Türkçe | Français
Eko sistemin pandemi aralığında, insan merkezli haydutluğa dayalı ekoyıkımlar, hiç son bulmayacakmış gibi beş kıtada birden, insan eliyle devam ederken, bugün, ZAD’daki büyük ormanda bir yürüyüşe çıktım…
2012’deki ZAD Nddl Sezar Operasyonu büyük direnişinin anılarından arta kalan ağaçların buruk kırık dallarından sarkan direniş hatıralarına baka baka yürüdüm. Sincaplara, atmacalara, kırlangıçlara, karıncalara ve ZAD’cılara yurt olan bu ağaçlara ilk sarıldığımız günlerin puslu anılarını araladım.
ZAD’daki o mahsun direniş ağacının yıkık kırık gövdesine sarılıp, Almanya Hambach direniş ormanındaki ağaç evlerimizi, direnişin fırtınalı ve dondurucu gün ve gecelerinde, ağaç ağaç salındığımız, günleri, haftaları, ayları hatırladım.
ZAD ve Hambach “orman kardeşliğinin” transnasyonal isimsiz savaşçıları, sincap ninjaları, bütün saldırılara rağmen o soluk soluğa tırmandığımız, kalplerimizle sarıldığımız ağaçları ve onunla var olan bütün hayvan canları, hala inatla ve şefkatle korumaya devam ediyorlar. Onları en derin kardeşlik ve dayanışma duygularımla kucaklıyorum. Nefeslerimizin ağaçları okşayan buğusu hiç tükenmesin…
Geçtiğimiz hafta sosyal medyada Türkiye’nin Karadeniz bölgesi ormanlarında devam eden ağaç kıyımına karşı ağaçlara sarılan kadınlar bizleri tarihi direnişe tanık etti. Son üç yıldır Türkiye ile ilgili her türden haberden kendini men etmiş, oradaki bir kaç sevgili dost dışında hiç bir kimseye kulak vermeyen birine dönüşmüşken, hiç beklemediğim bir anda, hiç beklemediğim bir bölgede, Karadeniz’in İkizdere’sinde, kadınlar ekositelerine, yaşam alanlarına yapılan saldırıya karşı ağaçlara çıkarak, onlara sarılarak direndi ve bu, bir ağaç ve su koruyucusu olarak beni de çok etkiledi.
İktidar, sonunda kendi beslendiği dalı da kesmeye başladı. Türkiye gibi devletçi, milliyetçi muhafazakar otoriterliğin, patriarkal saldırganlıkla kanatıldığı bir coğrafyada, gemi azıya almış bir yönetim ve gözetim sistemi eşliğinde büyük bir ekolojik yıkım sürdürülüyor.
Bu yıkımın ve ardından gelişen direnişin bölgesel düzeyde iktidar sahipleri açısından hiç beklenmeyen özel bir anlamı da var kuşkusuz. İktidarın potansiyel manevi “oy sadakati” olarak bilinen Rize, aynı iktidarın İkizdere halkına firlattığı Cengiz Holding etiketli bumerangın kendisi için nasıl bir geri dönüş etkisi yarattığına tanık oluyor şimdi. Betona endeksli kontrolsüz ve sınırsız bir iktidar gücüyle ekosisteme karşı savaş açanlar eninde sonunda sert bir kayaya çarparlar. Tıpkı bugün Rize İkizdere’de olduğu gibi…
Son yirmi yılda sözde kalkınma adına Karadeniz’deki ekositelere yapılan şirket etiketli iktidar müdehaleleri korkunç derecede ürpertici bir noktaya geldi. Bölgede giderek daha sık ve daha şiddetli yaşanan heyelanlar, seller yakın gelecekte Karadeniz’in bütün jeolojik topografisinde, tahmin bile edemeyeceğimiz daha büyük kırılmalara, yıkımlara yol açacak. Nitekim mevcut HES’lerle, barajlarla birlikte bölgenin jeolojik yapısı her an daha büyük afetlere açık hale getirilmiş durumda. Sular her gün daha fazla kirlenecek ve yosunlanacak, topraktaki tuzlanma daha çok artacak, bitki örtüsü ve ağaçlar kuruyacak, hayvanlar ve insanlar adını bile bilmediğimiz türlü hastalıklarla yüzleşecek… Kısacası, bugün Karadeniz faunasındaki bitki-hayvan popülasyonlarına ve yöredeki insan yerleşkelerinin sosyal dokusuna yapılan bu aşırı müdehaleler sonucu bölge, fiziki ve psikolojik olarak topyekün bir ekolojik çöküşe doğru hızla yol almakta.
İşte İkizdere’deki taş böylesi bir zaman diliminde konuyor…
Öyle ki, pandemi sürecinin sözde halk sağlığı güvenlik önlemleri bile bu ekolojik yıkım için kaçırılmaz bir fırsata dönüştürüldü. Yamaçlara kurulu haneleri, bahçeleri, çaylıkları, yüzlerce yıllık kökleriyle sarıp sarmalayan meşe, çam ve kestane ağaçlarını, ve onlara can suyu veren derelerin sesini, Karadeniz’i ele geçiren haydut bir holdingin sermaye imparatorluğu adına, devlet izni ve koruması eşliğinde, mahkeme kararlarını bile beklemeden alelacele kesiyorlar.
İkizdere’deki ekolojik yıkıma nasıl gelindi ve neler yaşandı? Kadınlar nasıl direndi?
2020 yılında, Rize’nin İkizdere ilçesine bağlı İyidere sahil mevkiinde yapılması planlanan lojistik liman için ihaleye çıkıldı. İhaleyi 1 milyar 719 milyon lira karşılığında iktidarın favori şirketlerinden Cengiz İnşaat ve Yapı&Yapı AŞ ortaklığı kazandı.
Projede deniz dolgusu öngörüldüğü için ham madde teminine, yani taş ocaklarına ve bağlantı yoluna ihtiyaç vardı. Bu amaçla Eşkencidere Vadisi’nde bulunan Cevizlik ve Gürdere köylerinde 17 adet parsel için acele kamulaştırma kararı çıkarıldı. Karar Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan imzasıyla 19 Mart 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayınlandı.
Böylece 75 yıl boyunca İkizdere’deki faunayı, üzerindeki bütün yaşam bileşenleriyle birlikte kemirip öğütecekleri, köylülerin deyimiyle, “İkizdere’yi bir cehennem çukuruna dönüştürecek” taş ocağı süreci hiç bir tereddüt gösterilmeden devlet eliyle de onaylanmıştı.
Acele kamulaştırma kararının yayınlanmasından sonra yöre halkı kamulaştırma kararının iptali için yürütmeyi durdurma davası açtı. Ancak, mahkeme sonucunu beklemeden şirketin çalışmaya devam ettiğini gören İkizdere köylüleri, özellikle kadınlar, Eşkencidere Vadisi’nde çadır kurup olası inşaat faaliyetine karşı nöbete başladı.
21 Nisan’da Cengiz İnşaat’a ait iş makinelerinin vadiye girmesiyle gerilim tırmandı.
1 Mayıs sabahı jandarma tarafından biber gazıyla müdahale yapıldı. İkizdereliler iş makinelerinin önüne geçerek durdurmaya çalışınca jandarma engeliyle karşılaştı. Köylülerin avukatı Yakup Okumuşoğlu gazetecilere yaptığı açıklamada, “Köylülerin karşısında Cengiz İnşaat yok. Taşeron bir firmaya ait iş makineleri var. Açtığımız dava Rize İdare Mahkemesi’nde devam ediyor. Yürütmeyi durdurma konusunda karar verilmesini bekliyoruz. Mahkeme idarenin savunmasının alınmasından sonra yürütmeyi durdurma talebini görüşme kararı aldı. Ancak şirket mahkeme kararını beklemeden vadide çalışmaya başladı” dedi.
Sokağa çıkma yasağına karşın Eşkencidere Vadisi’ni korumak için alana gelen İkizdereliler, patikaları, orman yollarını, vadi girişlerini tutan jandarma ile karşılaştı. Halk alana giremeyince iş makineleri, önceki günlerde direnişçilerin kendini zincirlediği ağaçları yerinden kopardı. Bu sırada ağaçlara çıkarak kesimi engellemek isteyen İkizdereli direnişçilerden dördü zorla indirilerek gözaltına alındı. Alandaki bütün kadınlar, direnişçiler jandarma tarafından zorla çıkarıldı.
Direniş bundan sonra nereye doğru evrilir bilinmez ama İkizdere’deki büyük ekolojik yıkıma karşı ağaçlara tüm yürekleriyle sarılan kadınlar tarafından sergilenen direniş hafızalarımızdan asla silinmeyecek.
Ne demişti şair Nâzım Hikmet?
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…”
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin…”
Çünkü bereketin, adaletin, sağlığın, gururun, zaferin, refahın, bilgeliğin, aklın, arınmanın ve yeniden doğuşun, kısaca insanlık için en önemli erdem ve değerlerin sembolüdür zeytin. Bu nedenle zeytin ağaçlarını kesen bir ülkede yaşama saygı yoktur.
Manisa Yırca’da 6 bin zeytin ağacını kesen Kolin şirketini ve ona karşı direnen Yırcalı kadınları hatırlayalım…
7 Kasım 2014 tarihinde Termik santral yapmak için Soma’nın Yırca köyünü seçen Kolin Grubu, bölgede kesim yapılmaması için nöbet tutan kadınlar tarafından gösterilen direnişe rağmen, arazideki toplam 6 bin ağacı kestirdi. Üç saat sonra da dozerlerle termik santralın yapılacağı alana girilip, aralarında hasat edilmemiş asırlık olanların da bulunduğu zeytin ağaçları kökünden söküldü. Takviye olarak jiletli tellerle çevrilen alanda termik santralı inşa edecek şirketin özel güvenlik görevlileri etten duvar örerek ağaç kesimine karşı nöbet tutan kadınların ve köy sakinlerinin alana girişini engelledi. Ağaçlar kesildikten sonra olay yerine giden jandarma ekiplerine, tepki gösteren kadınlar, mahalle sakinleri ve yaşam savunucusu aktivistlerle birlikte , santral yapılması düşünülen bölgeye giden yolu trafiğe kapattı.
Kesilen zeytin ağaçlarıyla Manisa valiliği önüne gelen Yırcalı kadınlar ve yaşam savunucuları “Zeytinimi Kesme”, “Zeytinime Dokunma” pankartları ile, kesilen zeytin ağaçlarını, Valilik önüne bıraktılar. Valiliğin önüne kesilen ağaçlarıyla gelen kadınlar içinden biri olan Nermin Kocaeri, şu sözleriyle hafızalarımızda unutulmaz bir hatıra bıraktı: “Yetiştirdiğimiz bu evlatlarımız kesiliyor. Bir çocuğun el ve ayağını kesebilir misin? Zeytinlerimizi çocuk gibi yetiştirdik. Canımızı alıyorlar. Biz para pul değil, canımızı istiyoruz”.
Kazım Kızıl’ın gerçekleştirdiği “Yırca Direnişi” belgeselini Kedistan parteneri Bretagne & Diversité film arşivinde Türkçe, ve İngilizce, Fransızca altyazılı olarak izleyebilirsiniz.
Ağaçlara sarılan kadınlar
Yaşamın döngüsü su ve ormandır. Bu nedenle insan da ağaca benzer su ile beslenir, dallanır budaklanır ve çoğalır. Bu döngünün ana ekseninde, yani yaşamın sağaltılmasında, kadının su ve toprak ilişkisinden doğan biyojenetik enerjisinin çok belirleyici bir rolü olduğuna inanıyorum. Bu, kadına, ve bütün dişil hayvanlara has doğal, biyolojik genetik enerji, yeryüzü canlılarının evriminde, değişmeyen içgüdüsel bir yaşam döngüsü olarak, milyonlarca yıldır kendini sürekli var ediyor. Tıpkı yeryüzüne hayat veren ve insanin ilk ve sonsuz besin kaynağı olan zeytin ağaçlarının ölmezliği gibi…
Ekosistemin sağaltıcı ve koruyucu bekçileri olarak ağaçları savunmak için ağaçlara sarılan ilk ağaç savunucusu kadınlar, Hindistan’da 1730 yılında da yaşanan Bishnoi katliamında geçiyor…
Bishnoi topluluğu, Racastan’da Jodhpur ve Bikaner bölgelerinde 1500 civarında Jambeshwar Bhagavan (1451–1536) tarafından kurulmuş. Vejetaryenlik ve bitki ve hayvanlara güçlü bir saygı gösteren bu topluluğun üyelerine de Bishnoi deniyor. Yine Racastan’da yaşayan Jainler gibi, Bishnoiler de tüm yaşam biçimlerini korumaya yönelik gelişmiş bir ekolojik farkındalığa sahip. Toplumun vejetaryenliğine ek olarak, Bishnoi kadınlarının bölgede çok bulunan genç antilopları emzirdiği ve ağaçlarının katledilmesine karşı aktif olarak mücadele ettiği de biliniyor. Bu topluluğun felsefesi, dünyanın yaşamının koruyucuları olan su ve ağaç döngüsünün gözlemlenmesinden kaynaklanıyor. Bu nedenle, onlar için, yaşam ve yaşamla ilgili bilgi aktarımına izin veren her şey, herhangi bir dini inançtan daha önemli…
Hinduist Bishnois topluluğundan 294 erkek 69 kadının askerler tarafından öldürülüldüğü bir bir olay “Bishnoi katliamı”… Kendisine yeni bir saray yaptırmak isteyen Jodhpur kralı Maharajah Guru Jambaji, askerlerini Bishnoilerin khejri (akasya) ağacının yetişmesine destek olduğu Khejarli köyü yakınlarındaki orman bölgesinden inşaat malzemesini hazırlayacak ocaklarda yakılmak üzere odun toplamaya göndermiş. Kralın adamları ağaçlara zarar vermeye başladığında Bishnoiler acı içinde protesto etmiş, ancak askerler hiç aldırmamış.
“Kesilmiş bir kafa kesilmiş bir ağaçtan daha ucuzdur”
Amrita Devi, hem inancının hem de koyun kutsal ağaçlarının yıkımına tanık olan bir kadın köylüymüş. Kelimenin tam anlamıyla ağaçlara sarılmaya karar vermiş ve başkalarını da bunu yapmaya teşvik etmiş: “Kesilmiş bir kafa kesilmiş bir ağaçtan daha ucuzdur!”. Bunun üzerine, Khejri ve yakındaki köylerden Bishnoiler ormana gelmiş ve ağaçları kesilmekten korumak için her köylü bir ağaca sarılmış, kesilmesine izin vermeyi reddetmiş. Askerler de ağaçların kesilmesine bedenleriyle engel olan kadınlar ve erkeklerin kafalarını kesmiş. Bu gönüllü fedakarlık, Kutsal Khejarlı ormanı adına 363 Bishnoi köylüsü öldürülene kadar devam etmiş…
Bu direnişten etkilenen kral köye gitmiş ve af dileyerek, askerlere operasyonu durdurmalarını emretmiş. Kısa bir süre sonra Maharajah, Bishnoi bölgesini ağaçlara ve hayvanlara zarar vermeyi yasaklayan korunan bir alan olarak belirlemiş. Bu mevzuat bölgede bugün de devam ediyor.
Sevgili ağaçlarını korurken ölen 363 Bishnoi’nin anısına, yemyeşil ve hayvan yaşamı açısından zengin olan alanın etrafına bir dizi khejri ağacı dikilmiş.
Bishnoi’lerin fedakarlıkları, çok daha büyük bir hareket olan ve gittikçe de büyüyen Chipko Hareketi için ilham kaynağı olmuş. 1970’lerde Hindistan’ın kuzeyinde bir grup köylü kadının ağaçları kollarıyla sarması Çipko hareketinin (chipko “yapışmak” anlamına geliyor) başlangıcını oluşturuyor Birkaç yıl içinde bu taktik tüm Hindistan’a yayılmış ve nihayet ormancılıkta büyük bir reform getirmiş. Bu sayede Himalaya bölgelerinde bir moratoryum sağlanmış.
Amazon ormanını koruyan “Kadın Savaşçılar”
Brezilya’da yakın bir geçmişe uzanalım…
2019 Aralık ayı başlarında Brezilya’nın Maranhão eyaletinde, yerli Guajajara halkının yarım düzine üyesi, devriye gezmeye hazırlanmak için çantalarını yiyecek, harita ve drone ekipmanlarıyla doldurmuş. Çocuklarına veda etmişler cünkü onları bir daha ne zaman tekrar göreceklerinden emin değillermiş. Daha sonra çantalarını omuzlarına kaldırmışlar ve ev dedikleri ana yağmur ormanlarının 173.000 hektarının (428.000 dönüm) bir bölümünü devriye gezmeye başlamışlar…
Burası Amazon’un kuzeydoğu kıyılarına doğru ilerlediği Caru yerli bölgesi ve Maranhão’daki bozulmamış, bitişik ormanın son bölümlerinden bazılarını içeriyor. Brezilya’nın bu kısmı, son on yılda ülkenin en yüksek ormansızlaşma hareketlerine, saldırılarına sahne olmakta. Ancak son yıllarda “Orman koruyucuları” adıyla bilinen, kendileri gibi yerli gruplar tarafından yönetilen devriyeler, yağmacı işgalcilerin yerli topraklara girmesini önlemede etkili olmaya başladı.
“Kadın savaşçılar” ise altı yıl önce kuruldu, O zamanlar, çoğunlukla erkek olan orman koruyucuları topraklarına tecavüz eden haydut orman kesicilerin odun satışına son vermeye çalışıyorlardı ve bu son derece zor bir görevdi. Bunu gören Amazon kadınları devreye girdi ve başlangıçta 32 kadından oluşan kendi gruplarını kurdu. Amazonun Kadın devriyeleri kendilerine “devriye” ya da “korucu” demiyorlar, “savaşçı” demeyi tercih ediyorlar.
Bu özel koruyucular sadece sayı ve güçle katkıda bulunmuyor, aynı zamanda kendi doğalarından gelen “hissetme” yetileriyle özgün taktikler geliştirmeye ve yeni savunma stratejileri ile yeni ortaklıklar kurmaya da yardımcı oluyorlar.
Özellikle bozulmamış bakir ormanları korumanın insan merkezli iklim krizi ile mücadelede en doğrudan, en kolay ve en etkili çözümlerden biri olduğu Amazon dünyası, bu seferberlikle tam anlamıyla bütün bir gezegeni, toprak anayı kurtarmaya işaret eden bir ivme sağlıyor.
Bir alan yaratmak ve seslerini bulmak
Topraklarını işgalcilerden korumak için aktif olarak devriye gezmek Guajajara için yeni bir şey değil; yerli halkın bu konuda 500 yıldan fazla tecrübesi var. Bugün, uydu teknolojisini de kullanıyorlar ve hedeflerine ulaşmak için koordineli bir orman savunması inşa ediyorlar.
Ancak Amazon kadın savaşçıların Mongabay adlı sitede yer alan röportajlarında da ifade ettikleri gibi, ciddiye alınmaları ve eşit muamele görmelerinin yolu biraz uzun sürdü. Geçen yıl kendi yönettikleri orman meclisi toplantısında gönüllü “ormanın kadın savaşçılarından” biri olan Paula Guajajara, Mongabay’a yaptığı açıklamada neden böyle bir rol üstlendiklerini şöyle ifade ediyor: “Anne olduğumuz için. Eğer harekete geçmeseydik orman ayakta olmazdı” diyor. Toplulukların içinde ve dışında duyulma ve ciddiye alınmadaki ilk zorluğu hatırlatırken de, “ortaklık aramak için sabırla yürüdük, konuştuk, yerde uyuduk. Hepsi topluluğumuz için iyileştirme aramak için di” diye açıklıyor. Kadınlar, kendilerinin yasadışı ormancılığı durdurmak için daha büyük bir hedefle mücadele etmelerine izin veren erkek orman koruyucularının desteğini ve yakın işbirliğini belirtmekten memnunluk duyuyorlar. Paula, “bugün orman muhafızlarıyla birlikte çalışan kadın savaşçılarımız var” diyor. “Çok sayıda zararlı faaliyeti bertaraf ettik. Eğer harekete geçmeseydik, bugün orman ayakta olmazdı.”
Global Forest Watch’a göre, 2018’de, ormansızlaşmanın 2,000 hektarına (4,940 dönüm) ulaştığı 2016’e kıyasla, rezervde sadece 156 hektar ormansızlaşma vardı. Kadın savaşçılardan Guajajara da Silva ise şöyle diyor: “bugün köyümde gördüğüm en büyük başarı şu: yerel koruma nedeniyle, bölgemizde oduncu yok. Odun satışı ile mücadele etmeyi başardık”.
Kadın Savaşçılar sadece yerli gruplarla koordine etmiyorlar, aynı zamanda komşu topluluklarla çevre korumanın önemi hakkında eğitim de veriyorlar. Maísa Guajajara, “tüm kadınlar gözetim işi yapmıyor çünkü bunun tehlikeli bir iş olduğunu biliyoruz, ancak her zaman kadınlardan bazıları var. Savaşçılar genellikle bölge dışında daha fazla gözetim faaliyeti yapıyorlar, bölgemizdeki istilalar hakkında konuşmak için bölgemizin etrafında dersler veriyoruz ve doğayı ayakta tutmanın önemi hakkında konuşarak köylerde farkındalık yaratıyoruz.” Örneğin, kadın savaşçılar, Brezilyalı STK Fórum da Amazônia Oriental (FAOR) ile birlikte, yerli kadınların devam eden ormansızlaşma ve su kirliliğine karşı kolektif eylemlerini güçlendirmeleri için destek sağlayan Mãe D’água (Su Snnesi) projesinin ortakları arasında. Bu eylemler, kadın savaşçıların avlanma ve ritüeller gibi yaşam biçimlerini komşularına açıkladığı yakındaki nehir topluluklarına yapılan ziyaretleri içeriyor. Kadın savaşçılar için, komşularının Guajajara kültürü hakkında ne kadar çok şey bildikleri, topraklarını savunmak için eylemlerine o kadar çok saygı duymalarını sağlayacaktır.
İnsanın artık nerdeyse öz benliği haline gelen “doğayı tahrip etme kapasitesi”
İnsanın ekosistemle olan ilişkisindeki amansız yabancılaşmada kuşkusuz insanın ben merkezci, “doğaya hükmetme, ele geçirme” egosunun çok büyük bir payı var. Sosyal Ekoloji’nin kuramcısı Murray Bookchin’in doğaya yaklaşımının radikalizmi ile söylemek gerekirse, doğaya hâkim olma anlayışımızın kökeni, esas olarak insanın insana hâkim olmasında, öz gerontokrasilerde, babaerkil ve diğer baskıcı tabakalarda yatmaktadır.
Bugün, insanın doğayla, suyla, ağaçlarla, bitkilerle ve hayvanlarla saygılı ve uyumlu bir ilişki kurduğu Neolotik dönemin ekolojik devrimci ruhuna ihtiyacımız var. Yani yaşam damarlarımızın bağlı olduğu ekosistemin doğal ve canlı metabolizmasına karşı akıl almaz bir kötülükle (karşı sürümle) yarattığımız ve kendi türümüz de dahil, gezegenimizin bütün varlıkları üzerinde karşı konulamaz yapay bir mekaniğe, yok edici otoriter bir güce dönüştürdüğümüz endüstriyel sistemin ekosistemi yok eden gücüne son verip, gezegenimizin bütün varlıklarını ahenkle birbirine bağlayan sürdürülebilir, barışçıl, uyumlu bütünlüğünü içeren diyalektiği geri kazanmalıyız. Bookchin’in sözleriyle tamamlamak gerekirse: “Görevimiz teknolojinin vaatlerini, yani yaratıcı potansiyelini, onun tahrip kapasitesinden ayırmaktır” 1
İnsanın artık nerdeyse öz benliği haline gelen “doğayı tahrip etme kapasitesi”, teknolojinin olağanüstü sıçramalı yenilikleriyle kontrolsüz bir hızla doğayı talan etmeye devam ediyor.
Özellikle yabandaki tarihi ormanlar ve su kaynakları hidroelektrik ve kereste şirketleri başta olmak üzere petrol, uranyum, altın madenciliği, kara, hava, su yolları taşımacılığı ve küçük — büyük avcılık organizasyonlarının topyekün kuşatması ve işgali altında.
Küresel neoliberal sistemin ekosistem üzerindeki bu tahrifatına karşı ekosistemden yana bir çıkış arayan yaşam savunucuları, dünyanın her yerinde kendi özgün dinamiklerine bağlı olarak, doğrudan eylem biçimleri geliştiriyor ve bu küresel ekokırıma karşı örgütleniyorlar. Bütün bu direniş biçimlerinde ekosistemle doğrudan eko-jineolojik bağ kuran kadınlar, şaşırtıcı ve yaratıcı olağanüstü eylemleriyle ve fedakarlıklarıyla dikkat çekiyorlar.
Bu kadınlardan biri olan, Amerikalı ağaç koruyucusu Julia Butterfly Hill, Kaliforniya’daki Redwood ormanında Pacific Lumber Company isimli şirketin kesmek istediği 55 metrelik 1000 yıllık bir sekoya ağacının kesilmesini önlemek için, tepesinde tam 738 gün geçirdiği bir oturma eylemi başlattı.
Bir Sekoya ağacında 738 gün
Julia, Pacific Lumber Company’ye ait Maxxam şirketinin orman kesiminden kaynaklanan bir heyelandan kısa bir süre sonra Haziran 1996’da Humboldt County’ye gelmiş. Yaşama böylesi bir dönemde gözlerini açan Julia, yıllar içinde, tomruk şirketi tarafından tehdit edilen sekoya ormanı ile güçlü bir bağlantı hissederek, kendini bu ormanının korunmasına adamak için tüm mallarını satmak üzere Arkansas’a döndü ve Earth First! örgütüne katılmış.
Humboldt County’de kitlesel ormansızlaşmayı önlemek için Maxxam’a karşı bir protesto başlatmış. Redwood Ulusal Parkı’ndaki katliamı durdurmak için 1000 yıllık bir sekoya ağacında 30 gün kalmak için gönüllü olmuş.
10 Aralık 1997’de Julia ve organizasyondan bir başka aktivist, o gün bir grup oduncu tarafından saldırıya uğramasına rağmen, sekoya ağacının tepesine tırmanmayı başarmış. Ne yazık ki, Julia’ya eşlik eden aktivist 4 Ocak 1998’de duygusal sağlık nedenleriyle aşağı inmek zorunda kalmış. Julia 30 günlük ilk kalışını tamamlayarak ve ikincisini gerçekleştirmeye karar vermiş, bu da onu ilk hayal ettiğinden çok daha uzun bir süre orada kalmasına neden olmuş.
Bu yalnız eylem sırasında birçok engelle yüzleşmek zorunda kalmış. Donma risklerine ve aşırı sıcaklıklara dayandıktan sonra, ağaçta kalarak davası için mücadele etmeye devam etmiş. Kararlılığı, şirket tarafından yapılan birçok tehdit ve baskıya rağmen devam etmesini sağlamış. Şirket tarafından onu zorlamak için kullanılan taktikler çok tabii ki… İlk önce helikopterle sindirmek istemiş. Daha sonra şirket, Earth First! üyelerinin Julia’ya malzeme vermesini önlemek için güvenlik personeli tutmuş. Zorbalık döneminde yüksek yoğunluklu ışıklar ve yüksek güçlü hoparlörler de kullanılmış. Julia tüm bu denemeler karşısında direnişinde ısrar etmiş. Bu ağacın tepesindeki yalnızlığın yanı sıra bir testerenin sürekli sesleriyle savaşmak zorunda kalmış. Eski ağaç, bu uzun yolculukta Julia için bir dönüm noktası, bir arkadaş, bir varlık olmuş…
“Sahip olduğum en iyi öğretmen ve arkadaştan ayrılıyordum. Artık aşağı inecektim. Dünyada yeniden yaşamam mümkün olacak mı bilmiyordum. Bambaşka bir duyguydu. İki yıl sekiz gün boyunca yere dokunmadım. Dünyaya ayak bastığımda, karmaşık duygularım vardı. Aşırı bir sevinç, çünkü herkes bunun imkansız olduğunu söylerken ağacı ve çevresini korumayı başardık. Ama aynı zamanda üzüntü hissediyordum. Bu ağacın bir parçası olmuştum ve o kadar büyük bir parçasıydım ki, artık insanlarla yaşayıp yaşayamayacağımı bilmiyordum. Ağacı terk etsem bile, o benim kimliğimin bir parçasıydı. Gözlerimi kapatabiliyor ve tekrar dallarında olabiliyordum…”
Bu macera medyanın dikkatini çekmiş ve kamuoyu için eğitici olmuş. Julia, ağaçta kaldığı süre boyunca motivasyonlarını açıklamak ve insanları çevre ile mücadelesini desteklemeye teşvik etmek için birkaç röportaj vermiş. Davasını savunmaya inişinden sonra da devam etmiş. Medyada görünme konusundaki isteksizliğine rağmen, bu aracın en güçlü silahı olacağını anlamış…
1999 yılında, şirketin Luna ve çevresindeki ağaçları kesmeme teminatını vermesi üzerine Julia ağaçtan inmiş. Bu süreçte diğer aktivistlerle birlikte 50 bin dolarlık bir para toplanarak, sürdürülebilir ormancılık konusunda yapılacak araştırmalarda kullanılması için Humboldt State Üniversitesi’ne bağışlanmış.
Eylül 1998’de, Julia’nın neredeyse bir yıl sürmüşken ağaç yaşamı devam ederken Eart First! üyesi David Chain, Kaliforniya Redwood Ormanlarında Pacific kereste şirketine karşı düzenlenen protesto sırasında bir ağacın şüpheli şekilde düşmesiyle hayatını kaybetmiş.
Aktivistlere yönelik şiddet
Ne yazık ki, aktivistlere yönelik şiddet, küresel çevre hareketinde benzeri görülmemiş bir şey değil. Örneğin, Honduras’ta ve Şili’de hidroelektrik santrallerine karşı mücadele eden Berta Casseras ve Macarena Waldes adlı kadın liderler, de benzer suikastelerle katledildiler. Chubut bölgesinde “kaybedilen” Arjantinli aktivist Santiago Maldonado’yu da sayabiliriz…
Başka yörelerde de aynı tabloyla karşılaşıyoruz… Mayıs 1990’da bombalı saldırıya uğrayan Judith (Judi) Bari ve Darryl Cherney gibi…
Earth First! hareketi ve Judi Bari’nin Mirası
Faili meçhul kalan bu bombalı saldırıya uğrayan Judith Bari, Earth First!‘ün örgütleyicisi olan, çevreci, feminist, anarşist bir aktivist.
7 Kasım 1949’da Maryland’de doğup büyüyen Judith, Kuzey Kaliforniya’ya taşınmadan önce bir marketler zincirinde vasıfsız işçi olarak çalıştığı süreçte sendika sorumlusu olmuş. Posta görevlisi olarak çalıştığı bir sonraki işinde ise, Maryland’deki ABD toplu posta tesisinde, bir wildcat grevi, yani “korsan” grev düzenlemiş.
1980’lerin başından ortasına kadar Orta Amerika’daki ABD politikalarına karşı çıkan bir grup olan Pledge of Resistance’a katılmış. 1985 civarında, eşi ve iki çocuğuyla birlikte Kaliforniya’nın Mendocino ilçesindeki Redwood Vadisi çevresine kuzeye taşınmış.
Judith katıldığında, beş “eril” erkek tarafından kurulmuş olan Earth First! örgütü ve “asırlık ağaçları korumak için vahşi doğaya dalan güçlü adam” imajı ile, kişisel cesaret ve eylemi öne çıkaran eylemler amaçlıyormuş.
Judith’in örgüte kazandırdıkları son derece önemli. Her şeyden önce, yerel halka yaklaşmayı öngören, ve kereste işçileri ile mücadele ortaklığına yönelen kolektif bir stratejinin kuramcısı ve kurucusu Judi Bari. Büyük şirketlerle mücadelede ekolojik ve sosyal mücadeleleri birleştirmenin önemini erkenden anlamış ve stratejisine katmış.
Kazanımlardan biri de kadınlarla ilgili… Çoğunlukla olduğu gibi, çalışmalarda en çok emek veren ama hemen hemen her zaman görünmez kılınan kadınlar Judi Bari sayesinde daha etkin ve etkili olarak mücadele edebilmişler.
1986’da Houston milyoneri Charles Hurwitz, Pacific Lumber Company’yi satın alıp, satın alma maliyetini ödemek bahanesiyle kereste hasat oranını iki katına çıkardığında çevrecilerin tepkisine neden olmuş. Ayrıca değersiz, yüksek riskli şirket tahvili kullanımı nedeniyle devlet kurumlarının da dikkatini çekmiş. Ardından, hiç tereddüt etmeksizin binlerce yüzyıllık sekoya ağacının katlini öngören Pacific Lumber Company’ye karşı protestolar, Earth First! örgütünün gündeminde odak noktası olmuş.
1988’de Judith, yaşlı sekoyaların kesilmesine karşı sürdürülen yerel mücadelelerde Earth First! örgütünün, 1905’te ABD’de kurulmuş olan Dünya Endüstriyel işçileri sendikası İWW ile ortak bir yol katetmesi için önayak olmuş, kereste işçilerini bir araya getirmeye çalışmış. Ancak Judith’in eylemleri bir kısım kereste işçisi tarafından geçim kaynaklarını tehdit olarak algılanmış. O dönemde çevreciler, aşırı ağaç kesilmesini, ormandaki şantiyeleri işgal, ve ağaçta oturma eylemleri gibi yöntemlerle ile kerestenin aşırı kesilmesini karşı protesto ediyor, yasal davaları destekliyormuş. Oduncuların büyük bir kısmı, bu eylemleri de taciz olarak algılamış ve göstericilerle, ateşli, kimi zaman da şiddetli çatışmalar yaşanmış.
Mücadelenin ve Judith’in stratejisinin etkinliğinin artmasının ölüm tehditleri gibi ciddi bir bedeli olmuş. Özellikle cinsiyetçi ve çevre karşıtı bir grup tarafından “Judi’nin bacak arasının bombalaması” için çağrı yapılmış. Nitekim bu tehditlerin, 1990’daki suikast girişimi ile sonuçlanması hiç şaşırtıcı değil… Arabasına yerleştirilen bir bombanın patlamasıyla kalçası parçalanan Judi, bu suikastın izlerini hayatı boyunca taşımış. En isyan uyandıran şey ise, bir kaç dakika sonra olay yerine gelen FBI’ın, suikastın hedefi olan Judi ve arkadaşını, arabalarında bomba taşımakla suçlamaları…
Şiddet içermeyen eylemlere olan inancına sadık kalan Judi, her şeyden önce farkındalık yaratmak isteyerek, protestoların bir parçası olarak müziğin gücünü de kullanmış. Keman çalmış, şarkılar söylemiş… Ne yazık ki, açıklamalarında sürekli şiddetsiz sivil itaatsizliğe olan bağlılığınını ifade etmesine rağmen, Earth First! örgütünün iş makinelerini ve şantiyeleri engelleme eylemlerini “sabotaj” olarak gündeme getiren medya Judi’yi de “sabotajcı” ilan etmiş. Elbette bu da size şaşırtıcı gelmedi, zira bugün de ana akım medya bu kirli görevi yerine getirmeye devam ediyor…
Her şeye rağmen yetenekli bir konuşmacı ve örgütleyici olarak Judi, 1997’de kanserden ölene dek mücadelesine devam etmiş.
Mücadele ettiği güçlerin ve kolluk kuvvetlerinin karşısında dimdik duran Judith’in davasını, mirasçıları olan dost erkek ve kadınlar ve Earth First! aktivistleri halen sürdürüyor. Örneğin, bir yılı aşkın bir süredir, Mariner East ikinci boru hattının inşa edilmesini durdurmak için bölgedeki ağaçlarda oturma eylemi yapan Earth First! direnişçileri, gezegen alevlenmeye devam ettikçe mücadeleyi elden bırakmamaya kararlı doğa ve çevre koruyucuları arasında yer almaya devam ediyor.
Son sözü yine Judith söylesin:
“Buldozerleri engellemeye ve ağaçlara sarılmaya devam edelim. Ve kampanyalarımızı gerçek suçlular olan küresel şirketlere odaklayalım. Ancak eylemlerimizi daha geniş bir bağlamda, devrimci ekoloji bağlamında konumlaya da başlamalıyız”.