Türkçe | Français | English

Geçtiğimiz gün­lerde Türkiye’nin 2020 hak ihlal­leri raporun­dan da anlaşıldığı üzere, 2020 yılı işkence, kötü muamele, çıplak ara­ma gibi birçok hak ihlali iddi­ası ile geride bırakıldı.

Nisan ayın­dan bu yana yeni ceza infaz düzen­leme­si ile bir çok ceza­evin­den 90 bin tutuk­lu ve hüküm­lü serbest bırakıldı. Ancak araların­da has­ta tut­sak­ların da olması­na rağ­men terör başlığı altın­da yargılanan, ve eylem­lerinin düşünce ve ifade özgür­lüğü kap­samı dışın­da değer­lendirile­meye­cek gazete­ci, akademisyen, aydın, yazar, sanatçı ve siyasetçinin de bulun­duğu bir çok tutuk­lu ve hüküm­lü hala cezaevinde.

Ağır has­ta tut­sak­lar lis­tesinde bulu­nan ve adli tıp rapor­ları­na göre der­hal serbest bırakıl­ması gereken­lerin ise has­tane sevk­lerinin yapıl­madığı ise bu iddi­alar arasında.

Bugün Türkiye ceza­ev­lerinde­ki siyasi hüküm­lü ve tutuk­lu­ların ‘PKK Lid­eri Abdul­lah Öcalan’a uygu­landığını belirt­tik­leri tecrit ve kendi­ler­ine yöne­lik hak ihlal­leri­ni’ protesto amacıy­la başlat­mış olduğu süre­siz ve dönüşüm­lü açlık gre­vi ise ikin­ci ayını aşmış durumda.

Türkiye siyasi tar­i­hinde cid­di bir geçmişe sahip olan ceza­e­vi hak ihlal­leri konusun­da kurum­sal çalış­maları bulu­nan ve bugün de bu çalış­maların­dan dolayı sürgünde yaşayan İzmir Tutuk­lu Aileleri ile Yardım­laş­ma ve Dayanış­ma Derneği (TAYD-DER) eski Eşbaşkanı Musa Kar­badağ ile hem Almanya’­da sürgün­lüğünü hem de gün­cel olan ceza­e­vi ve açlık grev­leri­ni konuştuk.

*

Sevgili Musa, Türkiye poli­tikasının yarat­tığı mağ­duriyetin bir parçası olarak Avrupa’da şu an sürgünde olduğunu tah­min etmek okuyu­cu­lar için de zor olmay­a­cak. Ken­di öznel­liğinde neden sürgünde olduğunu ve nasıl geldiği­ni biz­im­le pay­laşır mısın?

Sürgün, huku­ki anlam­da bir tür cezai müeyyide olarak bilinir. Birey ya da birey­leri ikamet ettik­leri yerin dışın­da, yaşa­ma zor­la­madır. Özüne bakıldığın­da yasal ve huku­ki kılı­fa büründürülmüş zul­mün adıdır SÜRGÜN!

Gelmiş olduğum toplumu­nun ortak hafıza­sın­da sürgün, göç̧, mül­te­cil­iğin “vatansızlık“la eşdeğer, derin, psikolo­jik, tahrip­kar bir anlatısı var.

Kürdistan’da Şêx Sey­it ve Der­sim İsyanları’nın bastırıl­masının akabinde Türk Devleti Kürde dair ne varsa yönelm­eye başlar. Dili­ni, kültürünü yasak­lar; ontolo­jik var­lığını bile inkar eder hale gelir. Bu da yet­mezmiş gibi, çeşitli iskan poli­tikaları ile onları Anadolu’nun muhtelif böl­geler­ine iç göçe zor­lar. Aidiyetine sahip çıkan aydın, öncü, aşiret kanat önderlerini, din alim­leri­ni ise sürgüne yol­lar. Kim Kürdün tar­ih­sel, kültürel hafıza­sı­na, diline, varlığına sahip çıkma potan­siyeli taşımışsa bu sürgün poli­tikasının soğuk yüzüyle karşılaşmıştır. Uzak ve yakın tar­i­ht­en bildiğimiz İhsan Nuri Paşa, Osman Sabri, Bedirhan­lılar, Mah­mut Bak­si, Mehmet Uzun, Yıl­maz Güney, Ahmet Kaya vb. öncü, aydın ve sanatçılar bu sürgün izleğinin bir­er tar­ih­sel halkalarıdırlar.

Ben de bu sürgün hikayeleri ile büyüdüm. Ailem­izin bir kıs­mı, özel­lik­le amcalarım, Mut­ki isyanını başlatan Mol­la Selim, Şeyh Şahbettin’nin asıl­masın­dan son­ra devletin ver­gi ve zorun­lu asker­lik day­at­masın­dan dolayı Suriye’nin Qamişlo ken­tine göç etmişler. Babamın “Ser­hat-Bin­hat” anlatım­ları ve onları ziyaret etme öyküleri halen bil­incimin en hüzünlü yerinde varlığını koruy­or. Zaman­la, yaşlı babamın ailem­ize, aşiretinize dair söyledikleri, paylaştıkları şeylerin dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın hikayesi olduğunun farkı­na vardım.

Musa Karbadağ

2015, TAYD-DER İzmir ve Man­isa, Man­isa Ceza­e­vi önünde eylem.

Bu durum ilerleyen yaşlarda poli­tik bil­ince dönüştü. Bu yüzden 1993’te dönemin Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargı­landım on yıla yakın hapiste kaldım. 2005’te ceza­evin­den tahliye olduk­tan son­ra, ceza­ev­lerinde yaşanan mağ­duriyeti bildiğim için, bu alan ile ilgile­nen siv­il toplum örgüt­lerinde çalıştım. Türkiye’de gerçek­leşen “15 Tem­muz Darbesi”inden bir kaç ay son­ra KHK karar­name ile kap­atılan İzmir Tutuk­lu Aileleri ile Dayanışma Derneği (TAYD-DER) eşbaşkanıydım. Devlet dernek faaliyet­ler­im­izi krim­i­nal hale getir­erek beni tutuk­layıp ceza­evine koy­du. Öcüleştirdiği şey aslın­da tut­sak­lar ile olan dışar­da­ki dayanışmaydı.

Yedi aylık tutuk­lu­luk sürecin­den son­ra yurt dışı­na çık­ma yasağı ve dene­tim­li serbest­lik ile serbest bırakıldım. Ceza­evin­den çık­tığım dönem, gazete­cisin­den, sendikacısı­na, öğren­cisin­den, akademisye­nine; seçilmiş mil­letvek­ilin­den Belediye Başkan­ları­na kadar herkes, Nazi Almanya’sından kaçar gibi ülkeyi terk etm­eye başlamıştı. Hakkım­da örgüt üyeliği dahil on yıl­lara varan cezalar talep edildiğin­den ben de ülke­mi terk etmek zorun­da kaldım.

Bu kaçış süreci­ni plan­layıp olgun­laştırın­caya kadar mad­di-manevi çok yıprandım. Kaç­maya çalışırken iki kez Ege denizinde boğul­ma ile karşı karşıya kaldım. Üçüncü den­emede dört metre­lik Zodyak bot­la ancak kendi­mi Yunanistan’ın Kiyos adası­na atabildim.

Musa Karbadağ

Ekim 2015 İzmir. TAYD DER’in, Şakran Ceza­e­vi’nde tut­sak Ali Alp’in hay­atını kay­betmesiyle ilgili basın açıklaması.

Sürgün sürecinde beni en çok mül­te­ci prosedür­leri yor­du. Avru­pa ülkeleri ve göç̧ ile ilgile­nen gönül­lü ulus­lararası kurum­ların  “mül­te­ci”, “sığın­macı” kavram­ları ile ilgili yaşadık­ları ikilem, belir­si­z­lik ve tutarsı­zlık­ların, ben­im ve ben­im gibi baş vuru sahip­lerinin süreci­ni oldukça uzat­tığı­na, yıprat­tığı­na ve zora sok­tuğu­na tanık­lık ettim.

Kamp süreç­leri başlı başı­na bir­er sorun ve insan hak­larını, mül­te­ci hak­ları­na aykırıy­dı. Mül­te­ci­lik ve sığın­macılık tanımın­da yaşanan muğlak­lık, kavram kar­gaşası nedeniyle sis­tem sağlık­lı işletilmiy­or. Bu neden­ledir ki, “göç̧ uyum”, “ente­grasy­on “ süreci­ni oluş­tu­rup yönete­mez hale gelmişler. Uygu­la­ma merkezine sadece “ente­grasy­onu” alan bir poli­ti­ka sürek­li ve sürdürülebilir değildir. Eğer göçü önle­m­eye dair ted­bir­ler, sis­tem­atik pro­gram­lar oluş­tu­rul­maz ise bir kaç yıl içinde sis­tem felç hale gelir.

Yan­sıra yürür­lük­te­ki uygu­la­ma bireyi sadece üre­time dahil etmeyi, geldiği poli­tik, etnik aidiyeti ötele­meyi; hat­ta kimi ülkel­erde Türkiye’de­ki gibi görmez­den gelmeyi, hiçleştirmeyi öncele­mek­te. Kat­e­go­rize etme adı­na söylemiy­o­rum ama, Avrupa’ya göç̧ eden ekonomik amaçlı mül­te­cil­er ile poli­tik mül­te­ciyi eşi­tlediğinde mev­cut ente­grasy­on poli­tikası boşa çık­mış olur. Mesela ben­im Avrupa’m bulun­duğum yer­di. Hiç̧ bir ekonomik sıkın­tım yok­tu. Almanya’ya geliş̧ gerekçem aidiyetimin tehdit altın­da olmasıy­dı. Bu poli­tik aidiyet ve dünya görüşüm kaçışımın da gerekçeleridir. Bura­da alan dar­alt­tığınız zaman, buranın geldiğimiz ülke­den pek bir farkı kalmıy­or. Bir çok ülkede Kürt poli­tik aktivist­lerin geldik­leri ülkelere geri gön­der­ilme­si en iyi örnek­tir. Düşünce ve vic­dan hür­riyetine dair taah­hütler gün geliy­or, ırkçı, yabancı karşıtlığının duvarı­na çarpıy­or. Hiç̧ bir poli­tik mül­te­ci, sürgün Avrupa’nın tası-kaşığı altın­dan da olsa ken­disi­ni buralar­da kalıcı gör­müy­or. Dönüş̧ için her gün umudu büyüten bir insan olarak  bunu biliy­or, bunu söylüyorum.

Türkiye’deki hem siyasi bir hüküm­lü olarak hem de ceza­evin­den tahliye olduk­tan son­ra­ki döne­minde “ceza­ev­lerinde hak ihlal­leri” üzer­ine çalış­malar yürüt­tün. Gözlem­lerin nelerdi? 

Türkiye ceza­ev­leri ade­ta Nazi­lerin topla­ma kam­pı­na dönüşmüş durum­da. Bugün Türkiye ve Kürdistan’daki ceza­ev­leri OHAL ile yönetilmek­te­dir. Geçmişte de ceza­ev­lerinin şart­ları çok ağırdı, dönem dönem hak ihlal­leri de yaşanıy­or­du. Ama, 15 Tem­muz Darbe­si’n­den son­ra Türkiye ceza­ev­lerinde yaşanan­lar tam bir insan­lık dramı­na dönüştü. Ceza infaz sis­te­minden tutun, ceza­ev­lerinin bulun­duğu yer­leşkelere, çıplak ara­ma, sevk ve sürgün­ler, kitap, der­gi sağlığa erişim hakkının ihlali, görüş, mek­t­up ve iletişim hakkının kısıt­lan­ması… Kişi hak ve hüviyeti­ni ayak­lar altı­na alan bu uygu­la­malar sis­tem­atik bir işkence uygu­la­ması­na dönüştü. Ve insan hak­ları örgüt­lerinin bütün çağrıları­na rağ­men AKP-MHP ikti­darı bun­ları görmez­den gel­di, hiç bir iyileştirm­eye yap­madı. Aksine, yakın zaman­da yap­tık­ları düzen­leme ile ne kadar krim­i­nal kes­im kişi ve yan­daş çete varsa hep­si­ni dışarıya salarken devrim­ci muhalif kes­ime ilişkin her han­gi bir yasal değişik­liğe gitmedil­er. Oysa ulusal ve ulus­lararası mevzu­a­ta göre din, dil, aidiyet gözetil­erek yapılan her tür­lü ayırım­cılık suç­tur. Devlet bu eşit­siz düzen­leme ile suç işlemiştir.

Ceza­ev­leri özel­lik­le tecrit, çıplak ara­ma gibi hak ihlal­lerinin yanı sıra, COVİD-19 pan­demisi ve ben­z­eri hastalık­ların tehdi­di altın­dadır şu an. Yine has­ta tut­sak­ların sayısı her geçen gün art­mak­ta; Adli Tıp bir çoğu­nun tahliye edilmesi­ni rapor­lar­la bel­gel­erken, ilgili yer­el kol­luk gücünün “güven­liğe tehdit” beyanat­ları nedeniyle has­ta ve yaşlı tut­sak­lar ken­di kader­ler­ine, ölümün kucağı­na terk edilmiş durumdalar.

Geçmişten bu güne Türkiye siyasi tar­i­hinde önem­li bir yere sahip olan ceza­e­vi direniş­lerinin ve bugün iki ayı aşmış bulu­nan ceza­ev­lerinde­ki açlık grev­leri­ni nasıl değerlendiriyorsun?

Maale­sef Türkiye gibi devletler çağın gerek­leri­ni okuyup, zamanın ruhu­na göre hareket etmedik­leri için bu yan­lış gidişatın bedeli­ni hep toplum ödemiştir. Yakın zaman­da Türkiye ceza­evin­de tutu­lan insan hak­ları aktivisti bir hukukçu adil yargılan­ma, adalet talebiyle başlat­mış olduğu açlık grevin­de hay­atını kay­bet­ti. Bir hukukçu­nun bedeni­ni açlığa yatırarak, erim erim eriy­erek adil yargılan­mayı talep ederken hay­atını kay­betmesi insan­lığın, hukukun felaketidir.

Türk devle­tinin bu konuda­ki demokrasi kar­ne­si kırık not­lar­la doludur. Kürt muhalif devrim­ci tut­sak­ların iki ayı aşan ceza­ev­lerinde­ki açlık grev­leri de özünde bir adalet ve hukuk­sal talep­tir. Devletin ve ikti­darın kürt sorunu konusun­da­ki çözüm­sü­zlüğüne dair iti­razdır. Aynı zaman­da toplum­sal muhale­feti, ulus­lararası kamuoyu­nun dikka­ti­ni, İmr­alı ceza­evine Sayın Öcalan’ın üzerinde uygu­lanan ve kalıcı hale getir­ilen tecrite çek­mek içindir.

Türk devleti  bu konu­da kimseden icazet almadan Kürt Halkıy­la bir­lik­te barış içinde ve kardeşçe yaşa­ma karar­lılığın­daysa acilen tecrit son­landır­malı ve Sayın Öcalan’ın özgür­lüğünü sağla­malıdır. Aksi halde geçmiş açlık gre­vi deney­im­lerinde yaşandığı gibi ceza­ev­lerinde her an can kay­bı yaşan­abilir. Hükümet eğer anayasal düzen­leme ve reform söylem­lerinde samimiyse bu samimiyetinin test edildiği yegane adres İmralı’dır. İmralı’daki tecrit­tin kaldırıl­ması ve Sayın Öcalan ile tekrar­dan bir barış ve müza­kere sürecine gir­ilme­sidir. Kürt halkının, kolek­tif hak savunucu­larının ve açlık gre­vi direnişçi­lerinin de talep ve bek­len­tisi budur.

Bugün ceza­evin­de olan ve siyasi soykırım operasy­on­ları kap­samın­da tutuk­lanan HDP’li siyasetçi­lerin hukuk­sal süreç­leri ile ilgili nel­er söyle­mek istersin? 

İşin doğrusu, Türk devleti ve demokratik yönetme meşruiyeti­ni yitir­miş olan AKP-MHP ikti­darı, ken­disi ve tekçi yöne­tim anlayışı ile kav­galı olan­ların canı­na okuy­or. Bura­da sis­tem­le en çok kav­galı olan kimdir? Tabii ki Kürtler. Dolayısıy­la en meşru demokratik legal zeminde bile kürde taham­mül etmiy­or devlet ve ikti­dar. Geliştirdiği nefret söylem­leriyle Kürdü ötek­ileştiriy­or, çeşitli algı operasy­on­larıy­la onu krim­i­nal hale getirip ceza­ev­ler­ine atıy­or. Bunu yaparken hep, “vatan”, “mil­let” ve “beka” soru­nuna sığınıy­or. Çünkü; yeniyi üretip, sis­te­mi demokratik­leştiremediği için tar­ih­sel geçmişin­de­ki baga­j­da duran arkaik argü­man­lara sığınıyor.

HDP kurul­duğu gün­den bu yana ötek­ileştir­ilmiş bütün kes­im­lerin tem­sili olarak, eleştiren, sorgu­layan pozisyon­dadır. Halkın oylarıy­la seçilmiş belediyelere kayyum­ların ata­masın­dan, halkın irade­si vekil­lerin, par­ti eş başkan­larının tutuk­lan­ması­na; par­ti kap­atıl­masının gün­deme gelme­sine kadar, hep­si bu tekçi-inkar­cı poli­tikanın bir sonu­cud­ur. Bu akıl tutul­masıdır; bu poli­ti­ka sürdürülebilir değildir. Çünkü, hem ekonomik, hem de diplo­matik açı­dan Türkiye’yi dünyadan tecrit etmiştir.

En akıl­cı ve sürdürülebilir strate­ji; çoğul­cu, demokratik, barışçıl bir anayasal düzen­le­m­eye git­mek, siyasi rehine olarak tut­tuğu halkın meşru siyasetçi­leri­ni serbest bırak­mak­tır. Baş­ta Kürtler olmak üzere, diğer etnik, dini fark­lılık­ların varoluşun­dan kay­naklı hak­larını tanımaktır.

Şim­di nel­er yapıy­or­sun ve sürgün hay­atın nasıl geçiyor?

Sürgün­lük, mül­te­ci­lik koca bir varoluşsal boşluk. Bu yabanıl boşluğun kör kuyusun­da boğul­ma­mak için cüm­lel­er birik­tiriy­o­rum. Biriken bu cüm­leleri sağlığım elverdikçe yazıya aktar­maya çalışıyorum.

Pepûk” (Guguk kuşu) isim­li bir şiir kitabı çıkart­tım, bir­in­ci baskısı tük­en­di. “Su Karadan Güven­li Anne” adlı yeni bir öykü kitabı kaleme aldım. Tem­atik olarak bir biri­ni tamam­layan üç öykü­den oluşuy­or. Mül­te­cil­iği ve vatan­sı­zlığımı dil­im ve bil­incim elverdikçe ifad­eye kavuş­tur­maya çabal­adım. Edit ve redak­te çalış­ması bit­ti, yakın­da okuyu­cusu ile buluşacak.

Teşekkür­ler Musa…

 


Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Dilek Aykan
REDACTION | Auteure
Gazete­ci, siyasetçi, insan hak­ları savunucusu. Jour­nal­iste, femme poli­tique, défenseure des droits humain. Jour­nal­ist, polit­i­cal woman, defendor of human rights.