Gezegenin göbek kordonu olan ekosistem, insanın savaşa ilişik endüstriyel barbarlığının bir sonucu olarak artık hiç bir konuda yaşam sağaltamayacak hale geldi.
Ekosistemle olan hayati ilişkisini yüz yıllar boyu savaşlara ve endüstriye dayalı sömürgeci baskı sistemleriyle tahrip eden insanlık, ekolojik felaketlerle birlikte, endüstriyel uygarlığında da sürekli değişen — dönüşen ve giderek tanımlanamayan toplumsal ilişkiler yaratmakta.
Örneğin Avrupa-Amerika dünyasında kökten azalan fabrika sistemi, sanayi proletaryasının geleneksel sınıfsal konumunda farklı özellikler gösteren başka bir toplumsal süreci ortaya çıkardı. Bu yeni çağın kendine özgü en belirgin toplumsal ve sınıfsal özelliği fabrikalarda çalışan işçiler ile diğer alt sınıflar arası ilişkilerde kendini gösterdi.
3. Endüstri devrimi denilen ve esas olarak 2. dünya savası sonrası kontrolsüz sıçramalı Kapitalist ilerlemeyi karakterize eden otomotiv, nükleer enerji, bilgisayar ve bugün giderek en baskın sömürü ve kontrol sistemi silahına dönüşen mikroelektronik teknoloji ile birlikte alt sınıfların gerek birbirleriyle olan sistem ilişkisel konumları ve gerekse geleceğe dair kaderleri birbirinden ayırt edilemez bir ortaklığa evrildi. Dolayısıyla 20. yüzyılın toplumsal ve sınıfsal döngüsünden farklı olarak 21. yüzyılda kapitalizme karşı mücadelenin özneleri fabrikadan, sendikadan ve proleter yönelimden ziyade, insanlık olarak ta başından beri ihlal ettiğimiz ve içinden çıkılmaz hale getirdiğimiz “ekolojik — toplumsal ilişki” ye göre yeni baştan ele alınması gerekiyor. Çünkü, toplumsal değişimlerin itici –iradi– gücü olan insanın, biyolojik, ruhsal, sosyal, kültürel, politik, yani toplumsal serüveni, ona ezeliyetle eşlik eden ekolojik dünyadan bağımsız değil. Bugun dünyamızın ekolojik parametresine baktığımızda insanın ekosistem üzerindeki tahakkümü, gezegeni hiç te iyimser sayılmayan karanlık bir geleceğe doğru sürüklüyor.
Atmosferdeki kirlilik eşiğinin aşılması, buzulların erimesi, doğal kaynakların aşırı sömürülmesi, doğal habitatların parçalanması, bozulması ve endemik bitki — hayvan çeşitliliğinin yok edilmesi, iklim değişikliği, salgınlar, savaşlar, nükleer silahlar ve nükleer santraller… Bütün yaşamı tehdit eden bu unsurlar, insanlığın ekosistemlerin ekolojik esneklik kapasitelerini aştığına işaret etmekte. Bu eşik, ilgili varyantların karmaşıklığı nedeniyle belki kesin olarak tahmin edilemez ama insanın karşıt ekobiyografisinden gelen zararlı potansiyel müdahaleciliği ve vurdumduymazlığı devam ettiği sürece her an, “domino etkisi” ile, büyük bir yok oluşla yüzleşebiliriz.
Özetle bu son derece kritik hayatı aşamada ideolojik politik edimler ve kalıplaşmış ezberler ile sözüm ona toplumsal dönüşüm ve gelecek adına tasarlanan bütün o “insan merkezci”, “sınıfa dayalı” projelerin tek başına artık hiç bir karşılığı olmadığının da artık anlaşılması gerekiyor. Ancak bu konuda toplumsal duyarlılık taşıdığını iddia eden pek çok sol kesimin yaşanan mevcut ekolojik, jeopolitik gerilimler ve saldırganlıklar karşısındaki tutarsız ve çifte standartçı yaklaşımlarını düşününce, yaşanan kaos ortamında sıradan insanların olaylara karşı çaresizliği, kafa karışıklığı ve korkunç sessizliği var olan tabloyu daha da vahim hale getiriyor.
Bunun en açık görünürlüğünü Rus emperyalizminin Ukrayna halkına karşı açtığı “işgal savaşından yana taraf olan sol” saçmalık da yaşıyoruz. Putin’in Ukrayna’daki işgaline ve bombardımanlarına doğrudan karşı çıkmak yerine, Putin’in işgale ve savaşa gerekçe olarak ileri sürdüğü “Nato genişlemesi” ve “anti nazi propagandası” etrafında taraf olan “sol” kesimler son derece talihsiz ama tarihsel, hatta ibret verici bir tutum sergilemekteler.
Hala kalıplaşmış verili ideolojik ezberlerle düşünen dünya solu (“sol” derken, ekoloji hareketlerini ve anarşistlerin büyük bir bölümünü bu kapsamın dışında tutuyorum) neticede sapla samanı karıştıyor. NATO karşıtı dil üzerinden ilerlerken Putin’in kurduğu otokrasiden, oligarşiden ve militarizmi besleyen yayılmacılıktan bahsetmeye bile gerek duymuyor. Oysa gerçekte Putin’in kurnazca, işgalini meşrulaştırmak için sol kamuoyuna da kafa kol çektiği çok açık. Zizek’in deyimiyle, “NATO genişlemesi bahanesiyle Putin’in Ukrayna işgalini meşrulaştırmanın, Hitler’in işgallerini Versailles Anlaşması ile açıklamaktan farkı yok”.
Esasen bütün sorun 2000’lerin ortalarından bu yana, Rusya Federasyonu’nun temelini oluşturan özerk cumhuriyetlerin ve oblastların (Slavca eyalet ve bölge anlamına geliyor) özerk karakterlerini daraltan kontrol altına alan otoriter, emperyalist merkezileşmeden kaynaklanıyor.
Çünkü Ukrayna, Rusya ile paylaşmak istemediği ekonomik jeostratejik konumuyla, Rus emperyalist yayılmacılığın önünü tıkayan ve elini boş bırakan bir rol oynuyor şu anda…
Büyük Rusya’yı küçük Ukrayna ülkesine karşı bu kadar büyük bir savaşa yönelten şey nedir peki? Şu tabloya göz atılırsa Rusya’nın ukrayna işgalinin arka planı çok daha iyi anlaşılacaktır :
Ukrayna’daki yer altı zenginlikleri:
- Keşfedilen geri kazanılabilir uranyum cevheri rezervlerinde Avrupa’da 1. sırada yer alıyor ;
- Titanyum cevheri rezervlerinde Avrupa’da 2., dünyada 10. sırada;
- Keşfedilen mangan cevheri rezervlerinde dünyada 2. sırada (2.3 milyar ton veya dünya rezervinin % 12’sı);
- Demir cevheri rezervi bakımından dünyada 2. sırada (30 milyar ton);
- Civa cevheri rezervlerinde Avrupa’da 2. sırada;
- Kaya gazi rezervlerinde (22 trilyon metreküp) Avrupa’da 3. sırada (dünyada 13. sırada)
- Doğal kaynakların toplamında dünyada 4. sırada;
- Kömür rezervi açısından dünyada 7. sırada (33.9 milyar ton)
Ukrayna’daki Tarım Sektörü:
- Ekilebilir arazi açısından Avrupa’da 1. sırada;
- Kara toprak alanı bakımından dünyada 3. sırada (dünya hacminin % 25’i);
- Ayçiçeği ve ayçiçek yağı ihracatında dünya 1.si;
- Arpa üretiminde dünya 2.sı, ihracatında ise 4. sırada;
- Mısır üretiminde dünyada 3., ihracatında 4. sırada;
- Yetiştirilen patates hacmi bakımından dünyada 4. sırada;
- Çavdar üretiminde dünyada 5. sırada;
- Arıcılık üretiminde dünyada 5. sırada (75 bin ton);
- Buğday ihracatında dünya 8. sırada;
- Tavuk yumurtası üretiminde dünyada 9. sırada;
- Peynir ihracatında dünyada 16.sırada
- Ukrayna, 600 milyon kişinin gıda ihtiyacını karşılayabilmektedir.
Savaşla gelen ekolojik yıkım
Daha önce Grozni, Halep’te Gazze’de ve halen Yemen’de yaşandığı gibi, Ukrayna’daki savaş şehir ve kırsal bölgelerin ekosistemlerine ağır bir bedel ödetiyor. Kent merkezleri birbirine bağlı altyapı sistemlerine bağlıdır. Örneğin bir enerji santralı tahrip edildiğinde, öncelikle suya, ve sağlık sistemlerine zarar vermektedir. Son savaştan önce, Ukrayna’nın 44 milyon insanının üçte ikisi Kiev, Kharkiv, Kherson ve Mariupol gibi şehirlerde yaşıyordu ve iki hafta boyunca bu şehirler sürekli bombardıman yaşadı. 11 Mart’a kadar Birleşmiş Milletler, 2,5 milyon sivilin Ukrayna’dan kaçtığını ve Rus işgalinin ülke içinde 2 milyon insanı daha yerinden ettiğini bildirdi. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın en büyük mülteci krizini oluşturuyor.
2015’teki Suriye savaşına girdikten sonra, Rus ordusu Cumhurbaşkanı Beşar Esad rejimini muhalif bölgelerdeki hastanelere tekrarlanan saldırılar da dahil olmak üzere sivil nesnelere yönelik hava saldırılarıyla destekledi. Rus hava saldırıları 2015–2019 yılları arasında Suriye’de 140 kez hedeflenen pazarları, köprüleri ve sivil sağlık, su, tarım ve enerji altyapılarını hedef aldı. İşgal Şubat 24’te başladığından beri, işgalci Rus kuvvetleri geniş nüfuslu bölgelerde geniş alan etkisine sahip patlayıcı silahlar kullandılar. Rus hava saldırıları birçok kent sakinleri için elektrik, su ve enerjiyi kesti. Bununla birlikte, Ukrayna’nın Rus işgalini biraz ayırt edici kılan şey, Çernobil de dahil olmak üzere nükleer tesislerin Sovyet mirasının ve Ukrayna’daki yerleşim bölgelerine yakın bulunan ağır sanayi tesislerinin yarattığı insanlar ve ekosistemler için tehlikelerdir. Bu sitelerin çoğu sürekli çevre yönetimi gerektirir. Rusya’nın akaryakıt depolarına ve diğer enerji sahalarına saldırıları, sanayi tesislerinin bombardımanı ve yerleşim bölgelerinde patlayıcı silah kullanılarak üretilen toz ve molozlar, acil kayıpların çok ötesinde sivil sağlığa yakın ve uzun vadeli tehditler oluşturuyor.
Atom Bilimcileri Bülteni’ndeki 10 Mart tarihli bir makalenin belirttiği gibi, Rus işgalinin neden olduğu yaygın yıkım kaçınılmaz olarak, bu çatışmadan çok daha uzun bir ömürle devam edebilecekleri toprak, su ve yaşanabilir ortamların kirlenmesine yol açacaktır. Çevresel riske maruz kalma : doz ve zamanla ölçülüyor. Yani toksik maddelerden kaynaklanan çevresel risk, bir bireyin veya topluluğun belirli bir tehlikeye ne kadar süre maruz kaldığına ve hangi yoğunlukta veya dozajda olduğuna bağlıdır. Önceden var olan maruz kalma riskleri olan bireylerin veya toplulukların önceden var olan güvenlik açıkları da etkendir. Örneğin, büyük olasılıkla hem asbest hem de partikül madde yayan Rus birlikleri tarafından bombalandıktan sonra alev alan Ukrayna’nın İrpin kentindeki evleri ele alalım. Genç, sağlıklı bir insan için, yüksek bir dozaj oranı bile acil bir risk oluşturmaz, ancak yaşlandıkça kanser solunum sorunları riski artabilir. Ancak astımı olan küçük bir çocuk veya kronik obstrüktif akciğer bozukluğu olan bir yetişkin daha acil ve akut çevre ile ilgili sağlık riskleriyle karşı karşıya kalabilir. Ukraynalı gazeteci Kyrylo Loukerenko’nun aktardığına göre, Kharkiv’deki sığınaklarda uzun süreler geçirdikten sonra Amir adlı bir bebeğin zatürre geliştirdiğini ve ailesinin önü kinetik şiddetten korumak için batı Ukrayna’ya kaçırdıktan sonra çevreye bağlı bu solunum hastalığından hayatını kaybetti.
İşgalci Rus kuvvetlerinin yerleşim bölgelerine yönelik bombardımanı ile sivilleri hedeflemesi göz önüne alındığında, Radyoaktif maddelerin kinetik savaş hasarından çevreye yayılma potansiyeli her zaman daha fazla olacaktır.
Bir savaş stratejisi olarak ekolojik yıkım: Vietnam ve Körfez savaşları
Savaşın yarattığı ekolojik yıkıma en iyi örnek işgalci Amerikan ordusunun ekolojik yıkımı bir savaş stratejisi olarak gerçekleştirdiği Vietnam’dır. 2.2 milyar hektar orman ve tarım arazisi bombalama, mekanik temizleme, napalmlar ile çoraklaştırıldı. Vietkong güçlerinin saklandığı 1.5 milyon hektar (ki bu güney Vietnam’ın % 10’u) orman ve ekili alanları yok etmek için 72 milyon litre (55 milyon kilo) herbisit kullanıldı. “Portakal Gazı” (Agent Orange) adı verilen bu maddenin içerdiği dioksin şu anda bile bitkiler, yiyecekler, vahşi hayat, insan şutu ve yağ dokusunda bulunmakta. Bu müthiş çevresel yıkımın etkileri hala tam anlamıyla giderilmiş değil. Bitki kıyımının yanısıra “Portakal Gazı” maddesinin hayvanlar üzerine etkisi de oldukça çarpıcıdır. Bu kimyasalın kullanımından önce, kimyasala maruz kalan bölgede kaydedilen memeli türlerinin sayısı 30–35, kuş türleri ise 145–170 kadarken, kimyasalın kullanımından sonraki memeli türlerinin sayısı 5’e, kuş türleri ise 24’e düşmüştür.
Körfez Savaşı sırasında ise, yaklaşık 1.300.000 metre küp ham petrol ABD donanmasının yaklaşmasını engellemek için Kuveyt limanlarından Basra Körfezi’ne salındı. Yaklaşık 30.000 deniz kuşu bu olayda yok oldu. Ayrıca Mangrov ağaçlıklarının yaklaşık yüzde 20’sı, mercan kayalıklarının yüzde 50’sı ve diğer birçok deniz canlısı etkilendi, yüzlerce mil sahil şeridi kirlendi. 2010’da yapılan araştırmaların sonucu, bölgede bulunan gelgit düzlüklerinin 30–40cm derinliğinde hala bu petrolün bir kısmının durduğunu ve artık biriken petrolü çıkarmanın herhangi bir yolu olmadığını gösteriyor. Koylar petrolle tıkandı, 15 000 km Mezopotamya sulak alanı yok oldu, onbinlerce kuş öldü, birçoğu petrolün kalıcı etkilerine maruz kaldı, yüzbinden fazla perdeli ayaklı ve göçmen kuşun beslenme alanı zarar gördü, karideslerin sayısı savaş öncesinin % 1’ine düştü.
Sadece savaş sürerken değil, savaşların öncesinde ve sonrasında da ekolojik yıkım devam ediyor.
Savaşlara hazırlık aşamasında gerçekleşen silah üretim süreci de kirliliğe sebep oluyor. Bu kirlilik insanlar da dahil tüm ekosistemi olumsuz etkiliyor. Yine savaşlara hazırlık sırasında üretilen silahların kontrol edilmesi ve askeri tatbikatlar telafisi mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkarıyor. Verilen istatistiklere göre yeryüzünde 1.700’u ABD ordusuna ait 20.000’i aşkın alan, geleneksel toksik askeri atıklarca kirletilmiş durumdadır. Fazla üretilen, bozulan, artık kullanılmayan tonlarca silah hala yok edilmeyi beklemektedir. Savaş sonrasında denize bırakılan ya da toprağa gömülen silahlarsa aynı şiddetle ekosisteme zarar vermeye devam etmektedir
1977’de Mozambik’in Portekiz’den bağımsızlığını kazanmasından iki kısa yıl sonra ülke acımasız bir iç savaşa girdi. On beş yıl süren kanlı savaştan sonra, yaklaşık bir milyon kişi öldü, milyonlarca kişi daha yaralandı ya da yerinden edildi. Ancak bu çatışmanın tek kurbanı insanlar değildi. Savaşın çoğu, insan dışı yaşamla dolu 1.570 mil karelik bir alan olan Mozambik’in Gorongosa Milli Parkı’nın vahşi bölgelerinde gerçekleşti. Savaş sırasında askerler, yiyecekleri güvence altına almak için silahlarını hayvanlara ya da silah ticareti yapmak için fildişilerine çevirdiler. 1992’de barış antlaşması imzalandığında, Gorongosa’nın büyük hayvanlarının çoğunun nüfusu harap olmuştu — yüzde 90 veya daha fazla azalmıştı.
Ne yazık ki savaşlar ve yol açtığı ekolojik kırımlar yalnızca bunlarla sınırlı kalkmadı. Son yarım yüzyılda, büyük çatışmaların yüzde 80’inden fazlası biyoçeşitliliğin sıcak noktalarında yaşandı. Şimdiye kadar hiç kimse bu ölümcül olayların yaban yaşam üzerindeki etkisini ölçemedi.
Nature dergisinde yayınlanan bir çalışmada, insan çatışmasının Afrika’daki büyük memeli popülasyonları üzerindeki etkilerine dair rakamlar ortaya koymak için 1946’ya kadar uzanan veri hazinelerini inceleniyor. Sonuçlar, incelenen tüm faktörlerden, tekrarlanan silahlı çatışmanın vahşi yaşam üzerinde en büyük etkiye sahip olduğunu ve hatta düşük seviyeli çatışmanın bile büyük otobur popülasyonlarında derin düşüşlere neden olabileceğini göstermekte.. Ancak yinede bir umut ışığı var: Analize dahil edilen birçok yerde vahşi yaşamın insanlardan arındıktan sonar tekrar geri dönebildiğini kendi kendini yenileyebildiğini kanıtlar nitelikte. Ekosistemin insandan arındığında gerçekten de olağanüstü bir şekilde kendini yenileyebiliyor. Bu konuda birebir yaşadığımız en iyi öğretici Çovid-19 pandemi süreci oldu. Zorunlu sosyal tecrit nedeniyle insan etkileşiminden kurtulan ekosistemlerin insan tarafından tahrip edilen çeşitliliğine kendi kendini yenileyerek tekrar kavuştuğuna tanık olduk.
Savaşlarda Hayvanlar da insanlarla birlikte acı çekiyor
Savaşlar, acımasız birçok gerçeği ortaya çıkarır. Ukrayna’daki savaş, insan ve hayvan yaşamlarının birbirine bağlılığını, ölümcül tehlike karşısında bile merhametle, sevgiyle hareket etmeye olan amansız bağlılığımızı göstermesi bakımından güçlü ve acı verici bir ders niteliğinde.
Şiddetin ve savaşların hüküm sürdüğü her yerde, hayvanlar insan kurbanlarının yanında acı çeker ve çoğu zaman da onlarla birlikte aynı acı kaderi paylaşırlar… 1.dünya savaşını hatırlayın. Milyonlarca at ve eşek, yoksul insanların çiftliklerinden alınıp savaşa koşuldu, siperlerde insanlarla birlikte öldürüldü.
Ukrayna savaşı insan — hayvan ilişkisinin nasıl bir paradox yarattığının anlaşılması bakımından da bir görünürlük sağladı. Ukrayna’daki savaşın hayvanlar üzerinde yoğun korku, acı ve kafa karışıklığı duyguları yarattığına tanık olduk. Gazetelere ekranlara yansıyan görüntülerde hayvanların kameralara dünyalarının neden altüst olduğunu anlamadan baktıklarını görüyoruz ve insan dostlarının kendilerini yalnız bırakmasından korktuklarını anlıyoruz.
Bir başka açıdan bu durum insan — hayvan ilişkisindeki sorunlu insanlık halimize de işaret ediyor. Çünkü onları çoğunlukla kendi iradeleri dışında kendi doğalarından koparıp kendi kişisel egolarımızın kölesi haline getirmekteyiz. Bu da yetmezmiş gibi bir de şiddet ve savaş içeren felaketlerimizle yüzleştirmekteyiz. Buna çoğunlukla hakkımız olmadığını düşünüyorum.
Slav milliyetçiliğini yücelten bir savaş ağası: Zelenski
Cumhurbaşkanı Zelenski ise, “Büyük Vatanseverlik Savaşı“nı selamlayan ve Ukrayna devletini yücelten bir savaş ağası rolünde karşımıza çıkıyor. Yolsuzluğa dayanan bütün siyasi, askeri, adli, burjuva dünyasında olduğu gibi Ukrayna’daki burjuva devleti de neo-nazi, milliyetçi paramiliter gruplarla bağlantı kurmaktan çekinmiyor. Ukrayna’daki geleneksel Slav milliyetçiliğinden de beslenen bu milliyetçi ve ırkçı beyaz üstünlükçüler, kürtaj karşıtlığı başta olmak üzere LGBTİQ+ bireylere ve göçmenlere karşı saldırgan tutumlarıyla da biliniyorlar. Sonuç olarak Ukrayna devletinin ve onun yücelttiği vatanseverliğin, aşırı milliyetçilik dışında, yoksulluk içinde olan ve maaşlı bir iş bulmak için sürgüne gitmeye zorlanan Ukrayna halkına özgürlük olarak sunacak hiçbir şeyi yoktur…
1921’de Ukrayna’daki özgürlükçü Makhno hareketinin Bolşevik katil orduları tarafından kanla bastırılması ile başlayıp 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyet cumhuriyetlerinin silinmesi ile sonuçlanan iki tarihsel süreçten sonra Ukraynalıların komşusunu, ya da daha doğrusu Rusya Devlet Başkanını rahatsız eden ulusal bir bağımsızlık aradıkları çok açıktır. Burada dikkat edilmesi ve asla gözden kaçırılmaması gereken “Makhnovist anarşist kara savunması” başta olmak üzere Ukrayna’daki savaş karşıtı güçlerin giderek daha etkin hale gelme çabasıdır. Ancak Ukrayna-Rusya savaşı üzerine yapılan hariçten analizlerde nedense çabalardan hiç söz edilmez.
Savaşa Hayır demek, ekolojik yıkıma karşı seferber olmaktır
Tekrar Ukrayna’daki savaşa ve onunla birlikte yaşanan ekolojik yıkıma dönecek olursak…
Bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile birlikte savaşın insanlık ve ekosistem üzerindeki yıkıcı etkisi hiç bu kadar endişe verici olmamışken ve bilim insanları iklim değişikliğinin etkilerinin beklenenden daha hızlı, daha şiddetli ve daha fazla kurbana neden olduğunu ve olacağını açıklarken (bizzat kendileri de protestolara katılırken); dahası, insanlığın yarısı şu anda bu iklim değişikliğine karşı aşırı savunmasızken; bu küresel ekonomik cehennemi besleyen ve kışkırtan fosil yakıtlar üzerindeki mutlak bağımlılıktan vaz geçemezken; ve bunlarla birlikte kuraklık, sel, fırtına, yangınlar ve buna bağlı zorunlu göçler yeni kaynaklar için artan emperyal rekabet, silahlı çatışma ve her düzeyde gerginlik devam ederken; kısacası kendi “krizmatik” döngüsünden kurtulamayıp yeni bir küresel savaş periyoduna dönen kapitalist saldırganlık devam ederken; bu ekolojik — sosyal mevzilenme nasıl mümkün olacak ?
Elli yıldır ekoloji hareketi, iklim sorununun jeopolitik meselelerle ve dolayısıyla barış ve istikrarı ile yakından bağlantılı olduğunu dile getiriyor. Bugün yaşadığımız iki tarihsel yıkım, yani Covid-19 ve Ukrayna savaşı, bu 50 yıllık uyarının nelere yolaçtığının ve daha başka nelere yol açabileceğinin en korkunç en can yakıcı, en somut ifadesi oldu.
Nitekim fosil yakıtlara sıkı sıkıya bağlı toplumlarda yaşadığımız müddetçe devletlerin sürekli olarak çatışmaya girmesi muhtemeldir.
Ekolojik ve özgür bir dünya için tek çare, savaşa karşı topyekün ekolojik sosyal direniştir!
Şöyle ki, Ukrayna’daki emperyalist savaşa karşı seferber olmayıp izlemekle yetinirsek, artı 2°C ve ötesindeki bir dünyanın nasıl umutsuz olabileceğini şimdiden görebiliriz. Savaşın Ukrayna’nın ekosistemi üzerindeki tahrip edici etkisi devam ederken Avrupa ülkelerindeki tarım endüstrisi de tedirgin olmaya başladı. Çünkü tarım ürünleri alanında özellikle buğday alımında Ukrayna’ya bağımlı olan Avrupalı tarım sektörünün olası gıda krizine karşı kendini korumak adına, tartışmalı tarım ayarlarına geri döneceğini yani, tarım endüstrisinin çevre üzerindeki çoklu ve onarılamaz zararlarına, nitrat ve böcek ilaçlarının ve GDO’ların kullanımlarına hız vereceğinden kaygılanıyorum. Nitekim bunun ilk işaretini Macron’un kendisi verdi. Ukrayna’daki savaşın Avrupa’da gıda krizine yol açabileceğini söyledi. Savaşın uzaması her açıdan mevcut ekolojik krizi derinleştirirken Avrupa’da da buna bağlı sorunlar çok daha yakından hissedilecek gibi görünüyor.
Geçtiğimiz hafta Fransa’daki ekoloji hareketleri bu olası kriz karşısında fırsatçılık yapan tarım endüstrisine karşı şiddet içermeyen doğrudan bir eylem gerçekleştirdi. Geçtiğimiz Cumartesi sabahı, “Bretagne Contre les Fermes Usines” kolektifinin yaklaşık elli aktivisti, tarım endüstrisine ait bir tahıl trenini durdurmak için Sanders fabrikasına giden rayların üzerine bir duvar dikti. Eylemciler treni durdurdu ve vagonları boşalttılar, 1200 ton buğdayı yere boca ettiler. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali nedeniyle tahıl fiyatlarının yükseldiği bir dönemde bu eylem kafa karıştırıcı gelebilir ancak vagonlarda bulunan ve protestocular tarafından yere atılan buğday, insanları beslemek için değil yoğun hayvancılık sistemine enjekte edilmek için taşınıyordu. Bu eylem, Deux-Sèvres bölgesindeki mega havzaların sökülmesi, Lyon’daki “Bayer-Monsanto’ya karşı” ve “Agir 17” kampanyası ile ilgilidir. “Collectif Bretagne Contre Les Fermes Usines” (Fabrika Çiftliklerine Karşı kolektif) ise, Fransa’nın batısında bulunan Bretanya bölgesindeki endüstriyel çiftliklerin yasaklanması için mücadele etmekte.
Sonuç olarak insana hayvana suya ormana huzur ve özgürlük vaadeden ekolojik bir dünyaya doğru ilerlemek için tam da şimdi bu kaos aralığında her türden savaşa ve ekolojik yıkıma karşı topyekün harekete geçmeliyiz…
Kedistan’ı destekleyin, bağışlarınızla yaşatın