Yetmişli yılların sonuydu. Bütün Ortadoğulu çocuklar gibi ben de Filistin — İsrail yangınının kıyısında büyümekteydim.
İsrail’in Filistin’de çıkardığı yangının üzerinde öyle çok politik rüzgar esiyordu ki, alevler yalnızca Filistin’i değil bütün bir Ortadoğuyu sarmıştı.
Siyonizmin Filistin işgali ve petrol krizinin yarattığı bu, “devletler arası terör arenası“nda, hayat pahalılığı, enflasyon ve devlet terörünün bütün kentlere ve köylere yayıldığı 1978 Türkiye’sinde, İstanbul’da, yoksul bir mahallede yaşıyordum…
Devlet uzantılı faşist çetelerin polisle birlikte halka saldırdığı, devrimci sol grupların ise, “savunmasız yoksul halkı faşist çetelerden ve polis teröründen korumak” adına, “yakın devrim hayalleriyle örgütlü, militan bir mücadele” ye kanalize ettiği, ama daha çok, birbirlerine karşı silahlı “iktidar” mücadelesi yürüttüğü bu günlerde, pek çok akranım gibi, yaşımdan ve boyumdan büyük bir savaşın içinde saf tutmak zorunda kalmıştım.
Mahalleler, fabrikalar, üniversiteler, liseler ve hatta ortaokullar bile bu son derece korkunç ekonomik sosyal savaşın ve kara mizahi “model devrim” kavgalarının tozu dumanı içindeydi. İşte bu günlerde yoksul mahallelerdeki halkı devletin polisinden ve çetelerinden korumak için savunmaya gelen “üniversiteli devrimci gençler“in arasında Filistinli öğrenciler de vardı.
Bu öğrencilerden biri de bizim “Ali Osman” adını verdiğimiz anti faşist Filistinli bir savaşçıydı. Onun mahallemizi kuşatan polislere ve faşist çetelere karşı korkusuzca sergilediği olağanüstü cesareti, beni çok etkilemişti.
Bir gün onunla birlikte mahallemizin direniş nöbetinde sohbet ederken, ona polislere ve faşistlere karşı neden bizden daha fazla cesaretli ve korkusuz olduğunu sordum. Bana, “Biz Filistinliler mahallenize saldıran polislerin ve faşistlerin vahşetinin mislisini kendi topraklarımızda, daha annemizin karnındayken yaşıyoruz. Biz nesiller boyu süren bu savaşın vahşeti içinde, korka korka korkmamayı öğrendik. Cesaretimiz ve korkusuzluğumuz burdan geliyor” dedi. Sonra belindeki silahın kabzasının kabarıklığına dokunarak ekledi, “Topraklarımızı dört mevsim, gece gündüz bombalayan siyonizme karşı savaşmaktan ve korkmamaktan başka çaremiz yok” .
Ali Osman’ın bizimle dayanışması sömestir dönemleri dahilindeydi. Okul tatil olduğunda bir gün bile gecikmeden Filistin’e dönüyor ve İsrail’e karşı savaşarak ailesi ve Filistin için sağ kalmaya çalışıyordu. Onu, “belki bir daha görüşemeyiz” diyerek, bizimle ve yoksul gecekondu halkı ile helalleştiği o son veda gününden sonra bir daha hiç göremedim. Kim bilir, belki bir sokak çatışmasında, belki de bir hava bombardımanında “sağsalim kalma” şansı olmamıştır.
Kuşatma altındaki kireç badanalı yoksul evlerin duvar diplerinde faşistlere karşı birlikte, omuz omuza, tetikte geçen yorgun ve uykusuz gecelerimizi, sağsalim güneşli sabahlara taşıdığımız bu Filistin soluklu anti-faşist savaşçıyı yıllar sonra başka bir diyarda, başka düşünsel bir yolculukta-Filistin’e bombalar yağarken hatırlamak, onu da beni de bu yazının ilk öznesi yapmış oldu.
İsrail’in ağır bombardımanı ve Hamas’ın roketleri ile Filistin’de yeni bir ”iktidar ve güç savaşı”na giriştiği bu günlerde Filistinli Ali Osman’ın 1978’de İstanbul’da, faşist kuşatma altındaki mahallemiz için gösterdiği unutulmaz dayanışma ne kadar anlamlı ise, bugün de biz yeryüzü dostlarının İsrail’in bombalarına karşı Filistinlilere karşı göstermemiz gereken antisiyonist anti- apartheid ve antimilitarist dayanışma da o denli anlamlı ve önemli diye düşünüyorum…
FOTO
İsrail’in ağır bombardımanı ve Hamas’ın roketleri ile Filistin’de yeni bir ”iktidar ve güç savaşı”na giriştiği bu günlerde Filistinli Ali Osman’ın 1978’de İstanbul’da faşist kuşatma altındaki mahallemiz için gösterdiği anti faşist dayanışma ne kadar anlamlı ise, onların şimdi, şu anda Filistin’de yaşadığı İsrail saldırılarına karşı yeryüzünü dostluğu ve barışı adına mücadele eden herkesin bu savaşın mağduru olan Filistinli ve İsrailli halklarla dayanışma içinde olmasının da o denli anlamlı ve önemli olduğunu düşünüyorum.
Öte yandan, işgal topraklarında savaşın bitmeyen ve dinmeyen acısıyla iç içe yaşayan yeni nesil Filistinli ve İsraillilerin, siyonist işgalcilerin bombalarına, apartheid duvarlarına ve milliyetçi Hamas gericiliğinin Filistin halkının barışçıl mücadelesi üzerinden yürüttüğü fırsatçı intikam saldırılarına karşı, karşılıklı dayanışmayı büyütmeleri ve iki halkın gerçek barışına giden nihai yolu birlikte açmaları da bugün bir o kadar hayati ve tayin edici bir öneme sahip. Çünkü bütün trajik sonuçlarıyla tekerrür eden bu, kahrolası savaşın “ateşkes“leri, mevcut iktidarları ve çıkar gruplarını ne zaman ve hangi barış masasında bir araya getirirse getirsin, Filistinliler ve İsrailliler arasında gerçek bir barışı sağlamayacaktır.
“İsrail devleti ve Filistin Yönetimi bir ‘barış“ ‘ anlaşmasına varırsa, İsrail’in vatandaşları için “güvenlik” arzusundan ve Filistin’in “bağımsızlık” arzusundan kaynaklanmayacaktır. Bu, her şeyden çok, uluslararası güçlerin çıkarlarının yapılandırılmasının bir parçası olacaktır, çünkü bu tür kavramlar düşünce tarzlarına yabancıdır. Politikacılar ve iş insanları tarafından başlatılan Cenevre anlaşmaları, amaçlandığı gibi imzalanır ve uygulanırsa, hayal edebileceğiniz diğer siyasi anlaşmalarda olduğu gibi bu çıkarların ifadesi olacaktır.”
Dolayısıyla İsrail ve Filistin arasındaki barış, ne Cenevre anlaşmalarıyla ne güvenlik konseyi kararlarıyla ne de benzeri uluslarararası diplomatik görüşmelerle çözülebilir. İsrail ve Filistin halkı arasındaki gerçek barış, ancak ve ancak iki halkın ortaklaşacağı “anti apartheid anti militarist ortak mücadele” ile mümkün olacaktır.
Soykırımlar ve ulus devlet ilişkisinde iki çarpıcı örnek
Ermeni soykırımı ve Mapuçe Soykırımı
Dünya ölçeğinde büyük bir trajediyle ve insanlık suçuyla andığımız Yahudi soykırımından önce Nazilere argüman sağlayan Ermeni soykırımı ile, Arjantin ve Şili’deki işgalci sömürgecilere “yeni ulus devlet” olma imkanı sağlayan “Mapuçe soykırımı” arasında çok büyük benzerlikler var.
Kendilerine “vadedilmiş kutsal topraklar”ı ele geçirmek için büyük soykırımlara girişen bu devletlerin, dünden bugüne uzanan soykırım günahlarını, verili tarihi koşulları içinde incelediğimizde, bütün bu soykırımların temelinde başka ulusların kanından “ulus devlet yaratma” anlayışı olduğunu görmekteyiz. “Ermeni Techiri” adıyla soykırım yaptıktan sonra el değiştirip yeni Türkiye Cumhuriyeti devletine dönüşen Osmanlı hanedanlığında olduğu gibi…
Osmanlı’nın Ermeni Soykırımı, müslüman Türklerden oluşan homojen bir (pan-türk) devlet yaratma planını maskeleyen 1. dünya savaşının örtüsü altında programlandı. Bu denklemde Ermeniler, Asurlular ve Yunanlılar için yer yoktu. İşte Osmanlı devletinin “Ermeni Techiri” adını verdiği ve Anadolu’dan Mezopotamya diyarlarına kadar uzanan topraklarda 1,5 milyon Ermeni’nin soykırımı böyle gerçekleşti.
İlk olarak 24 Nisan 1915’te İstanbul’da yüzlerce Ermeni aydın ve politikacı tutuklandı ve idam edildi. Ardından bütün Anadolu’ya ve Kürt diyarlarına yayılan soykırım harekatı başladı. Kadınlar çocuklar ve yaşlılar en ağır işkence yöntemlerinin insafına kaldılar ve açlık, hastalık tecavüz ve kıyımlardan geçtikleri Suriye ve Mezopotamya çöllerine sürüldüler.
Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasından sonra trajediyi bir perde kapladı ve Türkiye’nin yeniden doğuşunu onayladı. Bir diğer açıdan ise, Ermeni soykırımı, Osmanlı’dan sonra yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin (Kürt coğrafyasında ve Dersim bölgesinde büyük korkular ve suskularla perdeleyerek sürdürdüğü katliamalarında olduğu gibi), Nazilere de yahudi soykırımındaki büyük eylemleri için argüman sağladı.
Nazi Almanya’sının Polonya’yı işgal etmesinden önce Hitler’in sarfettiği şu sözler çok manidardır: “Bugün Ermenilerin imhasını kim hatırlıyor?”
Ermeni soykırımından sorumlu olanların sesizlik zaferi, yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin yolunu açan, ve ağzında 106 yıldır süren bir inkar söylemine dönüşürken, şovenizmin gölgesinden kurtulamayan, soldan sağa, pek çok kesimin sessizce ya da yüksek sesle onayladığı toplumsal bir “utanç”a dönüştü.
Bir başka örnek ise, Mapuçe Soykırımı ile ulus devlete geçen diktatörler ülkesi Arjantin…
Arjantin’in ulus devlet olma sürecinin birbirini tamamlayan iki soykırımcı figürü başkan Domingo Faustino Sarmiento ve General Julio Argentina Roca’dır. Güney Patagonya’daki eşsiz güzellikteki verimli bakir “toprakların insanları” olan Mapuçe (Tehuelche) yerlilerine karşı General Roca’nın, “Çölün Fethi”adıyla gerçekleştirdiği soykırımının ana fikri, sözüm ona Arjantin’deki özgürlük demokrasi ve medeniyetin temsilcisi, Başkan Sarmiento’nun şu sözlerinde formüle edilmişti:
“Yerlileri yok edebilecek miyiz? Amerika’nın vahşileri için çaresi olamayan, yenilmez bir tiksinti hissediyorum. O aşağılık pis yerliler şu anda yeniden ortaya çıksalar şimdi yeniden asarım. Lautaro ve Caupolicán pis iki yerli, çünkü hepsi böyle. İlerleme yeteneğinden yoksun oldukları için imhaları ilahi ve yararlı, yüce ve büyüktür. Hali hazırda medeni insana karşı içgüdüsel bir nefret besleyen küçük çocukları bile affetmeden yok etmek gerekir.”
(El Nacional, 11/25/1876)
Başkan Sermiento ise, 1864–1870 arasında Paraguay nüfusunun üçte ikisini yok eden soykırımı şu sözleriyle meşrulaştırmaya çalışmıştı:
“Guarani Irkı (Paraguaylılar), vahşi yerliler ve köleler mantıkla değil içgüdüyle hareket eder. Onlar ilkel barbarlığa ve sömürgeleşmeye mahkumdur. Yüz elli bini çoktan ölmüş cahil köpeklerdir… Bir tiranın tüm bu Guaraní halkını öldürmesi kutsaldır. Dünyayı tüm bu yaratıklardan temizlemek gerekiyordu… Gaucho kanından tasarruf etmeye çalışmayın. Gaucho’lar bu ülkeye faydalı olması gereken bir gübredir.”
(1872)Zalim olduğumu düşünmeyin. Tüm bu Guarani halkının öldürülmesi zorunludur; tüm bu insan dışkısından dünyayı temizlemek gerekiyordu”
(Domingo F.Sarmiento 13 Eylül 1859)
Bir mason misyoner olarak Arjantin oligarşisininin ilk ırkçı ideologu olan Sarmiento, gerek Paraguaylı yerli kızılderililere uyguladığı soykırım, gerek Paraguay’dan savaş maliyetinin ortaya çıkardığı ekonomik kriz, ve ayrıca bu dönemde Buenos Aires’te yaşanan sarı humma salgınının yarattığı sosyal kriz nedeniyle, 22 Ağustos 1873’te, seyahat ettiği arabaya ateş eden iki İtalyan anarşist kardeşin başarısız suikast girişiminin hedefi oldu.
Ancak gelen gideni aratmadı… Sarmiento’nun mirasını takip eden General Julio Argentino Roca, 1879 ve 1884 yılları arasında, komutasındaki 20.000 kişilik işgal ordusuyla “Çölün Fethi” kampanyasını gerçekleştirdi. Kampanyanın amacı, yerli halkların o dönemde nasıl algılandığını yansıtıyor: varlıklarına rağmen, bu topraklar Arjantin devleti tarafından “çöl” olarak tanımlandı. Bu işgalci müdahale ufuktaki yeni ve güçlü Arjantin ulus devletinin topraklarını genişletme harekatıydı bir anlamda… Bugün uluslararası kamu hukuku kapsamında hala bir anlaşmazlık konusu olan Patagonya Mapuçe bölgesi, Şili devleti tarafından fethedilmek üzere olduğunu iddia eden Arjantin devletinin politik gerekçesi olsa da, aslında bu toprakların daha sonra Arjantin ve Şili arasında paylaşılacağı “1881 Anlaşması“nın konusuydu.
Arjantin devleti, General Roca aracılığı ile Mapuçe halkını yok ederek ele geçirdiği hektarlarca araziyi sattı, ancak bazılarını işgal kampanyasında rol oynayan politikacılara ve diğer etkili pay sahiplerine hediye olarak sundu. Böylece Roca 30.000 hektarlık bir alana layık görüldü.
Yerli tutsakların çoğu Patagonya’nın en çorak bölgelerine, aralarından 3.000’i ise Buenos Aires’e sürüldü. Üremelerini önlemek için cinsiyete göre ayrıldılar: kadınlar şehrin farklı bölgelerine dağıtılıp hizmetçi olarak kullanılırken, erkekler özellikle birkaç yıl izole edildikten sonra büyük çoğunluğunun öleceği Martín García adasına sürgün edildiler.
Soykırıma karşı direnen son lonko (şef)) İnayakal ise esir alınıp uzun yıllar boyunca bir müzede soykırım envanteri gibi sergilenen halkının kafataslarının bekçiliğini yapmaya mahkum edildi. İnayakal’ın bu trajik serüveni, üzerine giydirilen işgalci üniformayı yırtıp müzenin merdivenlerinden kendini aşağı attığı gün sona erdi.
Arjantinli şilili ve İngiliz haydutların Mapuçe halklarından Selknam’ların topraklarına gelişi ile birlikte bölgeye çekilen maceracılar, altın avcıları, yerleşimciler, kısacası yerli — yabancı yeni toprak sahipleri ile birlikte Patagonya’nın etno ekolojik soykırımı, 150 yıl boyunca devam edecek olan Mapuçe halkı ile işgalci devlet haydutları arasındaki asimetrik çatışmanın kaynağı olacaktı.
Toprakları ele geçirilip Şili ve Arjantin sınırları ile kodlanan Mapuçeler, tıpkı İspanyol sömürgeciliğinden önce olduğu gibi, atalarının özgürce yaşadıkları toprakları geri kazanmak için mücadeleye başladılar. Patagonya’nın iki tarafında süren bu mücadelenin 1900’lerin başlarında çok önemli otonom deneyimlere mücadelelere yol açtığını da belirtmeliyim. 27 Temmuz 1918’de Punta Arenas’ta birçok işçinin katledildiği Magellan işçi Federasyonu direnişi ve 1921’de yüzlerce işçinin katledildiği Santa Cruz’daki Patagonya işçi isyanı gibi…
Özetle, Şili ve Arjantin arasında paylaşılan Patagonya’daki Selknam halkının yok olması, kimi Arjantinli ve Şilili devlet tarihçilerinin iddia ettiği gibi, “cahil bir oburluk”, “kabile savaşı” ya da “zavallı bir fiziki yapı” gibi şeylerin bir ürünü değildi. Şili ve Arjantin’in Güney ucundaki Mapuçe yurdunu ele geçiren ve iki devletin en etkin oligarşik gücü haline gelen “Patagonya Kralı” mahlaslı İspanyol Jose Menendez gibi soykırımcı sömürgecilerin eseriydi. “Bankaları ve nakliyeyi eklemeye gelen ekonomik imparatorluk, ticaret, sterlin karşılığında İngiltere’ye sattıkları koyun yününden kaynaklandı. Koyunların bölgeye sokulması ve daha sonra bu bölgelerde yaşayan bir hayvan olan guanaco’nun yer değiştirmesi, yerli halkın en büyük katliamlarından birinin kaynağıdır ve soykırımı örtbas etmek için o yılların tam editoryal gücüne sahiptir.” diyor bu soykırım hakkında yayınlanan bir makale.
Patagonya’daki yerli Mapuçe insanlarının varlığını tamamen yok etmek isteyen ve trajik tekrarları günümüze kadar uzanan bu vahşi soykırımcı toprak yağmasında, yerli Mapuçe halkına yönelik aşağılamalar, tecavüzler, gözaltında kayıplar, ve öldürmeler, bugün Menendez’in haydut geleneğini sürdüren Benetton ve Joe Lewis gibi çağdaş yabancı haydutların kontrolünde devam etmekte.
Büyük bir çıkar hırsı ile Patagonya ekosistemini geri dönüşü olmayan bir noktaya getiren haydut şirketler ve hükümetler, bölgenin bio çeşitliliğine ve onunla birlikte var olan bütün canlı varlıklara; toprağa, suya, ormana, hayvana, insana yani kadınlara, çocuklara, gençlere, yaşlılara ve ötekileştirilen bütün kimliklere karşı uyguladıkları her türden tecavüzün şiddetin ve sömürünün ifadesi olan Terrisit1 karşısında herhangi bir yüzleşme ve maliyet ödemeden büyük ekolojik sosyal yıkımlarını sürdüyorlar.
“Terrisit” konusunda okuyabilecekleriniz :
• Doğaya ses olan Mapuçe Moira İvana Millán ile söyleşi
• “Terrisite Son!” • “Buen Vivir” – İyi Yaşam Manifestosu
Yahudi Soykırımının anatomisinden doğup Filistin’de işgalci ve soykırımcı bir devlete dönüşen siyonist İsrail
Tarihsel künyesine baktığımızda yüzyıllar önce Filistinli, Yahudi, Bedevi, Dürzi ve daha pek çok kadim halkın barış içinde bir arada yaşadıkları topraklara ev sahipliği yapan Filistin, 20.yüzyılla birlikte Nazilerin yahudi soykırımı sonrası şaşırtıcı bir şekilde, Yahudi halkının “öncelikli, ayrıcalıklı ve üstün bir halk” olduğunu iddia eden İsrail siyonizmi tarafından ilhak edildi.
İsrail Devletini tanımlamak için en uygun etiket “APARTHEİD“dir. Bunun sadece eski imparatorluklar tarzında bir halkın bir başkası tarafından fethedilmesi olmadığını söylemek gerekiyor. Bu ne İncil’den alınan bölünmemiş bir İsrail topraklarına olan inancın ifadesi, ne de yerleşimcilerin liderlerinin güçlü lobisinin baskısından kaynaklanıyor ve kesinlikle etkin bir rol oynuyor.
Apartheid kuralı, birkaç güçlü çıkara hizmet eden bir şey olarak görülmelidir. İlk olarak, İsrail ekonomisine hizmet etti, yani İsrail kapitalistleri, çoğunlukla küçük ve orta ölçekli işverenler tarafından üretim ve inşaatta kullanılan ucuz işgücü sağlayarak…
1948’den 1966’ya kadar askeri yönetim altında olan İsrailli Araplar bu role ve daha da önemlisi 1967’de işgal edilen bölgelerin sakinlerine hizmet etti. Ancak son zamanlarda, El-Aksa İntifadaşının ve geçici iş göçmenlerinin kitlesel “ithalatının” bir sonucu gibi, bu işgücüne serbest erişim kesintiye uğradı. Büyük İsrailli şirketler 1967 işgalinden kar elde ettiler, çünkü onlar için rakipleri olmayan büyük bir tüketici pazarı açtı. İsrail’de her zaman güçlü olan askeri kuruluş ve üst düzey personeli, askerlik hizmetini bitirdikten sonra hükümet ve endüstride her zaman emin kariyerlere sahip olmuş ve konumlarını ve haklarını güvence altına almak için apartheid’i ve çatışmayı uzatmak için kazanılmış bir çıkara sahiptir.
Apartheid, anti-Siyonist sol, iki devlet modeli ve FKÖ’nün kuruluşuna yardımcı olan İsrail
Bir hatırlatma: Bir Filistin devletinin kurulmasıyla ilgili ciddi görüşmeler ilk İntifada’nın sonuna doğru başladı. Ana Siyonist solun liderlerinden ve günümüzün daha radikal solundan neredeyse hiç kimse böyle bir anlaşmayı hayal etmedi. Oslo döneminin başında bile hala özerklik hakkında konuşmaktaydılar. FKÖ ve anti-Siyonist sol, tüm vatandaşlarının laik bir devletinin kurulmasından bahsediyordu. Aslında Filistin Yönetimi, İsrail bu rolde FKÖ’NÜN kurulmasına yardım edene kadar hiç mevcut değildi. İki ülke için iki devlet öngören barış anlaşması, yalnızca ilk İntifada ve küresel dünya ekonomisindeki değişikliklerin ardından İsrail ve ABD kapitalistlerinin bölümlerinin çıkarlarına uymaya başladığında gündeme girdi.
Böyle bir barış ne anlama geliyor?
Genişletilmiş İsrail’deki durumun apartheid olarak tanımlanmasına devam edersek ve bunu Güney Afrika’da var olanla karşılaştırırsak, barışın İntifada’nın İsrail’e hizmet edecek bir komprador Filistin liderliğine sunulması anlamına geldiğini görebiliriz. Genellikle “normalleşme” olarak adlandırılan böyle bir barış, küreselleşme etiketi altında tüm dünyada meydana gelen süreçlerle ve “tüm Akdeniz ülkelerinin serbest ticaret bölgesi” ile sonuçlanacak şekilde tasarlanan bölgesel ticaret işbirliği girişimleriyle ilgilidir. Tüm dünyada, bu tür anlaşmalar yerel ekonomilerin çok uluslu kaygılarla ele geçirilmesine, temel insan haklarının ihlal edilmesine, kadın ve çocukların statüsünde ve koşullarında bozulmaya, sosyal şiddete ve çevrenin tahrip olmasına yol açmıştır.
Böyle bir anlaşma ve barış en azından şiddetin sona ermesini sağlayacak mı?
Pek olası değil… Ekonomik sıkıntılar ve sosyal boşluklar artacak, mülteci sorunu çözülmeyecek. (..) Devletler bir çıkar sistemi içinde hareket ederler ve bizim gibi sıradan insanlar kaygı listesinde yüksek değildir. Daha iyisi için herhangi bir değişiklik yapmak, boşlukları azaltmak ve karşılıklı öldürmeyi durdurmak istiyorsak, garip “demokratik” protestodan başka bir şey yapmayan Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından finanse edilen siyasi liderlerin itaatkar kuklaları olarak davranmamalıyız. Bunun yerine, ulusal bölümleri kaldırmak ve her şeyden önce karşılıklı ve sürekli katliama neden olan askeri güçlere direnmek için hareket etmeliyiz.
Cenevre anlaşmaları ya da başka bir alternatif olsun, siyasi bir programı teşvik etmemize gerek yok. Bunun yerine, bölgenin tüm sakinleri için tamamen farklı bir yaşam tarzı ve eşitlik talebini gündeme getirmeliyiz. Bağımsız ve yerel bir şekilde hareket etsek bile, devletler olduğu sürece ve kapitalist sistem var olmaya devam ettiğince, elde etmeyi başardığımız her gelişmenin kısmi ve kalıcı bir tehdit altında olacağını hatırlamalıyız. Bu nedenle, mücadelemizi dünya kapitalizmine karşı tüm dünyada sürdürülen mücadelenin bir parçası olarak görmeli ve sınıf baskısının, sömürünün kaldırılmasına dayanan devrimci bir değişim çağrısında bulunmalı ve yeni bir toplum inşa etmeyi hedeflemeliyiz: sınıfsız bir anarşist-komünist toplum. Devlet zorlamasının olmayacağı, örgütlü şiddetin kaldırılacağı, şovenizmin varolmayacağı ve kapitalist dönemin diğer tüm kötülüklerinin kaldırılacağı bir toplum.”
Bu satırlar 15 Mayıs 2004’te Tel Aviv’de düzenlenen bir gösteride, “Anarşist Komünist Girişim” imzasıyla dağıtılan broşürde geçiyor. “Anarşist Komünist Girişim”, bazıları İsrail Refüsnik hareketine en başından beri dahil olan ve protestolarının bir sonucu olarak hapis cezasına çarptırılan üç farklı şehirden küçük bir grup İsrailli anarşist tarafından kuruldu.
Yerleşik siyonizmin her İsrailli gibi bütün sol düşünce biçimlerine de sirayet ettiğini düşünecek olursak, İsrail solunda bu denli radikal anti siyonist, anti militarist bir söylem çok şaşırtıcı ve çok anlamlı değil mi?
Batı Şeria’ya Apartheid duvarı
Duvar güvenliği değil, bölgeyi ilhak etmeyi ve yerleşim projesini genişletmeyi amaçlıyor!
Ekim 2000’den Ocak 2004’un sonuna kadar, 445’i reşit olmayan 2.376 Filistinli öldürüldü. Aynı dönemde 600 İsraillileri öldürüldü, aralarında 74 küçükler vardı. Son 3 yılda bölgede 18 yasin altında 500’den fazla çocuk öldürüldü. Şiddetli İsrail işgali, yasadışı yerleşimciler projesi ve işgal altındaki Filistin topraklarındaki sivil nüfusa yönelik zulümler, 1967 sınırlarıyla Yeşil hattın İsrail tarafındaki sivil topluma zarar verdi.
İsrail hükümeti bir “çözüm” buldu: Filistin ve İsrail nüfusu arasında 8 metre yüksekliğinde sözde “güvenlik duvarı” dediği, Batı Şeria Duvarı’nı inşa ettti.. Yeşil hattın uzunluğunun iki katından fazla olan ve işgal altındaki toprakların derinliklerine kadar uzanan bu duvar, birçok köyü yakınındaki kasabalardan ve diğer köylerden, köylüleri hastanelerden, okullarından gelen çocuklardan ve köylüleri tarlalarından ve işyerlerinden ayırdı.
Yeşil hat içinde, duvarın inşası aynı zamanda yaşlıları uygun bakımdan, çocukları yiyecek ve uygun eğitimden ve halkı güvenliğinden kopardı… Her şeyden önce duvar, İsrail ve Filistin halkının ihtiyacı olan barıştan, adaletten ve güvenlikten ayırdı.
Ayırma duvarının maliyeti kilometre başına yaklaşık 2,2 milyon ABD dolardır — tüm çit için de yaklaşık 1,4 milyar ABD doları. Çitin ve yerleşimin inşası için her Şekel, gıda, eğitim, sağlık ve kalkınma için bir Şekel daha az anlamına gelmektedir.
2004 rakamları itibariyle İsrailli çocukların üçte biri yoksulluk sınırının altında. Yarım milyondan fazla insan aç. Gazze Şeridi nüfusunun %13’ünden fazlası yetersiz beslenmeden muzdarip. Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinli nüfus arasında %50’den fazla işsizlik var…
Yeşil Hat’la gelen Siyonist işgal ve Apartheid politikası
Filistin topraklarının paylaşımı üzerine dönen çatışma, diğer bir deyişle, iki halkı birbirinden ayırıp siyonist işgale ve Apartheid ‘e zemin hazırlayan ilk bölünme, Yeşil Hat’la birlikte başladı.
“İsrail’in ‘Bağımsızlık Savaşı’ndan veya Filistinlilerin ‘Felaket Günü’nden (bakış açısına göre değişir ama her halükarda 15 Mayıs 1948 ve 20 Temmuz 1949 tarihleri arasında vuku buldu) önce bile her iki tarafı da tatmin edecek bir paylaşım planı önermek mümkün değildi. İsrail ve Filistin bölgeleri ya iç içe geçmişti ve ayrılamayacak kadar dip dibeydiler, ya da fiilen örtüşüyorlardı. Örneğin, 1947’de Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi, Filistin topraklarından bitişik bir İsrail Devleti kesip çıkarmayı başaramamış, ve dolayısıyla, siyasi olarak bağımsız fakat coğrafi olarak örtüşen ve birbirine bağlı iki devlet –İsrail ve Filistin Devletleri– kurulmasını önermekle yetinmek zorunda kalmıştı. Yeni İsrail Devleti ile 1949 Ateşkesi sırasındaki komşularını ayıran Yeşil Hat’ın yapım sürecinde 700.000 Filistinli ya yerlerinden edildi ya da resmi İsrail’deki evlerini terk etmeye mecbur edildi.
Mültecilerin büyük bir çoğunluğu ‘geçici’ olarak, maalesef ama oldukça tahmin edilebilir bir şekilde tam da İsrail’in 1967 savaşı sonrasında ele geçirip işgal etmeye koyulacağı topraklar arasında bulunan Gazze şeridi ve Batı Şeria’ya yerleşti. İsrail, 1967’nin sonu itibariyle ve hem uluslararası hukuku hem de kendi yasalarını açıkça ihlal ederek –o gün bugündür İsrail Yüksek Mahkemesi’nde mücadele ediliyor– sistematik bir biçimde Batı Şeria’ya ve Gazze şeridine “yerleşmeye” başladı – yani, buraları kolonize etmeye… Sina Yarımadası 1982’de Mısır’a iade edilmiş olsa da İşgal Altındaki Topraklardaki yasadışı yerleşimler israil savunma Kuvvetleri komutasında çoğalmaya devam etti.”
(Hollav Land İsrail’in işgal mimarisi)
İsrail Savunma Kuvvetleri (iSK) ile İşgal Topraklarını Haritalandırmak
Hollov Land projesi
“Hollow Land İsrail’in işgal mimarisi” adlı kitabın yazarı Eyal Weizman’ın aktardığına göre :
“Küresel eğilimleri izleyen İSK, son yıllarda yönetimin farklı kademelerinde bazı enstitüler ve düşünce kuruluşları” kurdurmuştu. Bunlardan biri de, İsrail ordusundaki tüm üst düzey görevlilere –ve ABD deniz piyade sınıfının bazı mensuplarına– eğitim veren Operasyonel Kuram Araştırma Enstitüsü (OTRİ) idi. OTRİ, 1996–2006 yılları arasında, ikisi de emekli tuğgeneral olan Simon Naveh ve Döv Tamarı’nın yönetimi altında faaliyetlerini sürdürdü. OTRİ’nin en ateşli öğrencilerinden biri olan Tuğgeneral Aviv Kocavi, İsrail ordusunun Mart-Nisan 2002’de Nablus’taki Balata mülteci kampı ile Batı Şeria’daki bazı Filistin kentlerini hedef alan saldırısını yönetmişti.” Weizman’la yaptığı bir söyleşide Tuğgeneral Aviv Kocavi, işgal staratejisini nasıl gerekçelendirdiklerini şöyle açıklıyordu: “Düşman[ımız], mekâni geleneksel, klasik bir tarzda yorumluyor. Bu da demek oluyor ki sokak, [bizim açımızdan] içinde yürünmesi yasak olan bir yer; kapı, içinden geçilmesi yasak olan bir yer; pencere, içinden bakılması yasak olan bir yer çünkü sokakta bizi bir silah, kapıların arkasında bizi bir bubi tuzağı bekliyor.”
(Hollav Land İsrail’in işgal mimarisi, s. 198).
Ben [bu mekân] yorumuna ve [uluslararası hukuka] uyup sonra da onun [düşmanın] tuzaklarına düşmek istemiyorum. Onun tuzaklarına düşmek şöyle dursun, onu şaşırtmak istiyorum. Savaşın esası budur. Kazanmam lazım. Beklenmedik bir yerden çıkmam gerek. Biz de bunu yapmaya çalıştık.
(Hollav Land İsrail’in işgal mimarisi, s. 198).
Yer yüzünde her on yılda bir üzerine her gün tonlarca bombalar ve füzelerler yağdırılan Filistin dışında bir coğrafya var mıdır? Ya da kuşaklar boyu süren ve hiç bir kural yasa ve sözleşme tanımayan bu kör savaş kadar sonsuz acı ve korku ile sınanan başka yeryüzü çocukları var mıdır?
Aynı topraklarda yaşamak için birbirine muhtaç iki halkı, hiç bir insanı ahlaki değer tanımadan birbirinden ayıran ve yalnızca karşılıklı savaşmaya ve öldürmeye mahkum eden siyonizm ve gerici Arap milliyetçi Filistin yönetimi, ”sektörel bir militarist yönetim biçimi” olarak, on yıllardır bu kanlı savaştan beslenmekteler. Eko sistemi hiçe sayan, kendi tanrılarını bile susturan bir savaş imparatorluğu bu…
1948’den beri üzerine kimyasal savaş yağan bu toprakların faunasının, ekosisteminin, insan, hayvan, bitki, tüm bileşenleri ile birlikte yaşadığı işkenceyi, acıyı ve ölümü düşünebiliyor musunuz?
“Kutsal Filistin toprakları”nda hayatın ve barışın biricik ve kutsal besin kaynağı sayılan zeytin ağaçlarını bile, kendi tanrılarının huzurunda yok etmekten çekinmeyen siyonist devlet, Yeşil hat boyundaki Filistinli mülteci yerleşkelerinin eko-topografisini, Batı Şeria’daki duvarla birlikte yeni işgal güzergahı olarak dizayn etmiş ve militer güçleri ile buradalardaki ekosistemi, evleri, bahçeleri, tarlaları savaş araçlarıyla birlikte yıkmış ve tahrip etmiştir. Bu eko-etnik yıkımı şöyle de yorumlayabiliriz: Siyonizm’in sözde tanrının armağanı saydığı yeryüzü nimetlerine saygısı, onun tahrip gücü sınırsız savaş gücü ile yaratmış olduğu bilançosu kadardır.
Yani siyonist İsrail ordusu ve onun işgal kurmaylığı, Balata mülteci kampında ve diğer yerlerde savaş suçları işleyerek ilerledi. Savaşın ardından “geçici” olarak işgal edilmiş bir bölgede bulunan sivil halkın evlerine girip, evleri işgal edip, savaşı bu evlerin içinden yürütüp nihayet onları yıkarak…
“Duvarların içinden yürüme stratejisini bu yüzden benimsedik… bu mikro-taktiksel uygulamayı başlı başına bir yönteme dönüştürdük ve bu yöntem sayesinde mekânın tamamını başka türlü yorumlayabildik”.
(Hollav Land israil’in işgal mimarisi, s. 199).
2002’de İsrailli mimar Eyal Weizman’ın dünyanın ilk geniş kapsamlı İşgal Edilmiş Topraklar haritasını yayınlaması büyük bir yankı uyandırdı. Hollow Land İsrail’in işgal mimarisi 2adlı kitabının 2007 baskısının son sözünde Weizman şöyle diyor:
“Arazinin yüksek noktalarının nirengisi ve daha sonraları hava fotoğrafları ve uydu görüntüleri vasıtasıyla perspektifini oluşturan haritacılık çok yakın bir zamana kadar neredeyse tamamen kolonyal iktidar mekanizmalarıyla ilişkilendirilmiştir. Fakat, [ikinci] İntifada’dan beri, giderek daha yaygın bir şekilde iktidar mekanizmalarına başkaldırma ve onları sekteye uğratma girişimleriyle ilişkilendiriliyor […] 2001’de, B’Tselem’de çalışan araştırmacı Yehezkel Lein’den bir davet aldım: yapılı çevre yoluyla –bilhassa İsrail yerleşimlerinin planlaması yoluyla– Filistinlilerin haklarının ihlal edilişini gözler önüne serecek kapsamlı bir raporun, Land Grab, hazırlanmasına katkıda bulunmamı istedi. Sayfalarca çizimi, düzenlemeyi, taslağı ve planı çözümleyerek, bazı saha ölçümleri ve tepe uçuşları gerçekleştirerek mimarının ve planlamanın en gündelik kullanımlarında insan hakları ve uluslararası hukuk ihlalleri tespit ettik […] Suçu, imar planları için tasarladıkları çizgilerle, mimarlar ve planlamacılar işlemişti. Kanıt ise çizimlerin kendisiydi. Mimarlığın işgal ile giriştiği suç ortaklığını kanıtlayacak delilleri toplarken, tüm çizimleri ve imar planlarını tek bir haritada biraraya getirdik. ”
(Hollow Land İsrail’in işgal mimarisi, s. 261–2)
Weizman’ın devrimcilik gibi bir iddiası yok, ama hazırladığı harita, Batı Şeria ve Gazze’deki işgalde “reformu” veya insanileşmeyi değil, işgali tümden sona erdirmeyi hedefleyen devrimci bir girişim. Weizman çalışmasını, mütevazı bir yaklaşımla, işgale karşı mücadele eden bağımsız örgütlerin çalışmalarına benzetiyor: Kudüs Uygulamalı Araştırma Enstitüsü (ARIJ), Planlama Hakları için Plancılar (Bimkom), Konut Yıkımına Karşı İsrail Komitesi (İCAHD) gibi… Bu örgütler, Weizman’ın ifadesiyle, “işgali sona erdirmesi için İsrail hükümeti üzerinde baskı oluşturacak eylemler” örgütlüyor (s. 259–260). Weizman’a göre bu grupların çalışmaları, “insan hakları örgütleri ve BM organları kanalıyla Filistin mülteci kamplarının tasarlanmasına ve iyileştirilmesine, yıkılan evlerin ve kamu binalarının yeniden yapılmasına, Batı Şeria’daki duvar yüzünden erişime kapanan okul ve hastanelerin taşınmasına yardımcı olan mimarların yaptığı ise taban tabana zıt”. (s. 260). Bu tür girişimlerin amacı işgali sona erdirmek değil, “İsrail’in işgal rejimi koşullarında yaşayan Filistinlilerin hayatlarını daha çekilir kılmak” (s. 260).
Keza İsrail’in Siyonist solu da aynı hatta yer almaktadır. Filistin halkının temel sorunu görmezden gelen İsrail sol’u, devletin bekasının gölgesinde yürüttüğü siyonist devletçiliği ile sözüm ona “Barış Kampı” ile savaş politikalarına karşı muhalefet (!) yürütüyor.Siyonist solun kendi başına karşılayabileceği en iyi şey, ikinci sınıf vatandaşlara (Filistinli, Bedevi, Dürzi ve yabancı işçiler) “cömert teklifler” sunan Barak ya da Sharon’un “askeri demokrasi“si dir. Bu, yoksul Filistinli gettoların kurulmasından başka bir şey ifade etmez. Gerçekten de, sözde “barış sürecinin” başlangıcı olan 1993’ten bugüne kadar Filistin halkının durumunun daha da kötüleşmesi ve topraklarındaki yerleşimcilerin sayısının iki katına çıkması hiç şaşırtıcı değil!
İsrail solu, Ariel Şaron Hükümetinin (ya da ondan önce Barak ya da Netanyahu ya da Rabin) acımasızlığı için bir engel teşkil etmez, çünkü elleri taleplere, ihtiyaçlara ve İsrail ordusunun bakış açısına kör bir itaat içinde bağlanır. Sol kamp, askeri bir çözüme inanmaz, ancak aynı nefesle orduya katılmayı ve ne olursa olsun tam, koşulsuz destek vermeyi de gizlemez.
“Barış” kampı olarak adlandırılan İsrail solu, Filistin halkının topraklarından uzaklaştırılmasında Siyonizmin sorumluluğunu reddettiği sürece ve nüfusun beşte birinden fazlasının Yahudi olmadığı bir ülkenin hem Siyonist “Yahudi devleti”, hem de gerçekten demokratik olamayacağını anlamayı reddettiği sürece asla gerçek ve kalıcı bir barış kuramayacaktır.”
(Duvara Karşı Anarşistler)
İsrail — Filistin sorununun çözümüne gerçek manada bir yaklaşım getiren İsrailli anarşistlerin “devletsiz, savaşsız ve barış içinde bir arada var olma” düşüncesi, yalnızca İsrail ve Filistin halkları için değil, aynı zamanda bütün bölge halkları için de yegane bir çözüm arayışına işaret etmekte.
Daha somut ve daha ileri bir referansa taşıyarak ifade edecek olursam, İsrailli anarşistlerin önerdiği barışın, israil ve filistin halklarınının kaderini Ortadoğulu halkların kaderleriyle birleştiren ve onları başka türlü bir barışın ruhuna çağıran Rojava devriminin somut kazanımlarından biri haline gelebileceğini bile ümit edebiliriz.
İşgalci İsrail siyonizmi ile gerici milliyetçi hamas yönetiminin karşılıklı “iktidar ve güç” oyununa dönüşen bu savaşta köylerini ve evlerini terketmek zorunda kalan Filistin halkının kendi yurtlarında esir mültecilere dönüşmesine karşı çıkan İsrailli ve Filistinli barış savaşçıları bir gün bu kahrolası gidişata mutlaka son verecek.
Bu konuda yine en somut mesajı İsrailli anarşistler veriyor:
“Binlerce insan çocukları için yiyecek bulmak için köylerini terk ediyor. Etnik temizlik gözlerimizin önünde gerçekleşiyor ve tek bir seçeneğimiz var: İsrail demokrasisinin kalıntılarından hala sahip olduğumuz birkaç hakkı kullanmak ve ırkçı, ahlaksız yasaları çiğnemek. Evet, kapıları ve çitleri kırmak, buldozerleri bedenlerimizle engellemek, kapalı askeri alanlara girmek ve düşmanı arkadaşımıza dönüştürmek. Terörün korku altyapısı olan işgal devam ettiği sürece Filistin ve İsrail direnişi devam edecektir.
Zeytin ağaçları sökülmeden önce, altlarında birlikte uyuduk, duvara karşı birlikte yürüdük ve birlikte savaşmaya devam edeceğiz. İsrailliler, Filistinliler ve enternasyonaller, herkes için, adalet ve eşitlik için…”
Başlık resmi: “Return Serve”, 2013 yılında Duvara Karşı Anarşistler yararına gerçekleştirilen bir performansta Hamde Abu Rahma tarafından çekilen bir fotoğraf