Teneffüsü uzatmak için, dizinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Bebelere baloooon!”. Eski­den balon­cu­lar böyle bağırırdı, şim­di nasıl bilmiy­o­rum. Balon­cu­nun sesi­ni duyun­ca kim başını kaldırıp da bak­mazdı ki? Gökyüzüne yük­se­len bir renk cüm­büşü. Dev bir üzüm salkımı. Taneleri kafa kafaya ver­miş, hep bir­lik­te yavaş yavaş sal­lanıy­or, ya da rüz­gar­da bir yana yatmış…

Üç karışlık boyun­la başını en yukarıya kaldırır bakarsın. İçl­erinden birine sahip olmak bulut­lara ulaş­mak, bir yıldıza dokun­mak gibi gelir. Ne kadar da zor­dur sadece bir tanesi­ni seçmek. Hep­si sana bakar, “beni al, beni al!” diye. San­ki her birinin ayrı bir kişil­iği vardır. Sevdiğin ren­klerde gezdirirsin göz­leri­ni. O ren­gin en büyüğünü en güzel harelisi­ni ararsın. Son­ra karides gibi bir par­mak kalkar ve gös­terir, “şu kır­mızıyı!”. Balon­cu amca salkımı indirip seçilen balonu ararken yüreğin çarpar, ve yanılıp baş­ka bir tanesi­ni ver­mesin­den korkarsın. Amca salkımı karıştırdıkça “hışt hışt” diye balona özel bir ses çıkar. Zaman sana çok uzun gelir, sabır­la bek­lersin. Senin balo­nun salkım­dan ayrılır. Balona uzun ip bağlanır. İp de bileğine düğüm­lenir. Kol­un aşı olmuş gibi hava­da, sev­inçle yola koyu­lur­sun. Mut­lu­luğu­nun sınırı yok­tur! Sen yürüdükçe balon da hoplayıp zıplar. Yürürken göz­lerin hep ondadır, önüne bile bak­mazsın… İpten kur­tulup kaça­cak diye ödün pat­lar. İns­anl­arın arasın­dan geçerken pat­lay­a­cak diye korkarsın. Onlar da bu kal­a­balık­ta surat­ları­na vuran balona biraz sinir­lensel­er de çocuk­luk­larını hatır­layıp ses çıkarmazlar.

Eve geldiğinde ona sınır­lı bir özgür­lük verirsin. O da gider tavana yapışır. İpi kısa kaldığı için yakala­maya boyun yet­mez. İpin ucu­na bir ek yapılır. Açık pencereleri kap­at­tırır, yanan lam­badan sakınırsın. Gece yatarken odan­da kalmasını istersin, ipi­ni yatağı­na bağlarsın…

Erte­si sabah göz­lerin balo­nun üzerinde açılır. Sana biraz küçülmüş gibi gelir. Tavana kadar yük­selmeme­si seni biraz endişe­lendirir ama oyna­maya devam eder­sin. Arkadaşlığınızın ikin­ci gece­si sen uykuya dalarken balo­nun yatağının yük­sek­liğinde gez­in­mek­te­dir… Uyandığın­da ise hala ayak­ta dur­mak­la beraber, yerdedir… Hüzün­le yavaş yavaş sön­mesi­ni ve kısa hay­atını bitirmesi­ni izlersin.

Balo­nun ölümün­den son­ra tesel­li niyetine çek­me­cel­er açılır, bayra­m­dan seyran­dan, doğum günün­den kalma kul­lanıl­mamış bir kaç balon bulunur bir çek­mecenin dibinde… Gözler kır­pıştırılarak şişir­ilir, eline ver­ilir. Bun­lar eski arkadaşın gibi uçmaz ama senin­le oyna­ma şekil­leri fark­lıdır. Küçük bir darbe­de gider tavana vurur, hop! Yere düşme­den bir vuruş daha, pat! Koltuğun köşesin­den masanın üstüne… Evin içinde koş­tur dur! Sen yorulup kan ter içinde bir köş­eye otur­duğun­da, o da bir kenara çek­ilir ve uslu uslu bekler.

Uçan balon… Kol­ları­na alıp sarıp sar­mala­mak istersin, olmaz. Sevim­li bir hay­vancık gibi okşa­mak istenir, o da olmaz… Bu güze­lim şey oyun­cak­tan öte… Şiir gibi büyülü, hay­al gibi hafif, rüya gibi uçu­cud­ur… Bazen elden kaçan fır­sat­lar gibidir. Gökyüzünde nazlı nazlı yük­sel­erek uza­k­laşırken arkasın­da gözyaşları bırakır.

İlk balonu 1824’te bil­im adamı Michael Fara­day yap­mış. Tabii ki oyna­mak için değil elek­tro­sta­tik deney­lerinde kul­lan­mak için! Elinde bugünkü malzemel­er olmadığı için kauçuk kul­lan­mış. O yıl­lar­da kauçuk henüz ağır bir sıvıymış. İki ince kauçuk arası­na un dök­erek bir­leşmeleri­ni önlüy­or, kenarlarını da unsuz bırakıp yapış­malarını sağlıy­or ve balo­nunu böyle yapıy­or­muş… Çünkü bu sıvı kauçuk, sıcak­ta eriy­or, soğuk­ta da kırılıy­or­muş. Kauçuğu bugünkü kul­lanılır haline getirmek de Goodyear’ın insan­lığa hediye­si. İyi bir şey mi yap­mış araştır­madım ama adam bu yola hay­atını koy­muş, aile, çocuk, çoluk her şeyi feda etmiş. Günümüzde­ki tarz balon­lar 1847’de Londra’da J.G. İng­ram tarafın­dan imal edilmiş. 1930’lardan itibaren de tüketi­ciye sunulmuş.

Biz­im oyun­cak ya da deko­ratif olarak kul­landığımız balon­lar genelde latex. Malzeme gözenek­li olduğu için en fazla 24 saat şişik kal­a­biliy­or. Bir de met­al katkılı nay­lon olan­lar var. Bun­lar helyum­la şişir­ildiğinde ömür­leri 2 hafta‑2 ay arasın­da değişebiliyor.

Balon­cu­nun salkımın­da, çocuk­ların elinde gördüğümüz balon­lar baş­ka nerel­erde çıkıy­or karşımıza? “Çocuk tüketi­ciye” yöne­lik şaş­maz bir reklam yüzeyi oluş­tu­ruy­or. Boşu­na fast-food ve ben­z­eri mekan­lar­da çocuk­ların eline bir­er tane tutuş­tu­rul­maz… Balon­la ran­de­vu­muz genelde eğlence kavramı ile ilgili… Luna Park’ta bir hücre­cik­te alt­tan ver­ilen hava ile oynaşan balon­lara ateş edip pat­lat­maya çalışıy­oruz. Sokak sanatçıları arasın­da balon­dan cisim­ler yapan­lar var. Bunun için değişik şekillerde balon­lar kul­lanıy­or­lar, özel­lik­le ince­cik ve uzun olan­ları… Önce balo­nun ucu­nun şişir­ilip, son­ra geri kalan kıs­mının bel­li bir şek­ilde kıvrılarak yavaş yavaş şekil­len­mesi izleyen­lere, kuş, köpek, kedi, şap­ka gibi bildik biçim­lerin ortaya çık­masının pek kolay olduğu izlen­i­mi­ni verir. “Ne var ki, ben de yaparım” düşünce­si ile adamdan bir tor­ba balon alınır ve eve gelinir ama ne kadar yaratıcı olunur­sa olun­sun, bu konuda­ki ustalık ve beceri olmadan ortaya doğru dürüst bir şey çıkarıla­maz… Balo­nun çağ­daş sana­ta malzeme olması ise aaa­payrı bir konu.

Jeff Koon­s’­dan “Bal­loon dog”. Banksy’nin malum “Baloon girl” res­mi. “Scat­tered Crowd” ise dan­sçı ve kore­ograf William Forsythe’in bir yer­leştirme­si. Sadece bir kaç örnek…

Doğum günü, dav­et, sün­net… balon başköşede. Kafa kafaya ver­miş balon­larımız mekanın bir gün­lük mabet kapısı oluy­or. Bu hava dolu plas­tik kapı­dan geçip giriy­oruz içeri. Masalar­da balon, köşel­erde balon… Danseden­lerin ayak­larının arasın­da balon… Fransa’ya yeni geldiğimde birkaç düğün derneğe katıl­ma fır­satı bul­muş­tum. İlla ki insan­ları güldüre­cek bir kaç oyun olmazsa olmaz! “Bayan” mis­afir­ler ayak­ları­na bir­er balon bağlan­mış olarak dansederken, “bey­lerin” dört ayak, bu balon­ları diş­leriyle pat­lat­maya uğraş­masını bir hay­al edin bakalım… Ben gördüm. Evet Fransa’­da. Ağlasam mı, gülsem mi pek bilemed­im… “Bey­lerin” eline üzer­ler­ine traş köpüğü sürülmüş bir­er balon verip, “bayan­ların” eline de bir traş bıçağı tutuş­tu­rup, berber­ci­lik oynat­mak da baş­ka bir hikaye. Balonu pat­layan çift oyun­dan çıkıy­or. Ne desem?

Kam­era şakaların­da da balona rastlıy­oruz… Salkımını yoldan geçen birine emanet edip tuvalete giden balon­cu, sak­landığı yerde gülüy­or. Balon­ları tut­maya çalışan zat yer­den 1 metre yük­selmiş vaziyette ve panik halinde. Bir kedinin ya da köpeğin balon peşinde koş­ması da oldukça tra­jik bitiy­or genelde. Önce balo­nun hafi­fliğine ve küçücük bir dokun­may­la taa nerelere git­tiğine şaşıran hay­vancık, balo­nun hareket­ler­ine alışıp yakala­maya çalıştığın­da ya ısırarak ya da tır­naklarıy­la pat­latıy­or ve korku­dan popo­su tavana çarpıy­or. Garibimin trav­masının “komik” video­su da sosyal medya­da pek beğe­niliy­or. Hayır link vermeyeceğim!

Gün­lük dil­im­izde de balo­nun yeri var. Yalana, palavraya “balon” diy­oruz. Gerçek­ler ortaya çıkın­ca anlatılan­lar “Balon gibi sönüy­or”. Karikatür ve çiz­gi roman­ların konuş­ma yazıları da bir­er balon. Konuyu araştırırken, yeni teknolo­jil­er çıkıp da yiğitliği bozana kadar, uzun senel­er boyu baba mesleği­ni sürdüren kaligraf Şev­ki Sayışman’la bir şöyleşiye denk gelmiş­tim. “Ben kaligraf değil sey­yar balon­cuyum” diy­or­muş. Çok hoşu­ma gitmişti.

Balon var balon­cuk var. Balık­ların ağzın­dan çıkan balon­cuk­lar, dal­gıçların seri balon­cuk­ları… Sabun­lu suy­la yapılan balon­cuk­lar… Köpük köpük balon­cuk­lara hiç gir­miy­o­rum. Bu apayrı bir konu. Çocuk­ları makarası çözülmüş gibi güldüren, balon­cuk sil­sile­si. Üfle­meyi öğrenirken ağza bur­na bulaşan sabun… Balon­cuk­lar­la yapılan gös­ter­il­er. Ardı­na “cuk” eki­ni taka­may­a­cağımız büyük­lük­te, içine insan sığan dev balon­lar… Bu tip balon“cuk“ların en kült olanı Bar­barel­la’da. Jean-Claude Forest’in çiz­gi roman­ların­dan esin­lenerek 1968’de Roger Vadim tarafın­dan yönetilen bu filmde Barbarella’nın (enfes Jane Fon­da) ortalık yıkılır ve bir geze­gen yok olurken, kötü kalpli kral­içe (Ani­ta Pal­len­berg) ile bir­lik­te bir balon­cuğa sığınıp kur­tul­masını içiniz­den yaşı uygun kim­leri hatır­lar sanırım.

Ya, konuya girmeye­lim ded­im ama, dayana­madım yine, şu kara kış şiiri­ni de pay­laş­mak istedim.

 

Yolu­muz sine­maya düşmüşken bütün zaman­ların en önem­li balon fil­mi kuşkusuz : “Kır­mızı balon”. Yönet­men Albert Lam­or­isse, sene 1956. Diyalog­suz, 36 dakikalık bir kısa metraj. 1956 Cannes Film Festivali’nde en iyi kısa metraj ödülü baş­ta olmak üzere, birçok kez ödül­lendirilmiş ve hikayesi kita­ba dönüştürülmüş. Paris­li bir çocuğun bul­duğu kır­mızı balon­la dostluğunu anlatıy­or. Sonu ise oldukça acık­lı. Çiz­gi film­ler dışın­da gördüğüm ilk film olduğunu hatır­lıy­o­rum. Sine­madan gözyaşları ile çık­tığımı ise çok çok iyi hatırlıyorum.

Bu film sayesinde balon­lara baş­ka bir gözle bak­maya başladığım kesin. Hay­at boyu balon pat­la­masın­dan nefret etmem de bu film yüzün­den. Bunun balon fobisi, ya da balon pat­la­ması fobisi ile ilgisi yok.

Süs püs, bir afra bir tafra, bir kadının, barın köşesinde kurul­duğu yer­den kıpır­damadan, sevgilisinin çocuk­su bir yürek­le alıp ona hediye ettiği kosko­ca balon salkımını kendine doğru çek­tiği­ni görür görmez tüy­ler­im diken diken oluy­or. Ne yapacağını önce­den biliy­o­rum çünkü… O güze­lim balon­lar, sigaray­la teeeek teeek pat­latıla­cak. O hediyeyi hiç de hakketmediğinin ispatı! Vic­dan­sız! Bana bir salkım balon hediye eden hiç olmadı… Lüt­fen balonu anlayana hediye edin. Onları gördüğünde “yüreğin­den yüzlerce kuş havalanıy­or gibi” olana…

Biliy­or musunuz, ben hep kır­mızı balon­ları seç­tim balon­cu amcaların salkım­ların­dan. Göz­ler­im hep en yuvar­lak olanını aradı, hani şu “Kır­mızı Balon” fil­min­de­ki gibi olanı… O balon yusyu­var­lak­tı, biz­imk­il­er hep armut şeklinde.

le ballon rouge Kirmizi balon film

Kır­mızı balon”, Albert Lam­or­isse, 1956.

Fil­mi gördük­ten kısa bir süre son­ra bakın başı­ma ne gel­di. Çok küçük olduğu­mu hatır­lıy­o­rum, 3, en fazla 4 yaşın­day­dım. Babam bana balon aldı. Kır­mızı elbette. İpi bileğime bağlı. Bir yan­dan onu hayran­lık­la taşıy­o­rum bir yan­dan bakıy­o­rum,  filmde­ki o balon­dan fark­lı, yuvar­lak değil… Ben bun­ları ifade etmek için yaşı­ma göre sözcük bula­maz, ses­siz ses­siz yürürken, karşımıza babamın bir tanıdığı çık­tı. Yere çömel­di, bana şek­er­lik­ler yapıy­or. Babam da baş­ka bir­i­leri ile konuşuy­or. Bu adamı bugün görsem tanır mıyım bilmem ama bir elime geçirirsem ne yapacağımı biliy­o­rum… “Ne güzel balo­nun var senin öyle” dedi bana. Başımı sal­ladım. “Onu daha çok şişirme­mi ister misin, koca­man yapi­i­im mi ha?”. Yine başımı sal­ladım. Soru mu bu yani? Tabii ki ister­dim. Koca­man ola­cak ve yuvar­lak ola­cak, filmde­ki gibi. Balonu ipin­den çek­tim ve uzat­tım. Ne yap­tı biliy­or musunuz? Cebinden çak­mağını çıkardı ve altı­na tut­tu. “Pat!”. O ses hala kulağım­da, elimde kalan plas­tik parçası gözümün önünde. O anda­ki hay­al kırık­lığımı, mut­su­zluğu­mu hala hatır­lıy­o­rum, hat­ta yaşıy­o­rum. Cocuğunuzu ruh has­tası yap­mak istiy­or­sanız buyrun size tarifi…
Başlık res­mi de bu işte… “Küçük kızların balon­larının pat­latıl­ma­ması rica olunur.”

Her­halde Tai­wan­lı yönet­men Hou Hsiao-Hsien ben­im­le aynı dert­ten muz­darip. 2007 Cannes Film Festivali’nde gös­ter­ilen bir film yap­mıştı : “Le Voy­age du bal­lon rouge” (Kır­mızı balo­nun yol­cu­luğu). Song Fang ve Juli­ette Binoche’un başrolünü oynadığı bu film biz­im eski dost Kır­mızı Balon’a bir saygı gön­der­me­si. Şiirsel­liği ve kimyası ile çok etk­i­leyi­ci bir film.

Film­leri karıştırırken İranlı yonet­men Jafar Panahi’nin de “The White Bal­loon” adlı bir fil­mi olduğunu da öğreniy­o­rum. Çin­li yönet­men Pema Tseden, 2016’da gerek­leştirdiği “Bal­lon” isim­li fil­minde, Tibet’te, koyun yetiştiren ve üç oğlunu büyüten bir çiftin hikayesi­ni anlatıy­or. Ait olduk­ları gelenek­sel toplu­luk­ların­da tabu olan doğum kon­trolünü öğrenip zar zor elde ettik­leri prez­er­vat­i­fler ise en değer­li var­lık­ları. Anne Drolkar, dışarı­da oynayan çocuk­larını yastığının altın­dan yürüt­tük­leri “balon­lar­la” yakalayıveriy­or… Pete Doc­ter, Bob Peter­son ikil­isi ise 2009’da “Up” (Yukarı Bak) ile uçur­muş­tu bizi. Pixar Ani­masy­on Stüdy­olarının en iyi film­lerinden biri olarak kab­ul edilen bu ani­masyon­da, helyum­la şişir­ilmiş balon­lar sayesinde evi­ni Güney Amerika’nın bir köşe­sine uçu­ran sek­sen­lik amca Carl Fredrick­sen’le tanışıy­oruz. Pete ile Bob bu ödül­lü film için, üşen­meyip bütün balon­ları tek tek diza­yn etmişler. Kaç tane mi? Tam 10.297 balon. Rüya gibi…

balon

Bu ara­da işleri güç­leri yok, Wired Sci­ence’ın teknisyen­leri otu­rup hesaplamış. Carl amcanın evinin yer­den yük­selme­si için 100.000 ila 23.5 mily­on balon gerekiy­or­muş. Bu tah­min Pixar mühendis­leri tarafın­dan onay­lan­mış deniy­or, ama bana ara­da yüz bin ile 23,5 mily­on, ara­da çok fazla fark olan bir yel­paze gibi göründü… Nation­al Geo­graph­ic kanalının “How Hard Can it Be?” (Ne Kadar Zor Ola­bilir?) pro­gramın­da, 2011 yılın­da, gerçek boyut­lu bir test yaparak ortaya attığı hesaplar­dan gerçeğe sadece bir adım var. Car­l’ın taşın­masını deney­im­le­mek için 4.8 x 4.8 x 5.5 metre­lik, ahşap ve ultra hafif bir oyun evine 300 helyum balonu takılmış… ve evet, ev uçmuş…

Peki şarkılar ne diy­or? İbo’nun “Balon­larım vardı” şarkısını hatır­ladınız mı?… Gilbert Bécaud “Le marc­hand de bal­lons” (Balon satıcısı), Serge Lama “Les balons rouges” (Kır­mızı balon­lar)… İlk aklı­ma gelen­ler bun­lar… İyi­ce uzattım…

Balon dedik, balon­cuk dedik… Bir de Joseph-Michel et Jacques-Éti­enne Mon­golfi­er kardeş­lerin 1872’de icat ettik­leri balon var. Yapısı ve kul­lanımı açısın­dan biz­im müte­vazi kır­mızı balon­u­muz­dan çok fark­lı elbette. Isıtılmış hava ya da hafif bir gazla doldu­ru­lan atmos­ferde uça­bilen küre­den söz ediy­oruz. Jules Verne’in kulak­larını çın­lat­mak­la yetine­lim, çünkü “Balon­la beş haf­ta” kitabı gibi, bu konuda­ki yol­cu­luk da oldukça uzun.

Balon­ları çocuk­lara ve sadece onları sev­en­lere hediye ede­ceksiniz artık tamam mı? Şim­di siz bana söz veriy­or­sunuz, ben de son sözü Nâzım’a bırakıyorum.

dünyayı vere­lim çocuk­lara hiç değilse bir günlüğüne
allı pul­lu bir balon gibi vere­lim oynasınlar
oynasın­lar türküler söyley­erek yıldı­zların arasında
dünyayı çocuk­lara verelim
koca­man bir elma gibi vere­lim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir gün­lüğüne doysunlar
dünyayı çocuk­lara verelim
bir gün­lük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuk­lar dünyayı ala­cak elimizden
ölüm­süz ağaçlar dikecekler

 Teneffüsü uzatmak için, dizinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Bu makale güncellenmemiş hali ile 2007’de Hillsider dergisinde yayınlanmıştır.
Naz Oke on EmailNaz Oke on FacebookNaz Oke on Youtube
Naz Oke
REDACTION | Journaliste 
Chat de gout­tière sans fron­tières. Jour­nal­isme à l’U­ni­ver­sité de Mar­mara. Archi­tec­ture à l’U­ni­ver­sité de Mimar Sinan, Istanbul.