Türkçe | Français
Son yazımın konusu ve konuğu birilerinin sözde “sınırın sıfır noktası” idi. Hadi o vakit, özde sıfır nokta olan Wergeniman (Çobanpınar) köyüne gidelim. Bu köy, İran-Türkiye sınırının kelimenin en sahici manasıyla sıfır noktasında. İçine kuşku kuşu tüneyen varsa, pekâlâ netten kontrol edebilir.
Yıl 2015, mevsim kışımsı bahar. Bizim oraların soğukları namlıdır, bilirsiniz. Bir tanıdığın sınır taraflarına gideceğini öğrenince, fırsattan istifade tasımı tarağımı toplayıp atladım arabasına. O kadar acelesi vardı ki mübareğin; kahvaltısız bıraktı beni. Yol üstü bir simit aldım, tabii o zamanlar simit, ateş pahası değil! Sudan ucuz. Şimdi mi, hak getire simidi…
Bir müddet sonra, artık şebekelerin çekmediği köyleri vesaire dolaşıyoruz. Sırf iş olsun diye, camı enikonu hohlayıp bir kalp çizdim, çocukluk alışkanlığı işte. Tam da o esnada ileride yol kenarına park edilmiş bagajı açık bir pikap gözlerimizin erimine girdi. Yaklaştıkça mevzuyu kavrıyoruz. Meğerse yasağa resmen keklik avına çıkan iki kişinin aracıymış.
İçimdeki gazeteci “al sana haber!” diyor. Kayıtsız kalamıyor, kamera ve fotoğraf makinesini kayıt için hazırlıyorum. Biz durunca ellerinde av tüfekleriyle izbandut irisi iki kişi, bize doğru adımlamaya başladı. Ben de kayıt için onlara doğru yürüdüm, kart, kurt, Kürt diye sesler geldi kardan. Kürt sesi çıkar çıkmaz sordum:
“Hün li vir çi dikin?” (Siz burada ne yapıyorsunuz?)
Yasak olduğunu bile bile keklik avlıyorlarmış, ne olacak ki, herkes avlıyormuş! Fotoğraf ve görüntülerini çekebilir miydim? Seve seve kabul ettiler. Birer ellerinde cansız keklikler, berikilerde av tüfekleriyle poz verdiler. Poz üstüne poz. Hani “cheese” deyin deseniz, ağız dolusu gülecekler. Diş macunu reklamlarındaki oyuncular gibi.
Şoför arkadaşıma baktım bilmem ‑ne- der gibi bana baktı. Avla ilgili bir deste soru sordum diye, bir bir yanıt verdiler. Bir de baktım ki pikabın bagajı ölü keklik dolu. İçim resmen cız etti. Cızırtıyı duyan şoför, “gidelim” dedi. Aracımıza atladık, yola devam ediyoruz.
Sıkıntıdan olsa gerek, torpido gözünün açtım. Küçük bir testere. Testerenin dışleri çürük. Bir tornavida. Üzerinde “Kürtçe karışık” yazılı bir CD, biraz ıvır zıvır, ve bir kutu içinde “genatî”, bizim İranlı Kürtlerin pastası. Neyse, bir çift genatîyi aramızda paylaştık. Derken şebekelerin çektiği bir köyde mola verdik. Bilmem hangi numaralar kaç kez aradı ve üç beş mesaj geldi. Evde hemen haberi yazdım. Fotoğraf ve görüntüleri ile merkeze attım. Biz evden çıkmadan evvel haberi sitede bile gördüm, “Keklik Katliamı” diye.
Gene yola koyulduk. “Nerde bu Wargeniman?” der gibi olduğumuzu hissediyorum. Az sonra jandarma arama noktasına vardık. Jandarma erinin burnu, meme ucu pembesini almıştı. Neyse, kafa kağıtlarımızı gösterip geçiyoruz. İran’la arasında sadece bir ırmak bulunan Wargeniman köyüne nihayet vardık. Saat öğleden sonra iki gibi.
Haberle ilgili kayıtlarımı alıp işimi bitirdim. Şoförün beni beklediğini eve doğru dönerken, gözleri ışık zengini bir ana beni durdurdu. Elleri ve saçları kınalı, capcanlı bir kadın. Görseydiniz gözlerinin karası ne aydınlıktı, ışıl ışıl. Öğlen yemeği için kendilerine misafir olmamı istedi. Bile isteye azıcık naz ettim, ama kırmadım. Yolda tanış olduk.
O an o evde, bir o, bir de benden iki, üç yaş küçük olduğunu varsaydığım kızı vardı. Ellerimi yıkamak için lavaboyu sordum. Genç kadın eşlik etti. Pırıl pırıl bir lavabo, bal dök yala ! Teşekkür edip salondaki sobanın yanına oturuverdim. Kaşla göz arasında çayım da geldi. A benim canım, ne düşünceli, kaşık da getirmişti. Ama kıtlama içtim. Ana da öyle. Ana ile köy yaşamından, sınırdan falan muhabbet ediyoruz. Bir an gözlerim çorabıma ilişti, körolasıca baş parmağımda kaçık çıkmış ! Gayri ihtiyari, o ayağımı kimse farketmesin diye ayaklarımı altıma alır şekilde oturdum. Odada yalnız kalınca, odanın içini inceledim, göz taraması yaptım.
Bu duvar saati, çerçevelenmiş kitlesel bir Newroz fotoğrafı, bir adet “Allah’ın dediği olur” tablosu, bir de Kuran‑ı Kerim vardı. Duvar diplerinde üçe katlanmış İran battaniyeleri ve üzerinde yastıklar dizili. Elbette televizyon fiskos falan filan da vardı.
Göz açıp kapayıncaya dek albenili bir sofra kurdular. Handiyse kıtlıktan çıkmış gibi yiyebilirdim. Çalakaşık daldım sofraya. Bir güzel doyduktan sonra, otuz iki dişime keman çaldıran buz gibi bir bardak su içtim.
Sonracığıma bir soru sordum, dilimi eşek arısı soksaydı da sormaz olaydım, sordum: “Bu ne eti? Pek lezzetli.”
“Keklik eti” dedi ana. Oracıkta içim yandı, afakanlar bastı. Bir bavul dolusu ne ki, bir kamyon dolusu kasvet bastı. İdrak yolları enfeksiyonu yaşadım galiba. Dilim damağım sanki Japon yapıştırıcısıyla yapıştı.
O “keklik eti” cevabı içimi matkap gibi deşti, deşedurdu. Bir avuç demir leblebi çiğnemiş gibi, ağaçkakanın teki dilimi gagalamış gibi, ustanın biri kafama çekiçle vurmuş gibi hissettim.
Kaç kare yutkunduğumu sayamadım. Varın siz düşünün halimi ahvalimi… Zavallı ben.
Evden nasıl ayrıldığım konusunda hafızamda etraflıca bir kazı, arkeolojik çalışma yapmalıyım. Bir kere daha araçtayım. Araçta dizüstü çantamın dış cebinde bir çift el emeği yün patik buldum.
Herhalde beni utandırmamak için böyle yapmışlar, nice nice sağ olsunlar. Bu hasbelkader darbeden sonra, bir çift çorap olsa olsa züğürt tesellisi olur bana. Bu benim başıma gelen, kulaklara küpe, parmaklara yüzük olsun diyordum kendi kendime. Daha başkaca bir şey demeye mecalim de yoktu, doğrusu.
Dönüş yolunda muhabbetin ağzını bıçak açmıyordu. Arpacık kumrusu gibi düşünedurdum. Aynada göz ucuyla bana bakıp durduğunu ve bıyık altında güldüğünü fark ettim şoförün.
Belki de benim kuruntumdu, ne yediğimi nerede bilecekti ki… Velakin itiraf etmek gerekirse, “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” ya da “çevir kazı yanmasın” der gibi bir bakışı, bir hali vardı. Doğruya doğru…
Kedistan’ı destekleyin, bağışlarınızla yaşatın