Türkçe | Français

Uyuy­a­cağım biraz­dan. Gözümü mut­lu­luk­la yumacağım ve eğer ki yaşıy­or olur­sam yarın sabah, mut­lu­luk­la baka­cağım dünyaya. Mut­lu­luk­la uyu­manın ve uyan­manın kıymeti­ni biliy­o­rum artık yir­mi beş metre kare­lik evimde…

Ben oyun oyna­maya sek­s­en­in­ci doğum günümde, bugün başladım kendime bir pas­ta alarak. Gülümsed­im pas­taya kendim dik­tiğim o tek mumu üflerken. Pas­ta almak ve mum üfle­mek, ne güzel bir oyun­du ben­im için…

Anım­sadığım nice oyun­larım var sek­s­en­in­ci doğum günüme kadar; hiçbiri de mut­lu­luk oyunu değil…

Dört yaşın­da kay­bet­tim anne­mi. Evimizin karşısın­da­ki mezarlığa gömülmüştü annem. Uzun­ca bir süre, neredeyse her gün mezarlığa git­tim tek başı­ma. Hep yalan söyled­im anneme ben. “Babam beni dövmüy­or” ded­im mesela. “Matem­atik sınavım iyi geçti” ded­im. “Oku­lun bas­ket­bol takımı­na seçildim” ded­im. “Aşık olduğum kız ona yazdığım şiiri çok sev­di” ded­im. “Üniver­site okuy­o­rum” ded­im. “Asker­lik­ten kork­muy­o­rum” ded­im. Anneme yalan­lar söylerken içim­den bir ses dedi ki bana, “annen biliy­or her şeyi ve seni sevm­eye devam ediy­or olduğun gibi…” Annem­le yorgun­luk oyun­ları oynadım, mahzun­luk oyun­ları… Ben ses­siz harfleri senden öğrendim anne. Küçük ünlü uyu­muy­duk bir­bir­im­izin; senin göz­lerin küçük­tü, ben­imse beden­im. Yüreğin bir mezar­da değil, yüreğimin içinde her daim…

Altı yaşın­day­dım. Babam her haf­ta sonu fark­lı bir kadın­la eve geliy­or­du gece yarıları. Ben uyu­muş gibi yapıy­or­dum. Duyuy­or­dum babamın ve kadın­ların ses­leri­ni. Gülüy­or­du kadın­lar, neşeliy­di ses­leri ve daha da geç saatlerde inilti­leri geliy­or­du kulağı­ma. Ben anne­mi düşünüp ağlıy­or­dum ses­sizce. O kadın­lar mut­lu değil­di oysa. Anlıy­or­dum bunu. Annem de hiç mut­lu değil­di babam­la. Bunu daha da iyi anlıy­or­dum. Annem ben­im­le uyu­mayı sever­di, babam­la değil! Anla­malarım yaralıy­dı hep, yaralı anlam­lar­la oyna­maya başladım altı yaşında…

Dokuz yaşın­day­dım. Annean­nem ve dedem­lerdey­dim bir pazar sabahı. Kah­valtı­da bana dedil­er ki, “baban bakamıy­or sana ve biz de çok yaşlıyız.” Sus­tum. “Babanın tarafı çok hayırsız” dedil­er. İçime bir ürper­ti gel­di o anda. “Baban­la konuş­tuk, seni bir yere gön­dere­ceğiz” dedil­er. Diz­ler­im titrem­eye başladı. “Güzel bir yer” dedil­er, “bir sürü arkadaşın ola­cak.” Nefes­siz kaldığımı his­set­tim. “Oku­lu­na bıraka­cak­lar seni, almaya da gele­cek­ler.” dedil­er. Başımı öne eğdim. “Yemek­leri de çok iyiymiş ve her sabah kah­valtı yapa­bile­ceksin” dedil­er. “Sizde kalsam olmaz mı?” ded­im fısıl­da­yarak. “Gücümüz kuvve­timiz yerinde değil artık” dedil­er. Yetiştirme yur­dunun ran­zaların­da düşler kura­cak­tım artık. Char­lie Chap­lin babamdı mesela, res­im def­ter­ime çizdiğim gökkuşağı annean­nem, ay dedeyse dedem­di. Annem kadar onlar da seviy­or­du beni. Ama annem nasıl yanım­da değilse, onlar da yanım­da değil­di. İns­anl­ara değil, sevgilere değer verdim. Bir hay­al perdesinde Şar­lo’­nun yanı başın­da bitiverdim. Sev­gi böyle bir şey­di ve dokuz yaşın­da sızılı düşler­le oyna­maya başladım…

On yaşın­day­dım ve Kur­ban Bayra­mı’n­da kesile­ceği­mi söyle­di yurt müdürü. Matem­atik der­sinde sınıfın en zayıfıy­dım. Bu da yet­mezmiş gibi beden der­sinde tak­la atamıy­or­dum ve her sözlüye kalk­tığım­da dil­im lal oluy­or­du. Yazılılar­da doğru cevap­lıy­or­dum soru­ları, ama sözlülerde tek kelime bile konuşamıy­or­dum. Bunun bir ceza­sı olmalıy­dı. Çok cid­diy­di kesile­ceği­mi söylerken o şeref­siz adam ve erte­si gün bayra­mdı. Yurt koğuşun­da­ki arkadaşları­ma anlat­tım bunu. Onlara da aynı şey söylen­miş. “Sizi kesip kur­tu­la­cağız siz­den!” Hiç kimse tek yat­madı ran­za­sın­da o gece. Bir ran­za­da üç çocuk yat­tık kim­imiz bir­bir­im­ize sarılarak. Her bir­im­izin şikayeti aynıy­dı, boğazımızın yan­ması… Ana babasının kuzusu değil­di hiçbir­im­iz, ah nasıl anlat­malı bunu size… Bayram sabahı diz­di bizi karşısı­na o adam ve dedi ki, “devle­timize kur­ban olun hep­iniz, zor da olsa ikna ettim büyük­ler­im­izi, kesilmeye­ceksiniz!” Bayram hediyem­iz buy­du ama boğazım­da, bu yaşım­da bile bir yan­ma hisseder­im. On yaşım­da ölgündü oyun­larım artık ve kuzu­lara bakın­ca et değil, can görüyordum…

On üçümde aşık olmuş­tum sınıfım­da­ki bir kıza. Ses­im titrey­erek açık­ladım ona olan sevgi­mi. “İki oğlan daha aşık bana. Bir şiir yaza­cak­sınız, hangisi hoşu­ma gider­se, onu yazan­la çıka­cağım” dedi. Bir an düşündüm. “Niye bir yarış içinde olayım ki?” ded­im. “Ne gerek var ki buna?” ded­im. Ama çok sevmiş­tim o kızı. Aşk işte, aşk olsun­du bana… Yurt­ta herkes uyuduk­tan son­ra, yor­ganımın altın­da, bir elimde el feneri, bir elimde çizgili dosya kağıdı, şunu yazdım.

ey gün yüzüm

ne yaz­mayım başındaki

ne yazgıyım canındaki

gül kokusu olayım ben

avu­cu­nun içindeki…

Utana sıkıla verdim şiir­i­mi erte­si gün bir zarf içinde. “Gitme” dedi, “okuy­a­cağım hemen.” Bana “gitme” demişti sevdiceğim. Ben sev­in­miş­tim, çok sev­in­miş­tim… Açtı zarfı. “Çizgili dosya kağıdı­na yazmışsın” dedi kibir­le ve başladı şiiri ses­li oku­maya. “Ben senin gün yüzün müyüm?” dedi gülerek. “Evet” ded­im. Diğer iki şiiri gös­ter­di çan­tasın­dan çıkar­tarak. “Bak” dedi, “bir şiirde bana tapıla­cağı yazılı, diğerindeyse ben­im için ölüneceği. Ya sen ? Sen ne yapa­bilirsin ben­im için?” “Gül kokusu” ded­im, “gül kokusu olmak ister­im avu­cu­nun için­de­ki…” “Sen kim aşk­tan anla­mak kim” dedi bana suratını asarak. “Sen aşk­tan ne anlıy­or­sun?” ded­im, “sen ne yapa­bilirsin sevdiğin için?” “Bana tap­sın, ben­im için ölsün yeter ki, her şeyi yaparım” dedi. “Aşk yaşatır” ded­im, “bin yaşatır aşk, coşkuy­la, dop­dolu, ren­garenk…” Alay­cı bir bakış beliriver­di yüzünde. İncit­ilmişl­ik oyun­ları oynuy­or­dum on üçümde…

On beşimde sigaraya başladım. Matem­atik­te hâlâ sınıfın en zayıfıy­dım, hâlâ tak­la atamıy­or­dum ve sevdiğim kızlar­ca red­dediliy­or­dum. Ziyare­time gelen hiç kimse yok­tu. Babamın umu­run­da değildim. Babamız devlet­ti, öyle söyleniy­or­du. Bir gün okul bahçesinde ihti­yar bir sokak köpeği gördüm. Yanı­ma gel­di, kıvrıldı. Sevm­eye başladım, göz­ler­ime bak­tı huzurla. “Baba” ded­im ona, patisi­ni uzat­tı. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Sizin anla­may­a­cağınız bir dilde söyleşm­eye başladık. “Oğlu­mu özled­im” dedi. “Nerede?” ded­im. “Öldü” dedi. “Niye?” ded­im. “Sokak­lar­da­ki kedil­er, köpekler, çoğun­luk­la erken ölür­ler” dedi. “Ben erken öle­cek miy­im?” ded­im. “Yaşay­a­cak­sın” dedi, “ben baban ola­cağım senin ve kör­pecik bir can mut­lu ede­cek seni ömrünün son deminde.” Arkadaşlarım gel­di yanı­ma. “Bir sigara” ded­im, “bir sigara verin bana…” Beni evladı gibi gören bir sokak köpeğinin başını okşa­yarak içtim ilk sigaramı. On beşimde birçok ihti­yar sokak köpeğiyle gözyaşı ve izmar­it dolu oyun­lar oynuyordum…

On yed­imde üniver­site değil, mesela gökyüzünü oku­mayı seç­tim. On sek­iz­imde yurt­tan çıkartıldım ve devletin bul­duğu hiçbir işte çalış­madım. Bütün arkadaşlarım devleti baba biliy­or­du, bense köpekleri! İlk işim balon sat­mak­tı. Anne babalarının ellerinden tutarak geliy­or­du çocuk­lar yanı­ma. Seviniy­or­dum çocuk­ların mut­lu olması­na, güvende olması­na, huzurlu olması­na. Bir kapıcı dairesinde kalıy­or­dum dört kişiyle daha. Yurt ran­za­sın­da değil, kapıcı dairesinde şiir yaz­ma oyun­ları oynuyordum.

aç avu­cunu

yorgun bir aşk şiiri gibi

ses­im düştü düşecek

nice umut­lar süzdüğüm

ince­cik yaşam çizgine senin

boy­lu boyun­ca uzanıverecek

aç avu­cunu…

Yir­mi yaşın­da vatan hizmetindey­dim, asker­lik­te. Ben­im vatanım yeryüzü, doğa ve evren­di oysa, bir de yüreğim. Hiç kimse bilmiy­or­du bunu. Çiçek­ler­le konuş­mak bir vatan hizmetiy­di mesela, derel­er­le dertleşmek ve yıldı­zlara isim­leriyle seslen­mek de öyle. Kork­tum askerdeyken ve nicesinin yap­tığı gibi atış tal­im­lerinde bir­in­ci olduğu­mu iddia etmed­im, en hızlı koşan olduğu­mu söylemed­im ve eksi on beş dere­cede bile üşümediği­mi anlat­madım gururla! Vatanım yüreğim­di ve yüreğim yal­nızdı, çok yal­nız. “Ter­tip” ded­im bir gün koğuş arkadaşı­ma, “ran­za­mız soğuk”. “Her şey soğuk ter­tip” dedi, “ran­za, yatak, su ve insan­lık.” “Yal­nızız ter­tip” ded­im ve bir türküye başladım. Sonunu ne o getire­bil­di, ne de ben. İkimizin de göz­lerinde yaşlar birikiver­di… Yal­nı­zlık oyun­larım askerdeyken daha da çoğaldı yir­mi yaşında…

Evlen­med­im hiç, evlil­iğe inan­madım. Yetiştirme yurt­ları­na git­tim haf­ta son­ları, çocuk­ları evladım bildim. Bana küfret­tik­lerinde bile öz evladımdı onlar. Çocuk­lara da şiir­ler yazdım.

çocuk

oyun oynay­a­cak arkadaş bula­mayın­ca bir gün

ilk kez

ken­disi gibi yal­nız olduğunu düşündüğü

tan­rı’yı çağırdı yanında

ellerinde bir sürü misket

sesi öyle nem­li, öyle titreyerek…

Tutu­na­mamışlığım­la oynadım yıl­lar­ca, dal­gın şiir­ler­le, küskün çocuk­lar­la, kapıcı dairelerinden asla büyük olmayan hanel­erde­ki ampuller­den süzülen ışık­lar­la, güvercin tedir­gin­lik­leri ve yorgun argın umut­larım­la. Yorgun argın umut­larım­la oyna­yarak ihtiyarladım…

Bugün bir çocuk parkın­da otu­rurken bir kız çocuğu gel­di yanı­ma. “Amca, sen kaç yaşın­dasın?” dedi. “Sek­sen” ded­im. “Doğum günün ne zaman?” dedi. Bir­d­en aklı­ma gelme­di doğum günüm. “Dur kızım” ded­im, “nüfus cüz­danı­ma bakayım.” Nüfus cüz­danımı çıkartıp bak­tım, “bugün­müş” ded­im. “Gel” dedi, “sana hediye vere­ceğim ben.” Karşımız­da anne babası, gülüm­seyen bir çift yürek. Kalk­tım bank­tan, tut­tu elim­den, salın­cağa götürdü beni. “Otur salın­cağa amca” dedi. Otur­dum. “Seni sal­lay­a­cağım” dedi, gülümsed­im. Küçücük bir kız çocuğu sal­ladı beni sek­s­en­in­ci doğum günümde. Göz­ler­im doldu sal­lanırken. “Ağla­ma amca” dedi, “bugün senin doğum günün…” Beni nice sokak köpeği, çam ağacı, çakıl taşı sahiplen­mişti, ama ilk kez bir insan, kör­pecik bir kız çocuğu bana böyle kosko­ca­man bir içten­lik­le bak­tı. “Hediye al amca” dedi, “param olduğun­da ben sana hediye alırım, ama bugün kendine bir hediye al.” “Söz” ded­im, “hediye ala­cağım kendime…” Doğum günümü sek­s­en­in­ci doğum günümde kut­ladım ilk kez. “Ne hediye alsam ki kendime?” diye düşünürken, on beşimde söyleştiğim o sokak köpeği beliriver­di göz­ler­im­in önünde. “Ah oğlum” dedi, “can oğlum” dedi, “sen hiç pas­ta yemedin ki, pas­ta al kendine …”

Ben oyun oyna­maya sek­s­en­in­ci doğum günümde, bugün başladım kendime bir pas­ta alarak. Gülümsed­im pas­taya kendim dik­tiğim o tek mumu üflerken. Pas­ta almak ve mum üfle­mek, ne güzel bir oyun­du ben­im için…

Mut­lu­luk oyun­ları oyna­mak da var­mış nasi­bimde; bunu da sek­s­en­in­ci doğum günümde öğrendim…

Ergür Altan


Kedistan’ı destek­leyin, bağışlarını­zla yaşatın

Kedistan’ı ve arşiv­leri­ni elim­iz­den geldiğince yaşat­maya çalışıy­oruz. Kedis­tan bağım­sı­zlığını koru­ma kaygısı ile fon ya da reklam almıy­or, habere ulaş­ma hakkının karşılık­sız olması gerek­tiği pren­si­bi dahilinde abone­lik zorun­lu­luğu getir­miy­or ve tüm katılım­cıları da gönül­lü. Bugüne dek en aza indirgediğimiz mas­rafları, dayanış­mak isteyen okuyu­cu­larımızın bağışlarıy­la karşılaya­bildik. Sizler de destek olabilirsiniz.

Kedistan’ın tüm yayın­larını, yazar ve çevir­men­lerin emeğine saygı göster­erek, kay­nak ve link ver­erek pay­laşa­bilirsiniz. Teşekkürler.

Auteur(e) invité(e)
Auteur(e)s Invité(e)s
AmiEs con­tributri­ces, con­tribu­teurs tra­ver­sant les pages de Kedis­tan, occa­sion­nelle­ment ou régulièrement…