Uygar insan yeryüzünde uygun adım yürüyüşe geçti ve ayağının değdiği her yerde bir çöl bıraktı.
Eko sistemin geldiği son kritik aşamadan geçerken, endüstri felaketlerimizin yarattığı insanlık durumumuz, yeni bir eko-sosyal yaklaşımı da beraberinde getiriyor. Küresel ısınma ile birlikte yeryüzündeki endüstriyel felaketlerimizin ortaya çıkardığı son yeni evre, yüz yıllardır üzerinde yaşadığımız toprakların hızla çölleşerek kuraklaştığı ve sürdürülebilir yaşam olanaklarımızın hızlı daraldığı ve buna koşut yerleşik ekonomik sosyal kültürel yaşam formlarımızın bozulduğu göçebe toplum evresidir.
Pek çoğunuz bu yaklaşımımı bir “felaket savı” olarak algılayıp kayıtsız kalabilir ancak ne yazıkki bu çok derin bir ürpertiyle hissettiğimiz ve yakın gelecekte daha da fazla hissedeceğimiz ekolojik kırılmadan artık kaçma şansımız kalmadı. Öyle ki şimdiye kadar bu kırılmanın geriye ve ileriye dönük sonuçlarından bihaber yaşayan milyonlar da artık kayıtsız kalamayacak. Çünkü en çok onlar hissedecek, en çok onlar yanacak bu ekofelakette. Ama öte yandan aynı milyonlar bu kaçınılmaz aşamanın ortaya çıkardığı ve ve çıkaracağı yeni durumların, yeni yaşam dinamiklerinin de baş rolünü oynacaklar. Böylesine hayati zorunlulukların deviniminde ortaya çıkacak olan bu yeni toplumsal evrimde, “toprak, iklim ve medeni iktidarın karşılıklı etkileşimi hem tarihi hem de daha özgür hayatlar için yeni alanlar açılmasını belirlemede temel etmen olmaya devam edecek. Kurak alanlar yayılırken tarım sistemlerinin iflas edecek olması, bir kez daha medeniyetlerin eskiden fethetmiş olduğu topraklardan geri çekilmek zorunda kalacağı anlamına geliyor. Kimi yerlerde bu topyekün olurken kimi yerlerde kısmi olacaktır.” (Çöl — Kaos yayınları, çeviri : İnan Mayıs Aru)
Somutlarsak, son yirmi yılda yaşanan ekokırımın yolaçtığı sorunlar; yeryüzünü kemiren endüstri haydutlarının o durmak, doymak bilmeyen aç gözlülüğü , “Kontrolsüz büyüme stratejileri” ile birlikte kendi sonlarını da beraberinde getirecek.
“Tarıma dayalı yaşayabilirliğin çöküşü ve kabına sığmayan enerji zengini devlet iktidarlarının geri çekilişiyle birlikte tamamen yepyeni toplayıcı gruplar ortaya çıkabilir. Kurak bölgelerde hayvancılık yapan pek çok göçebe topluluğun ve toplayıcıların mevcut koşulları düşünüldüğünde, pek çok örnekte bu ikisinin bir meleziyle ‑hem hayvancılığa hemde toplayıcılığa dayalı otonom göçebe nüfuslarda bir artışla- karşılaşma olasılığımız çok daha yüksek.” (Çöl)
Bugün bu zorunlu yeni ekonomik sosyal evrilişin pek çok ülkede ortaya çıkardığı “alternatif yaşam” örneklerini sayabiliriz : Chiapas, ZAD, Hambach Forest, Basquepais — ecovillage, Yunanistan Exarchia işgal evleri… Anadolu coğrafyasında ise Alakır Nehri Kardeşliği ve benzerleri gibi ekodinamiklerin mücadele ve yaşam deneylerinden ilham alan, eko köyler, komünler, ekoloji insiyatifleri, kooperatifler görmek mümkün hale geldi. Sistemin otoritesinden ve ekonomik sosyal baskısından firar edenlerin terkedilmiş çiftlilerde, köylerde işgal ederek, satın alarak kurdukları yeni yaşam arayışları artarak devam edecektir.
Burada mühim olan bir diğer nokta da yerli toplulukların varlığını sürdürmesi, ya da yeniden kurulması hayatta kalmanın nicedir süren stratejisi, “önceden burdaydık sonrada burada olacağız” artık meyvesini verebilir. Örneğin Toroslar’daki en eski halk topluluklarından “Tahtacı“ların kurdukları komün köy buna örnektir.
Pek çok güncel mücadelenin de gösterdiği üzere anarşistler ve yerli halklar iyi birer müttefik olabilir. Yine aynı şekilde Afrika ve Ortadoğu’daki savaşların yol açtığı mülteci akınlarına karşı geliştirilen “sınırlara hayır”, “welcome to refugiees” gibi şiarlarla, Fransa’nın kuzeyinde Calais örneğindeki gibi dayanışma stratejileri bu yeni dönemin “anarşist iklimler“i olmaya devam edecektir.
Bu iç içe yaşanan ve yaşanacak olan eko-sosyal döngüden yola çıkarsak önümüzdeki dönemin en önemli özelliği, avcı toplayıcı toplulukların pek çok yerde giderek toplumsallaşan bir ivme gösterecek olmasıdır. Yani “hali hazırda göçebe şekilde hayvancılık yapanlar ve tarımla uğraşanlar ise avcı toplayıcılığa dönebilir”. Bu aşama, zamanla, ekolojik sosyal stratejiye yoğunlaşan kimi anarşist oluşumların önünü açan bir avantaja dönüşecektir. Çünkü “turumuzun varoluşunun büyük kısmında hep toplayıcıydık ve yaban bizim evimizdi. Yeryüzündeki en eşitlikçi toplumlar avcı-toplayıcı toplumlar arasından çıkmıştır.” (Çöl)
Burdan şöyle bir soru çıkarılabilir tabii ki: sosyal ekoloji mücadelesi yabanda mı devam edecek? Bu süreç büyük olasılıkla kendi doğal grift konumlanışlarıyla birlikte devam edecektir. Çünkü yeryüzündeki ekolojik geri kusmaya paralel, yabandaki arayışlar daha yoğun öne çıkacaksa da, kentlerde yaşayan büyük çoğunluğun alternatif yaşam arayışları, bir birine karşıt iki yönelim olarak değil, birbirini tamamlayan, birbirini onaylayan bir dayanışma ve koordinasyon halinde gelişecektir. Bu aynı zamanda ekoloji hareketindeki “yaban-kent” tartışmalarına da açıklık getirecektir.
Bütün bu olasılıkların birbiri ardına yaşamla buluşup sınananacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bunun somut adımlarını kendi coğrafyamızda da görmek mümkün artık.
2017’nin son aylarında Bergama’da bir araya gelen ekolojist ve çevreci oluşumlar yayınladıkları ortak bildiri ile Türkiyeli ekoloji hareketlerinin Birleşik örgütlenme ve birleşik mücadelesi deklare edildi.
Yine ayrıca geçtiğimiz günlerde Çevre ve Ekoloji Mücadeleleri İletişim ve Dayanışma Ağı kuruldu. Özellikle bu ikinci oluşum, ekoloji hareketinin dünya ölçeğinde geldiği kritik hayatı aşama ve dayandığı deney ve birikimler göz önüne alındığında çok daha gerçekçi ve makul bir eko-dayanışma ağının mümkün olabileceğine işaret. Anatalya Finike’deki taş ocaklarına karşı mücadele ederken katledilen Büyüknohutçu çifti , bu oluşumun ana moral kaynağını oluşturmakta. Çevre ve Ekoloji Mücadeleleri İletişim ve Dayanışma Ağı, kuruluş açıklamasında kendilerini şöyle tanımlıyor:
“Kimlik tanımımızı kolaylıkla yapabilmek açısından yaşadıklarımızın arka planını kısaca anlatmak zorunluluğunu duyduk. Ekoloji üzerinde düşünen birçok yorumcu Büyüknohutçu çiftinin katledilmesi vakasının 30 yılı aşkın ekoloji/yeşil hareketi tarihi açısından bir kırılma noktası olduğu yolundadır. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Yeni mücadele ve örgütlenme modellerinin geliştirilmesi zorunlu hale geliyordu. İşte Karıncalar grubunun kendi kendine ‑Gezi sürecinde olduğu gibi- pratik içinde şekillenen kimliği bu dönüşümü ortaya koymaktadır. Bu değişiklik şu şekilde yorumlanabilir; Gerek Büyüknohutçu anma etkinliğinde gerekse zeytincilik kanununa yönelik yapılan protesto eyleminde bir araya gelen yaşam savunucularının profiline baktığımızda karşımıza çıkan tablo bizlere fazlasıyla Gezi sürecini hatırlatıyordu. İşte bu eylemliliklere destek veren BİREYLER ait oldukları örgütlerin (parti, platform, dernek) kimliklerini öne çıkararak “farklılıkları” vurgulamadı, tersine “müşterekleri” öne çıkararak bir araya gelmeyi başardı. Gezi süreci “üç beş ağaç” meselesi olmadığı gibi Büyüknohutçu çiftinin katlı de sıradan bir cinayet değildi. Alınan mesaj tehlikeli ve ciddiydi. Saldırı doğrudan doğruya yaşam alanlarımıza ve yaşam hakkımıza yönelikti. Bu yüzden farklılıklarımızı paranteze alma basiretini gösterebiliyorduk.
Hiçbir oluşum diğerinin üzerinde (yönlendirici konumda) olmamalıydı. Her biri bir diğerine eşit uzaklıkta kalmalıydı. Ayrıca imzacı olmak isteyen oluşumları geri çevirme hakkını kendimizde görmedik. Kurumlar arası bir hiyerarşinin olmaması dinamizmin ve başarının başlıca nedeni olabilir. Kısa sürede Türkiye ekoloji tarihinde belki de bir ilk olan 117 oluşum (her biri Antalya’ya gelemese de) hazırlanan metne imzacı olmuş, böylelikle bir araya gelme iradesini ortaya koymuştu. Ekoloji tarihindeki kırılma noktası bir sıçrama noktasına dönüşüyordu.”
Geleneksel solun o kendisinini herşeyin ana merkezine koyan hastalıklı müdehaleciliğinin ötesinde samimi dayanışma ve iletişim ağlarının kurulabileceğini görmek genel sosyal ekoloji mücadelesi açısından çok sevindirici ve umut verici bir gelişme.
Dünyadaki büyük ekokırıma karşı tek tek coğrafyalar daki eko-dayanışma ve koordinasyon ağlarının ekolojik ve özgür bir yeryüzü projesine dönüşmesi için, diğer coğrafyalardaki ekoloji hareketleri ile de kalıcı ve uzun soluklu bir koordinasyon ve dayanışma ağı kurabilmeyi başarması gerekiyor.
Tekrar endüstri uygarlığına (haydutluğuna) karşı mücadeleye dönersek…
Biz yabanı otlar, yabanın çevresindeki kent uygarlığının talan ve esarete dayalı kuşatmasına karşı kesintisiz direnmeye devam edeceğiz.
Yeni araçlar ve yeni dayanışma biçimleri ile devam edecek bu amansız mücadele de suya, toprağa, ormana, hayvana ve insana ait ne varsa yeryüzünde tereddütsüz savunacağız.
“Eylem her türden eylem!
Bırakalım felsefemizin inceliklerini eylemlerimiz belirlesin. Bu gezegen, bu yeryüzü mızraklarını toprağa saplayıp bir duruş sergileyen kadınlar ve adamlara, bir savaşçılar topluluğuna şahit oldu.”Dawe Foreman
Ekokırımcı uygarlık aynı zamanda soykırım da yapıyor… Orissa dağlarından Amazon ormanlarına, oradan Alakır vadisine kadar sayısız pek çok ekolojik yaşam alanındaki biyolojik çeşitlilik (ve onları korumaya çalışan yerli halklar) ekokırımcı haydutların soykırımına da tabi tutulmakta. Bu talan ve yağma ile pek çok endemik biyolojik çeşitlilik yok edilirken buna karşı çıkan yerli halk da suikast ve katliamlarla soykırıma uğratılmaktadır. Ancak bütün bu düşmanlığa rağmen ekosisteme dost bileşenlerin direnişi devam etmektedir.
Bütün bir yer yüzü için en önemli yaşam kaynağı olan Amazon ormanlarındaki yerli halkın bu eko soykırımcı haydutluğa karşı direnişi, ekosistemin en önemli savunma mekanizması olduğunu da gözler önüne sermektedir. Bugün bu halklarla dayanışma ve ortak mücadele yabanın savunulmasında öne çıkan en dolaysız stratejilerden biridir. Dolayısıyla şunu rahatlıkla “nihai son” yerine söyleyebiliriz: yeryüzü geride kalan bütün yaşam çeşitliliği ile bu strateji de yeniden yaşam bulacak ve özgürleşecektir. Üstelik doğaya hükmetmeyi niai bir marifet olarak öngören o çok bilimsel otoriteleri de ezip geçerek…
Küreseleşme ve anarşist ekolojist dinamikler
Küreselleşme yayılırken toplumsal hareketler içindeki anarşistler de ekoloji hareketinin dinamiği haline gelmekte. Bunların pek çoğu da ekolojik direniş , yerli halklarla dayanışma ve başka yerlerden bu mücadelelere destek toplama konusunda iyi bir konumda ilerlemekteler. Eko sistemi artık daha beter bir hale getiremeyeceğimiz noktada olduğumuz için eylemlerimiz yabanı ve özgürlüğü korumada cidden bir fark yaratmaya yarayabilir.
Bu süreç ekoloji ekseninde öylesine kendine özgü bir gelişme göstermekteki, anarşistlerin doğal bir refleksle bütünleştiği ekoloji mücadelesine öteden beri çeşitli biçimlerde burun kıvıran Marksistler bile çekingence de olsa, ilgi göstermeye başladılar. Hatta kimileri daha da ileri gidip Marksist termolojiyi ekoloji mücadelesine uyarlama çabası içine girdiler. Büyük oranda pragmatist bir yönelim olarak kendini gösteren bu çabaların samimiyeti den emin olmamakla birlikte, bu yönelimi genel ekoloji mücadelesinin seyri bakımından önemli bir gelişme olarak görmekteyim. (Marksitlerin ve Anarşistlerin ekoloji mücadelesine yaklaşımlarındaki ayırt edici özellikler, kendi argümanları ile birlikte başlı başına ayrı bir yazı konusudur. Dolayısıyla konuyu şimdilik kendi sınırları içinde bırakmayı daha uygun bulmaktayım)
Ekokırıma karşı tek yol ekolojik direniş
Ekonomik gerileme ve buna koşut savaş ekonomisinin yarattığı büyük ekokırım, önümüzdeki yıllarda Kapitalist haydutları daha büyük toplumsal çatışmaların aktörü haline getirecek. Bu mevcut koşullar altında süren çatışmalar doğal olarak dört kıtada birden muazzam “ekodireniş” biçimlerini de beraberinde getirecek. Devletler şimdiden bunun farkındalar ve bu yüzden toplumsal denetimin temel baskı araçları olan polis ve ordu güçlerini olağanüstü teknolojik donanımlarla ve terör yasaları ile desteklemekteler. Ancak ne olağanüstü teknoloji donanımlı polis ve ordu güçleri ne de terör yasaları ekolojik direnişin önüne geçemeyecek.
Bugün için birden bire ortaya çıkan, birden bire geri çekilen kitlesel-küresel direnişler, yakın gelecekte artarak devam edecek ve giderek daha büyük direnişlere dönüşecektir.
2008–2012 Küresel Ekonomik Krizi ile başlayan işgal ve direniş hareketleri (Arap Baharı, Wall Street’i İşgal Et, İspanya Öfkeliler hareketi, Yunanistan isyanı, Gezi Parkı Direnişi, Brezilya evsiz işçiler hareketi, Amazon yerlileri direnişi, Honduras Yerli ve Halk Hareketleri Yurttaş Meclisi, Arjantin işgal fabrikaları hareketi, Şili Eğitim savaşı, Arjantin-Şili Patagonya Mapuche hareketi, Fransa ZAD işgal hareketi, Almanya Hambach Forest direnişi, Dakota Standing Rock, Artvin Cerattepe, Alakır Nehri Kardeşliği ve Hasankeyf’i yaşatma direnişleri) kendi doğal döngüsü içinde tekrar tekrar ortaya çıkacak ve ekolojik sosyal direniş kontrol edilemez bir evreye girecektir.
Bu zorlu süreçte Zapatistalar, Rojava, Eko Mapuche, ZAD Otonomu ve Hambach Forest gibi alternatif yaşam ve direniş alanları daha başka direniş ve dayanışma alanlarına ekolojik ve sosyal savaşın ortaya çıkaracağı yeni kazanımlara moral kaynağı olacaktır.
Savaş kasırgalarının estiği, anarşi ihtimallerinin açıldığı ve ekolojilerin savunulmaya muhtaç olduğu yerlere gitmek genelde tehlikelidir ama bazıları hep esaret içinde bir huzurdansa tehlikelerle dolu bir özgürlüğü tercih etmiştir… Halen pek çok özgürlük ve yaban ihtimali mevcut. Bu ihtimallerin bazıları neler ve bunları nasıl hayata geçireceğiz? Yanılsamalar bir kenara bırakıldığında ve hayal kırıklığıyla kötüleşmek yerine bunların yükünden kurtulmuş olarak yola koyulduğumuzda bizi ne gibi planlar, amaçlar, yaşamlar ve maceralar beklemekte olduğuna da daha hazırlıklı olacağız demektir. O halde, ekolojik, ve özgür bir dünyaya doğru açılan yolumuz açık olsun!