Türkçe | Français | English
Metin Cihan, geçtiğimiz günlerde bir tutuklanma ve cezaevi anısını hoş bir mizah duygusu ile paylaşmış. Tweet serisini derleyerek, daha önce yayınladığımız cezaevi anılarına bir devam niteliğinde Twitter kullanmayan ve Türkçe bilmeyen okuyucularımız da okuyabilsin istedik.
Paylaşımların orijinallerini burada bulabilirsiniz.
Toplaşın çocuklar mapus anısı anlatacağım. 2000 yılındayız. Daha sakalım çıkmamış. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Cumhurbaşkanı’na hakaretten tutuklanmışım.
TBMM’de tasarı var. Demirel’in 5 yıllık süresini 5+5 olarak değiştirmek istiyorlar. İtiraz ediyoruz. Biz kimiz? O dönem Sosyalist bir partinin (SİP) üyesiyim. Bildirimizde Demirel’e amerikancı falan demişiz. Suç sayılmış. Savcı birisini cezalandırmak istemiş. Piyango bana vurmuş.
Boğaziçi kampüsleri arasında shuttle diye tabir ettiğimiz bir servis var. Güney kampüsten binerken peşimden sivil polis bindi. Başıma dikildi. Pis pis sırıtıyor. “Lan dedim kesin bi puştluk var”. Kampüs çıkışı araç durdu. Beni indirip ekip otosuna bindirdiler. Hikaye böyle başladı.
Daha evvel bir gece yarısı evim basılmış, gözlerim bağlanmış, bilmediğim bir yere götürülmüş, dayak yemiş, sorgulanmıştım. Göz bağım açıldığında Beşiktaş emniyet müdürlüğünde olduğumu, sebebinin Sakıp Sabancı’yı protesto etmek olduğunu öğrenmiştim. O polisi oradan tanıyordum.
O olayda ilk kez gözaltına alınıyordum. Gözaltı denen şeyi başkalarından kitaplardan filmlerden falan biliyordum. Öğrendiğim şekilde davrandım. Komik şeyler oldu. Şimdi konuyu dağıtmayayım. Bi ara hatırlatın, o Sabancı gözaltısını da anlatayım.
Nerede kalmıştık? Evet, Demirel.. Mahkemeye çıkarken ben de avukat da tutuklama beklemiyoruz. Her zamanki rutin uygulama zannediyoruz.
Hakkını yemeyeyim, emniyette şube amiri tutuklanacağımı söylemişti. içimden “lan git beni korkutmak için söylediğini sanki bilmiyorum” demiştim. Meğer adamın bi bildiği varmış.
Bak yine aklıma geldi pis herif… Cüzdanımı boşaltırken birkaç sim kartı çıkmıştı. “Kaç manitan var lan?” diye sormuştu. Halbuki olay şöyleydi: bir hat alıyordum, faturasını ödeyemiyordum, hat kapanıyordu, yeni hat alıyordum. Fatura konusunda hâlâ aynıyım.
O dönem okuldan sonra akşam 18.00–24.00 arası Koçbank’ta part time çalışıyordum. Cüzdanımdan çıkan personel kartını görünce, “bankaya haber vereyim işten atsınlar” demişti. pis herif… Tam da dediği gibi oldu.
Nerede kalmıştık? Evet, Demirel… Mahkemeye çıkarken ben de avukat da tutuklama beklemiyoruz. Her zamanki rutin bir uygulama zannediyoruz.
Duruşma sonrası hakim kararı okurken Bayrampaşa falan diyor, içimden “ne alaka lan?” diyorum. Avukatıma döndüm, Bayrampaşa’yı duyunca değil, avukatın yüzüne bakınca tutuklandığımı anladım.
Kişiliğimin “hızlı adaptasyon” gibi bir yanı var… “Değişik bir tecrübe olacak” diye düşündüm. O sıra fotoğrafçılıkla uğraşıyordum, iyi bir makinem vardı. Gençler bilmez, dijital değildi, film falan takıyorduk. Avukata ilk sorum “fotoğraf makinemi götürebilir miyim?” oldu.
Tam olarak hangi sözcükleri kullandı hatırlamıyorum ama anlam olarak “ne salak salak sorular bunlar, kaç yaşındasın sen?” dediğine eminim. Fotoğraf sanatını icra etmek için mapusun ideal bir yer olmadığını anladım. Zaten makineyi götüremiyormuşum.
Bayrampaşa özel tip cezaevine götürüldüm. Galiba beni saf gördüler ve siyasi suçlulara uygulanan prosedürü uygulamadılar. A blok kapısının kilitleri açıldı ve içeri itildim. A blok nedir? A blok karantinadır. Anlatayım.
Mapustakiler “karantina” diyordu. İçeri girenler 1–2 gün orada kalıyormuş, sonra diğer bloklara geçiyormuş. Siyasiler hariç. Siyasiler oraya uğramıyormuş.
Tabii bunlardan haberim yok. Bana göre herkes kader kurbanı. Yine filmlerden falan gördüğüm kadarıyla çok değişik çok güzel insanlarla tanışacağımı düşünüyorum. Mapus hayatımın geneli için öyle oldu ama karantina dediğim yer harbiden farklıymış. Bilen bilir. Bilmeyene anlatayım.
“Mapus hayatı” dediğim hepi topu 33 gün :). Neyse devam edeyim.
Kilit açıldı içeri itildim. Dar bir koridor. sağlı sollu odalar var. “Meraba meraba, Selamünaleykum aleykümselam” diyerek ilerledim. Tabure ittiler oturdum. “Suçun ne?” diye sordular. “Siyasi” dedim, “Cumhurbaşkanına hakaret” dedim. “Sizin suçunuz ne?” diye soruyorum kimse cevap vermiyor.
Nihayet içlerinden biri gerekli açıklamayı yaptı. “Burada kimseye suçunu sormayacaksın” dedi. Tuhaf geldi ama içeri gireli daha birkaç dakika olmuştu. Konuyu müzakere etmek istemedim.
Bu arada başka tuhaf şeyler oluyordu. Kader ortağı gördüğüm insanlardan biri ocakta çay kaşığını eriterek bıçağa dönüştürüp bana gösteriyordu. Anlam vermekte zorlanıyordum ama ona bile gülümsüyordum.
Sonra memleketimi falan sordular. “Tunceli” dedim. Suçumun ayrıntılarını sordular, anlatıyordum, iki üç oda ötede bir kapı aralandı, birisi kafayı uzattı “buraya gel” dedi.
Gittim. Sonradan öğrenecektim ki, resmi adı A blok olan karantina koğuşunun bir ağası, ve onun altında ayrıca kendi özerkliği olan dört ağa varmış. O özerklerden biri beni çağırtmış.
“Tuncelili misin?” dedi. “Doğrudur” dedim. İlçe sordu. Cevabı söyleyince heyecan yaptı. Kimlik çıkarıp kütük gösterdi. Köylü çıktık. Sıradışı bir tesadüftü. Ailesi 38 sürgününde göç etmiş. Eskişehir’de doğmuş, memleketini hiç görmemiş ama babası “köyünü hiç unutma” diye tembih etmiş.
“Korumam altındasın” dedi. Avluda volta attık. İşleyişi anlattı. Meğer karantina denen yerin %70’i tecavüzcüymüş. Diğer bloklarda şişlenecekleri için orada kalıyorlarmış. %30 ise diğer bloklarda hasmı olanlarmış. Yani yine şişlenmemek için. Tabii kendisini %30’da tanımladı. İnandım.
“Sen manyak mısın?” diye sordu. “Solcu olduğunu, Tuncelili olduğunu niye söylüyorsun? Bunların hepsi faşist, seni öldürürler” dedi. Bazı başka kötü olasılıklardan da bahsetti. Düz öldürseler daha iyi gibi geldi.
Odasında bana bir yatak ayırdı. Kalan diğer mahkumları tanıttı. İş bölümünü anlattı. “Bulaşıkları sırayla yıkıyoruz ama şu arkadaş yıkamıyor çünkü eli titriyor bardak kırıyor” diyerek koğuş arkadaşlarından birini tanıttı. Sonra kulağıma eğilerek “annesine tecavüzden yatıyor” dedi.
“Bu cezaevinde siyasi koğuş yok mu?” diye sordum. “Bir tane var ama onlara ulaşamayız, belki bir ihtimal gardiyana para verirsek olur” dedi.
Sonra dedi ki, “buraya gelen herkes sabah çöpe çıkar, bütün cezaevinin çöpünü toplar, ama ben söyleyeceğim seni çıkartmayacaklar” dedi. “Çöpe çıkanlar siyasi koğuşa da gidiyor mu?” dedim. “Evet” dedi. “Lütfen engelleme, çöpe çıkmak istiyorum” dedim. “Tamam” dedi.
Ertesi sabah çöpe çıkan çaylaklar arasındaydım. Her birinin bir ağası olan bloklara uğrayıp çöp alıyorsun. Bazısında ağa sana bakıyor bıyık büküyor sonra adamlarından biri yanına yanaşıyor, reisin seni beğendiğini, istersen o koğuşta kalabileceğini söylüyor. Cidden yaşadım bunu.
En son siyasi koğuşun çöpünü aldıktan sonra abilere dönüp “burada kalmak istiyorum” dedim. Güldüler. “Burada herkes kalamaz” dediler. İçeri giriş nedenimi anlattığım an cezaevinde olay çıktı. Müdür odası falan basıldı. Sonuç olarak o koğuştan bir daha ayrılmadım. Artık siyasiydim. 🙂
Ama ben size asıl karantina koğuşunu anlatmak istiyordum. Hemşerim çıkan abi karantina koğuşu büyük ağasının beni odasına çağıracağını ve ayak bastı parası isteyeceğini söyledi. Üzerimdeki parayı aldı ve sorulunca “yok” dememi salık verdi.
Tam dediği gibi oldu. Koğuş ağası beni çağırttı. Odasına girdim. Diğer odalara benzemiyordu. Özel oda gibiydi. Lükstü. Bütün duvarı örten bir halı asılmıştı. Halıda bozkurt resmi vardı. Diğer her yerde üç hilaller falan vardı. Ağa zaten sarkık bıyıklıydı,. tecavüzden yatıyormuş.
Ayak bastı parası istedi. “Bende para yok” dedim. Pis pis sırıttı. “Sana kim akıl verdi biliyorum” dedi. Sonra, “yine görüşeceğiz” dedi.
Bütün bunlar nereden aklıma geldi? Af yasasının oylamasına Bahçeli’yi bile taşımışlar. Oy kullandırmışlar. Gazeteciler, düşünce suçluları, sıradan vatandaşlar falan değil… mafya ve tecavüzcüler için… Şaşırmadım. O zamanları hatırladım.
Bu da böyle bir anımdır.