Türkçe | Français | English
Dini bir azınlık olan Êzidîler, 3 Ağustos 2014’te Êzidî köylerinde ve Şengal Dağları’nda korkunç bir dram yaşadı. Êzidî halkı tarih boyunca bir çok katliama direnmişti ancak bu son saldırıda yaşanan katliamın boyutuna bakılınca, Êzidî halkını tarih boyunca anayurtları olan Şengal’den silmeyi hedeflediği çok açıktı.
Kendini Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) adıyla tanıtan örgüt 8 Haziran 2014 te Irak’ın Musul kent merkezini ele geçirdi. 3 Ağustos sabahı Şengal’e saldıran örgüt, köy ve beldelerde katliam gerçekleştirdi. Bu saldırıda 2 binden fazla Êzidî katledildi, 390 binden fazla Êzidî yerinden edildi. Kadınlar köle pazarlarında satılırken, 150 bin Êzidî açılan güvenlik koridorlarında mahsur kaldı. İŞİD tarafından kaçırılan 7 bin Êzidî’nin 4 bini kurtarılırken 3 bin kadın ve çocuğun akıbeti hala bilinmiyor. Bir yandan Êzidîler’ in bir kurtuluş olarak başlattıkları göç yürüyüşleri yol koşulları nedeniyle ölüme doğru uzanırken bir yandan da 400 kişilik Êzidî grup Şengal Direniş Birlikleri’ni kurdu, çünkü bölgenin güvenliğinden sorumlu olan Peşmerge güçleri, saldırı başladığında alanı terk etmişlerdi.
Suriye iç savaşının başlamasıyla 2012 de yerel bir güç olarak savunma amaçlı ortaya çıkan Rojava’nın askeri gücü, Halk Savunma Birlikleri (YPG) ve Kadın Savunma Birlikleri’nin (YPJ) de devreye girmesiyle, büyük bir katliamın önüne geçildi. Şengal dağlarında mahsur kalan, açlık ve susuzluktan ölmek üzere olan insanlara gıda ulaştırıldı. Êzidîler’ in bir kısmı tahliye edildi.
Rojava Halk Savunma Birlikleri (YPG-YPJ) tarafından Şengal’de kan kaybeden İŞİD Eylül 2014’te bu kez yüzünü Suriye’de Kürt topraklarına dönmüş ve 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş daha da şiddetlenmişti. İŞİD üyeleriyle aralarında her ne kadar sayısal ve askeri mühimmat açısından büyük fark olsa da savaşmayı tercih eden halk silahlanarak kendilerinin kurduğu halk savunma birliklerini genişletiyorlardı. Kadınlar evlerini bırakarak kendilerini, çocuklarını, komşularını ve yaşam alanlarını İŞİD’den korumak için cepheye katıldılar. (Savaş süreci boyunca YPG ve YPJ’ye yalnızca yerel halk değil, İngiliz kaynaklarına göre 12 farklı ülkeden binlerce gönüllü İŞİD ile savaşmak için katılacaklardı.)
İŞİD bölgeyi üç taraftan yoğun saldırı altına almış, bir yandan direniş başlarken diğer yandan savaşamayacak durumdaki yaşlılar ve çocuklar ise Türkiye sınırına yığılmıştı. Başta Türkiye olmak üzere komşu ülkeler bölge halkına sınırlarını kapatmış, coğrafi tecrit uygulayarak kaderiyle baş başa bırakmışlardı.
Bütün bunlara rağmen halkın gösterdiği direniş diğer ülkelerin ilgi odağı haline gelmişti. Bölgede görev yapan gazeteciler kadın direnişçileri görüntülüyor, Avrupa’nın ünlü dergi kapaklarına taşıyorlardı. Dünya kamuoyuna yansıyan romantik savaş görüntüleri gerçeğin vahşi yüzünden çok uzaktaydı. Öyle ki bu romantizmden etkilenen ünlü markalar kadın direnişçilerin giysilerini podyumlara taşıyacaklardı.
Gelin bizler savaşı Amude’de dünyaya gelmiş Kürt bir ailenin çocuğu olan Ronak’ın hikayesinden yeniden fotoğraflayalım. Çünkü o, 2011 de başlayan savaşı büyük kayıplarla yaşamış bir anne ve bir direnişçi.
Şimdi ise İsviçre’de siyasi bir sığınmacı…
“Ben Kürt olmayı o gençlerle birlikte sevdim ve onları hiç unutmadım.”
“1980 yılında Amude’de Kürt bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Babam terziydi ve babamın iş koşullarının Amude’de iyi olmamasından dolayı ailemle birlikte Irak sınırında Dera Zor kantonuna bağlı Abu Kamal adında küçük bir şehre taşındık. Abu Kamal, yoğunlukta Arap halkın yaşadığı bir şehir, en fazla yirmi Kürt aile ikamet ediyor.
Biz evde Kürtçe konuşuyorduk, zaten Kürtçe okuma-yazma gibi bir imkanımız hiç olmadı. Daha o günlerde Kürt örgütlenmesiyle tanıştım. Evimize misafir gençler gelirdi. Bize müzik kasetleri getirirlerdi, Avrupa’da çekilmiş Newroz görüntülerinin olduğu video kasetlerini birlikte izlerdik. Hepsi de 20’li yaşlarında gençlerdi. Çocuktuk, bizimle oyunlar oynarlar ve bizleri eğlendirirlerdi. Ben Kürt olmayı o gençlerle birlikte sevdim ve onları hiç unutmadım.
Oysa Kürt olmanın ne demek olduğunu okul yıllarım başladığında anlayacaktım. Ailenin tek kız çocuğuydum, annem ve babam eğitimliydi ve benim de okumamı, iyi bir eğitim almamı çok istediler. Okula başladığım yıllar ayrımcılıkla tanıştığım yıllar oldu.
Okul arkadaşlarımız Kürt olduğumuz için bizi aralarında istemezlerdi. Daha okul sıralarında birbirimizden ayrışmıştık. Okul hayatım 12 yıl sürdü ve diyebilirim ki her okul yılımda Arap arkadaşlarımdan, öğretmenlerimden hissettiğim yalnızca Kürt olduğumdu. Bizler, yani Kürtler onlar için köleydik. Bizler temizlikçi olabilirdik ya da inşaat işçisi, okulda ne işimiz vardı?
Ben 12. Sınıftan sonra okula devam edemedim. Annem ve babam okula devam etmemi çok istese de o günün koşulları buna izin vermedi. Arap şehrinde yaşıyorduk, Kürt bir ailenin kızıydım ve okulda, sokakta, her yerde bu ayrımı hissediyordum. Hem Kürt hem de kadın olmak iki kere baskı sebebiydi. Ailemin niyeti benim üzerimde baskı kurmak değildi ancak dışarıdan gelebilecek saldırıları bildikleri için beni korumak istiyorlardı ve aynı zamanda beni korumak ailemizi korumak demekti. Çünkü bilirsiniz, bütün toplumlarda ilk önce kadınlara saldırılır. Bu nedenle evlere kapanmıştık. Yaşadığımız bölgedeki ayrımcılık hem Kürt hem de kadın olarak hayatta kendimizi var etmenin önünde engeldi.
Görücü usulü ile evlendim ben. Evliliği reddedecek bir bilince sahip değildim ama birçok kadına göre şanslıydım çünkü “Eşimi seçme şansı” bana tanınmıştı. “Hayır” diyebilirdim. Eşimi evlenmeden önce yalnızca bir kere gördüm ve sevdim. Aynı zamanda evliliğin benim için özgürlüğe açılan bir kapı olacağını düşünüyordum. Evlenirsem özgürleşeceğimi, daha rahat dışarı çıkabileceğimi ve sokakta daha rahat yürüyebileceğimi düşünüyordum. Şanslıydım çünkü eşim özgürlüğe açılan kapım oldu.
Eşim Abdulsamed Osso 32 yaşında bir Kürt sanatçısıydı. Hasseke’de Koma Tolhildan adında bir müzik grupları vardı. Kürt Kültürü ile ilgili çalışmalar yapıyordu. Belgeseller çekiyor ve Kürtçe müzik yapıyordu. Abdulsamed’i bir kere görmeme rağmen zamanla çok sevdim ve aşık oldum çünkü dünyaya etrafımda gördüğüm erkeklerden çok daha farklı bakıyordu. Açık görüşlü ve her şeyden önce eşitlikçiydi. Kürt mücadelesine yakınlığı ona diğer erkeklerden farklı bir perspektif kazandırmıştı. Bir mücadelesi vardı ve hayatını onun etrafında herkesten farklı şekillendirmişti.
“Herkesin ihtiyacı olan özgürlük bize daha önce uğramamıştı.”
On üç yıllık evliliğimizden iki çocuğumuz oldu. 2010 yılında savaş başlayana kadar iyi bir hayatımız olduğunu söyleyebilirim. Savaşla beraber hayatımız değişti ve korkularımız başladı. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Yaşadığımız bölge yani Hasseke’de herkes iç içe geçmişti. Kimin neye hizmet ettiğini bilmek, ayrıştırmak çok zordu. Kiminle hareket edeceğimizi, kime güvenebileceğimizi bilmiyorduk.
Bizler de hayatımızı değiştirmek istiyorduk. Yıllarca dilimiz, renklerimiz, bayramlarımız, kültürümüze ait, bizi var eden her şey yasaklıydı. Ülkede zaten ekonomik bir çöküş yaşanıyordu ancak ekonomik koşulların biz Suriye’de yaşayan Kürtler için ayrı bir anlamı var. Hiçbir zaman bizler devletten vatandaşlık haklarımızla hizmet almadık. Bütün kapılar bize para karşılığında açılıyordu. En açık ifadeyle rüşvet veriyorduk. Paramız varsa bütün kapıları açabilirdik ama yoksulsak, paramız yoksa vatandaş olmamızın bir karşılığı yoktu. Devletin görevi olan her bir hizmeti biz parayla satın almak zorundaydık. Suriye topraklarında yıllarca kayıtsız yaşamış birçok Kürt var, vatandaş bile değiller. Buna artık bir son vermek gerekiyordu. Arap halkıyla ortak bir paydamız vardı; demokrasi arayışı…
Hasseke’de Tıl Hacır adında bir Kürt mahallesinde oturuyorduk. Hasseke, ağırlıkta Arap nüfusun yaşadığı bir alan, Kürtler belli mahallelerde toplanmış durumda. Tıl Hacır da bir Kürt mahallesi. Devrim Hareketi dışarıdaki şehirlerde başlamış, henüz bize kadar ulaşmamıştı. Biz de uzun yıllardır yaşadığımız bölgenin iktidar tarafından en çok ezilen kesimiydik. Herkesin ihtiyacı olan özgürlük bize daha önce uğramamıştı. Sokağa çıkmak istiyorduk ancak Arap halkla ortak noktada buluşabileceğimizden emin değildik.
Bir süre sonra sokağa çıkmaya Arap halkın örgütlediği eylemlere destek vermeye başladık. Bizim inancımıza göre sorunumuz halkla değildi, sistemleydi. Bu bir fırsattı bizim için. Ancak sokak örgütlenmesi içinde dahi söz hakkı bulamamıştık. Hiçbir talebimiz karşılık bulmuyordu. Bizleri yalnızca insan gücü olarak görüyorlardı. Direnişte bile kimliğimiz bize hissettirilmişti. Özgün olarak örgütlenmeye ve haklarımızı talep etmeye karar verdik. Bizim Kürt halkı olarak taleplerimiz kesin ve netti. Kendi direnişimizle özerkliğimizi talep edecektik. Kantonal bir sistem orta doğudaki bütün sorunları çözebilirdi. Mahalle mahalle örgütlendik.
Savaşın kızışmasıyla beraber kültür, sağlık, eğitim, diplomasi ve savunma alanlarında komünler oluşturduk. Kızlarımız, oğullarımız can güvenliğimizi sağlamak için ellerine silah aldılar. Her türlü yokluğa rağmen o gençler barbarca bir saldırı karşısında direndiler. Adı Rojava Halk Savunma Güçleri’ydi ama bizim için kardeşti, akrabaydı, komşu çocuğuydu… Savaştan önce beraber yaşadığımız insanlardı onlar. Hem iktidara hem de İslami Örgütlere karşı bizleri koruyorlardı. Hala hayattaysak ve onurumuzu koruyabildiysek bunu onların mücadelesine borçluyuz. Direnmemiş olsaydık bugün esir alınmış, kadın pazarlarında satılmış, belki de birer seks kölesi olmuştuk. Kabul etmedik! Gerekliydi ve savaştık.
Ben 2013 yılında mahallemizin kadın komünü içinde yer aldım. Yazışmalara ve haberleşmeye bakıyordum. Daha fazla şey yapmak istiyordum ama çocuklarım küçüktü. Eşim Abdulsamed basın alanında çalışmaya başlamıştı. Ronahi TV için yeni kurulan kanton yönetimleri ve yerel direnişçilerle röportajlar yapıyordu. Bölgeden sıcak haberleri ve gelişmeleri paylaşıyordu.
“Ben insanlığın ortak paydasının bir gün barış olacağına inanıyorum.”
2014 yılının Şubat ayında eşim Abdulsamed’i bombalı bir suikast sonucu kaybettim. Abdulsamed o gün Asayişten bir arkadaşıyla çarşıya gitmişti. Birlikte müzik albümü baktıkları dükkana arkalarından giren bir şahıs Abdulsamed’in yanına siyah bir poşet bırakıp çıkıyor. Abdulsamed unutulduğunu düşünerek poşeti eline alıp sahibine vermek için dışarıya çıkıyor ve poşetin içindeki bomba patlıyor. Abdulsamed olay yerinde hayatını kaybederken arkadaşı ağır yaralanıyor.
Eşimin ölümünden sonra kendimi yalnız hissediyordum. Arkadaşlarım vardı, yoldaşlarım vardı… Beni hiç yalnız bırakmasalar da yalnızdım. Acaba eşimin başına gelenler benim de başıma gelir miydi?
Savaş halkta ağır psikolojik sorunlara sebep oluyor. Ekonomik tahribatını hiç konuşmuyorum bile. Her gün bir yakınınız, arkadaşınız yanı başınızda hayatını kaybediyor ve siz bunun vicdanıyla baş başa kalıyorsunuz. Zamanla ölümü kanıksamaya başlıyorsunuz ve ölüp ölmemek sizin için önemli olmaktan çıkıyor.
Bütün bu duygularla halk mücadelesine katıldım. YPJ içinde yer almadım ama şehir içinde halkın inisiyatifiyle geliştirilen Asayiş adında bir polis örgütlenmesine bağlı basın alanında faaliyet gösterdim. Her gün yüzlerce ölü bedenle karşılaştım, savaşın çıplak yüzü beni eşimi kaybetmiş olmanın kaderci duygusundan çekip çıkardı. Savaşın vahşi yüzünü görmek, herkesin yaşadığı bu drama şahitlik etmek, acımı unutmak için katıldığım sokak mücadelesini disiplinli bir mücadeleye dönüştürdü. Ölebilirdim ama bu hiçbir şey yapmadan olmamalıydı. Çocuklarımın geleceği söz konusuydu, kapı komşumun ve sevdiğim bütün insanların… Durup beklemek hiçbir şeyi değiştirmezdi, değiştirmiyordu da.
Dışarısı kaynayan bir kazan gibiydi. Bir saat sonra ne olacağımızı bile bilmiyorduk. Çocuklarım korkmaya başlamıştı. Çalışmalardan her eve dönüşümde aynı soruyu sormaya başlamışlardı; “Babamızı kaybettik, seni de mi kaybedeceğiz? Sen de aynı sonu mu yaşayacaksın?”
Çalışma arkadaşlarım da aynı sonu yaşarsam çocuklarımın yalnız kalabileceği kaygısıyla benim daha fazla bölgede kalmamı istemediler. Bu şekilde çalışmalardan ayrılmış oldum.
Çocuklarımla beraber ülkemden çıktığımda ilk durağımız Türkiye oldu ve ardından konsolosluk aracılığı ile İsviçre’ye geldim.
Şimdi İsviçre’de güvendeyiz. Gelir gelmez dil öğrenmeye başladım. Almanca konuşabiliyorum ama diplomatik çalışmalar yapmak için kendimi yeterli görmediğimden bir yıllık dil programına katılacağım. Aynı zamanda ekonomik olarak özgürleşmek istediğim için mesleki eğitime de devam ediyorum.
Vicdanen hala rahatsızım, ahlaki olarak sorumluluklarım olduğunu düşünüyorum ve burada Kürt halkı için mücadele etmeye devam ediyorum. Bütün hayatımı bu vicdani ve ahlaki sorumluluk çerçevesinde örgütlüyorum. PYD İsviçre sözcüsüyüm. Dünyanın neresinde olursa olsun, yaşanan savaşlardan sessiz kaldığımız ölçüde hepimiz sorumluyuz. Bu nedenle dünya barışına katkı sunmak vicdani sorumluluğumuz olmalı.
Ben insanlığın ortak paydasının bir gün barış olacağına inanıyorum.” diyerek noktalıyor sözlerini Ronak.
Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyanın ortak kavgasına dönüşmüş olan Ortadoğu’da ne acıdır ki kan durmuyor. Çünkü tarih bitmiş olaylar yığını değil, bugünümüzü de etkileyen, neden-sonuç zinciri.
Kendimize sormamız gereken bir soru olduğu kanaatindeyim; savaşın tarafları sürekli değişse de neden Ortadoğu’ da savaş bir türlü son bulmuyor?
Aslında bu soruyu son cümlesi ile Ronak hepimiz adına cevaplıyor.
Dilek Aykan’ın diğer söyleşilerini okumak için tıklayınız: Sürgünde Kadın Portreleri