlikle oluşturulan “dayanışmA“ağlarıdır.
İtalya’nın Torino şehrine bağlı Clavières kasabasında mültecilerle dayanışmak için işgal edilen ve dayanışmAcıların “Chez Jesus” adını verdikleri bu kilisede, her akşam gruplar halinde gelen yorgun mülteciler ağırlanıyor.
Sınırsız, özgür bir yeryüzü kardeşliği için mücadele eden yeryüzü dostlarının sıcacık yürekleriyle karşıladığı mülteciler, burada yemek, içmek, uyumak, dinlenmek ve giyinmek gibi temel ihtiyaçlarını gidermenin yanı sıra başka bir şeyi daha farkediyorlar.Yani ırkçı devlet politikalarıyla otelendikleri, horlandıkları hırpalandıkları şu dünyanın içinde, herşeye rağmen kendilerine dost-kardeş başkA bir dünyanın da var olduğunu anlıyorlar.
Yani buradaki o, daha önce hiç görmedikleri, tanımadıkları bir avuç gönüllü genç insanın olağanüstü bir adanmışlıkla her gün, her gece, büyük bir koordinasyon ve eşgüdümle mültecilerin ihtiyaçları ve güvenliği için nasıl çalıştıklarını doğrudan yaşayarak kavrıyorlar.
Tıpkı SOS Méditerranée — Aquarius mülteci dayanışma gemisinin devletlerin bütün ibret verici itirazlarına, ilgisizliklerine rağmen akdenizde her gün yüzlerce binlerce mülteciyi kurtarıp onlar için en sağlıklı ve en güvenli ortamlar için nasıl çabaladıklarını, nasıl çırpındıklarını gördükleri ve anladıkları gibi…
Devamı gelecek..
1 | Sınır boylarında • Ölmek ya da ölmemek
2 | Sınır boylarında • Irkçı bariyerler ve dayanışma
3 | Sınır boylarında • Parmak ucunda yürümek
4 | Sınır boylarında • Özgürlüğün diğer adı ölüm
5 | Sınır boylarında • S O S …— …
6 | Sınır boylarında • Pusular ve kadın dayanışması
7 | Sınır boylarında • Dayanışma suç değildir!
Başlık fotoğrafı: Chez Jesus — Rifugio Autogestito