Ortaçağ despotizminden beri yerli halkları hedef alan ve günümüze kadar uzanan sömürgeciliğin asimilasyon ve soykırımların en önemli kurbanları hep çocuklar olmuştur.
Kanada, Araukanya (Patagonya Şili-Arjantin) ve Türkiye başlıkları altında birbirini tamamlayan üç makalede sömürgeleştirme endüstrisinin izini süreceğiz.
Yazı dizisinin bütününe buradan ulaşabilirsiniz
Dünya Savaşı koşullarında Osmanlı devletinin Ermeni Soykırımı
Birinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında dünyanın pek çok bölgesinde ulusal kurtuluş hareketleri, sosyal isyanlar soykırımlar ve devrimler yaşandı. Hasta Osmanlı imparatorluğunun da dahil olduğu 1. Dünya Savaşı, dünya tarihindeki en çok kayıp verilen beşinci savaş olmuş ve savaşa katılan Osmanlı gibi pek çok hükümranlığın da sonu olmuştu.
Bitmeyen savaşlar ve Soykırımlar Yurdu Anadolu
Türkiye’deki yerleşik etnik halkların tarihi de tıpkı diğer etnik halklar gibi soykırım ve asimilasyonla anılmakta. Yüzyıllar boyunca pek çok uygarlığa, etnik popülasyona ev sahipliği yapan Anadolu coğrafyası, aynı zamanda sayısız iktidar savaşlarının fetihlerin ve günümüze uzanan soykırımların ve asimilasyonların yurdu olmuştur.
Ermeni Soykırımı
Ermeni soykırımı, iktidar ve milliyetçiliğin makyavelizminin “birbirlerini öldüren halklar arasındaki nefreti” nasıl körüklediğini gösteren “en büyük suç yığını“dır.
Bu konuda Fransız gezgin Anarşist coğrafyacı ve etnolog Jean Jacques Élisée Reclus’nün Orta-Doğu ve Asya’ya yaptığı seyahat dönemi gözlemleri 1 Ermeni katliamından çok önceleri bölgedeki halkların hassas etno kültürel özelliklerine ve osmanlının bu halkların çelişkilerine nasıl bir rol biçtiğine dair önemli veriler aktarır.
Reclus, “Arnavutlar, Lazlar, Kürtler, Araplar ve Türkiye olarak adlandırılan sınırlar içinde yer alan diğer pek çok nüfusun büyük bir ulusal canlılığa sahip olduğunu” belirtirken aynı zamanda osmanlı devletinin bu büyük ulusal canlılığın birbirleri arşındaki farklılıkları, çelişkileri birbirine karşı gelişen sorunları; azınlıkları Truva atı olarak kullanmaya çalışan güçlerin, “vahşiler” (etnik halk) oyununu” hassas bir şekilde analiz eder; “Sadece köken, dil, geleneklerdeki basit farklılıklar nedeniyle insanların birbirine karşı nefret etmekle kalmadığını, aynı zamanda aynı insanlardaki sınıftan sınıfa nefreti görüyorsunuz, çünkü Türk hükümeti baskı ve istismarın tüm küçük görevlerini mağlup edilenler arasından seçilenlere emanet etti. Kendi yurttaşlarından ya da ortak inançlardan, her milliyet ya da kültün talihsizliğinden, talihsizliklerinden şikayet etmeleri gerekir.” (“Latinler ve Almanlar” H&T, kitap IV, Bölüm III :, T. II, 1982, s.53)
Ermeni Soykırımının unutulmayan trajedisindeki çocuklar ve kadınlar
Talat Paşa’nın 26 Haziran 1915 tarihi telgrafı Ermeni soykırımını habercisidir. Telgraf şöyledir:
“Mevkileri tebdil edilen Ermenilerin ön yaşından duun (küçük) çocuklarını darüleytam (yetimhane) tesisiyle veya müesses darüleytamlara celp ile talim ve terbiye etmek mutasavver (düşünülmüş) olduğundan, vilayet dâhilinde ne kadar çocuk bulunduğunun ve orada darüleytam tesisi için münasip bina bulunup bulunmadığının acilen bildirilmesi”.
Bütün bu soykırım ve asimilasyon süreçlerinde en büyük acıyı çocuklar ve kadınlar yaşamıştır. 1915 Ermeni Soykırımı ve peşi sıra gelecek olan Pontus Rum soykırımı, Koçkiri katliamı ve 1938 Dersim Tertelesi’nde kadınların ve çocukların yaşadığı ve onyıllar boyunca konuşulmasının yasaklandığı acı olaylar, Türkiye’de yaşayan etnik halkların toplumsal hafızasında büyük hasarlara yol açmıştır. Soykırımdan sağ kalan kadınlar ve çocuklar yaşadıkları vahşetin travmalarını kuşaklar boyu atlatamadıkları ‑ve anlatamadıkları- gibi, vahşetin sahibinin himayesinde, korkunç bir asimilasyona tabi tutuldular.
“Ermeni soykırımı bir tek fiziki imha olarak yaşanmadı. Asimilasyon özellikle Ermeni çocukların asimilasyonu ve bu arada Müslümanlaştırılması, soykırımın en önemli ayaklarından biriydi. Sürgünler başlamadan bölgelere yollanan tamimlerde tehcirle kaç Ermeni çocuğun ana-babasız kalabileceği bilgisi isteniyor. Tehcirden sonra bu çocuklar özel yurtlara yerleştirilerek Müslümanlaşmaya tabi tutuluyor. Burada belli bir yaş grubuna dikkat ediyorlar, bölgelere yollanan telgraflarda da bu belirtiliyor; 4–12 yaş arası. Çünkü 4 yaşından küçüklerin bakım problemi var; bakacak Müslüman aile bulunamıyorsa, öldürülüyor. 13 yaş üzerindekiler de öldürülüyor, çünkü ‘Ermeniliklerini unutmazlar’ deniyor”. (Taner Akçam, “Çocuklar malları için kapışıldı”)
Ermeni yetimlerin asimilasyonu
Ermeni çocuklar hemen hepsi zorla müslümanlaştırılarak Ermeni kimliklerini unutmaları sağlanmış, müslümanlarla “evlendirilmiştir”. Sayıları kesin olmamakla birlikte bazı kaynaklar 200.000 civarında müslümanlaştırılmış Ermeni yetimden söz etmektedir. (Nazan Maksutyan, Orphans and Destitute Children un the Late Ottoman Empire, Sycracuse University Press, 2014)
“Muş’un gündüz okulunun sınıflarından biri, kadın öğretmen Margarit‘le beraber… Margarit ve okulun 120 öğrencisinin çoğu 1915 yılında öldürüldüler”. Bu metin fotoğrafın arkasına Bodil Biorn tarafından yazılmıştır. (Norveç Devlet Arşivi)
Halide Edip Adıvar’ın Artura mektubu, Ermeni soykırımının yetim çocuklarda bıraktığı trajedi ve travma
1916 yazında Cemal Paşa’nın isteği üzerine Suriye ve Lübnan’a giden edebiyatçı ve siyasetçi Halide Edip Adıvar, bin kadar Ermeni yetiminin kaldığı Ayn Tura Yetimhanesi’nde gördüklerini, İstanbul’da kurulan yeni kabinede Maliye Nazırı olan dostu Cavid Bey’e mektupla şöyle anlatıyordu: “(…) Çöllerde ot yiyerek karınları şiştikten sonra, kimi anasını, kimi babasını, birçokları da çocuklarını kaybettikten sonra buraya düşmüşler. Daha doğrusu, Cemal Paşa getirtmiş (…) Dışarıda anası açlıktan ölen, babası yanında öldürülen, on iki yaşında bir Ermeni kızı geldi, iltica etti. Mahzun, büyük gözleriyle etrafımda dolaşıyor, lüzumlu lüzumsuz elimi öpüp ağlıyor. Bahçede bir facia daha var. Oğlunu yanında öldürürlerken birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki oğlunu ve ailesini nereye attıklarını bilmiyor. Ayakları çıplak, gözleri elem içinde, mütemadiyen Ermeni yetimleri işaretle felaketini haykırıyor. Bazen geceleri çocuğu ölen bir kadın gibi, başı elleri içinde doğunuyor, doğunuyor… Gündüzleri yazımı yazarken bazen hıçkırdığını ısıtıyorum. Pencereye koşuyorum, aşağıda bahçede ellerini sallıyor, oğlunun kalbinden kurşun geçerken çıkan sesi göklere uluyor, söylüyor. Bunlardan binlerce, yüzlerce var. Yetimhaneler hayatta bir şeyin telafi edemeyeceği şeyi kaybetmiş yarı aç bedbaht çocuklarla dolu…” (Ayşe Hür, “1915’ten 2007’ye Ermeni yetimleri”, Radikal)
Osmanlının soykırım ganimetleri Ermeni yetimler ve İttihatçı Cemal Paşa’nın Antura cehennemi
İttihat ve Terakki’nin gözde isimlerinden Cemal Paşa’nın Ermeni çocukları topladığı, Halide Edip’i de bir süreliğine yönetimine getirdiği Lübnan’daki Antura Yetimhanesi Sahipsiz kalan Ermeni yetimleri yabancı misyonerlere kaptırmaktansa kendi metodlarıyla Türkleştirmek isteyen Cemal Paşa’nın toplama kampı haline gelmişti.
Türkleştirilmiş ermeni yetimler Antura yetimhanesinde (ortada Halide Edip), 1917. (“Nayim Bey’in hatıraları”, Aram Antonyan, 1920.,9 s.)
“Dördüncü Ordu Komutanlığına tayin edilen Cemal Paşa 1916’da Antura’da Lazarist papazların yönettiği St. Joseph lisesine el koyar. Bina Ermeni yetimlerin Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması için kullanacak, savaş boyunca sayıları üç bine varan Ermeni yetim Antura’da barındırılacaktır. Yetimlerin arasında birkaç yüz Kürt yetim de vardır. Yetimhanelere yerleştirilen Ermeni yetimlere Türkçe adlar verilmiş ve Ermenice konuşmaları yasaklanmıştır. Her ne kadar Halide Edip anılarında Türkleştirme ve İslamlaştırma konusunda Antura’da bu politikaların uygulanmadığını söylese de, diğer kaynaklar aksini göstermektedir. Antura’da katı bir disiplin uygulanır. Ermenice konuşan çocuklar falakaya yatırılır veya doğrudan güneşe bakmaya zorlanırdı. Ermenice konuşanları ihbar edenler ise ödüllendirilirdi. Gıda oldukça kitti ve yetimler bakımları karşılığında tenekecilik, dokumacılık ve diğer zanaat dallarında atölyelerde çalıştırılırdı.” (Selim Deringil, “Ermeni Yetimlerin Asimilasyonu: Antura Yetimhanesi”)
“Bu Günden Sonra” belgeseline konu olan ürpertici Artura gerçeği
Antura’da yaşanan ve yıllar sonra bir renovasyon sonucu ortaya çıkan çocuk toplu mezarı Bu Günden Sonra adlı belgesele konu olmuştu.2Belgeselin katılmcılarından tarihçi Selim Seringil’in Altüst Dergi’de yayınlanan “Ermeni Yetimlerin Asimilasyonu: Antura Yetimhanesi” başlıklı yazısında bu gerçeği şöyle anlatmaktaydı: “Yaklaşık üç yıl önce Agos gazetesinde Antura yetimhanesi ile ilgili bir yazı yayınlandı. Aynı günlerde Beyrut’da belgesel yapımcısı Nigöl Bezciyan ile tanıştım. Birlikte Antura üzerine bir belgesel yapma fikri oluştu. Bizden önce Misak Kelechian isimli hayırsever bir işadamı Antura’nın acıklı geçmişinin anısını yaşatmak uğruna çaba harcamıştı. Günümüzde yine eski kimliğiyle eğitim veren ünlü bir Katolik Lisesi (St. Joseph) olan okulun renovasyon çalışmaları sırasında eski bir binası yıkıldığında temelinde birçok çocuk kemiğinin bulunduğu bir toplu mezar keşfedilmişti. Kemikler okulun yetimhane olarak kullanıldığı günlerde orada ölen çocuklara aitti. Misak Kelechian’ın çabaları sayesinde okulun arkasında eski müdürlerin yattığı mezarlıkta bu kemikler defnedilmiş ve çocukların anısına bir anıt dikilmişti.”(Selim Deringil, “Ermeni Yetimlerin Asimilasyonu: Antura Yetimhanesi”)
1915’te Ermeni çocukların asimilasyonunda öne çıkan en önemli yöntemlerden biri “evlat edinme”ydi… Soykırım sonrası neredeyse tüm devlet ileri gelenleri birer evlatlık alıyor. Hatırlarsanız bir önceki bolümde anlattığım Patagonya’daki Mapuçe soykırımında da aynı yöntem izleniyor). 1919’da Patrikhane, bu çocukları toplamaya çalışıyor…
Diğer bir benzerlik de, onlara yönelik köksüzleştirme çabasında görülüyor. Kimliğin dil ve din üzerinden belirlendiği bir dünyada, bunu kaybetme tehlikesi yaşıyorlar. II. Abdülhamid dönemindeki yetimlerin neredeyse yüzde 85’ine Amerikalı misyonerler bakıyor ve yaklaşık yüzde 80’i Protestan oluyorlar. Adana Katliamı sonrasında yetimhanede kalan çocukların hiçbiri Ermenice öğrenmiyor ve din eğitimleri de oldukça şüpheli. 1915’ten sonra da sayısını bilmediğimiz kadar fazla çocuk, evlatlık alınıyor ve müslümanlaştırılıyor.
Misyonerlik faaliyetleri ile ilgili çeşitli kaynaklardan elde ettiğim bilgilere göre, Osmanlı’nın Ermeni soykırımında ve sonrasında, Türkiyedeki hristiyan çocuklarına yönelik asimilasyon faaliyetleri aynı zamanda yabancı misyonerlerin faaliyetleriyle iç içe geçen asimilasyon ilişkilerini de açığa çıkarmakta. Özellikle Amerikan Board misyonerlerinin 3 İstanbul’dan Van’a kadar uzanan ve 2010 yılına kadar süren faaliyetleri oldukça dikkat çekici. (Erkan Cevizliler, Nilüfer Cevizliler, “Van Vilayetinde Amerikan Misyonerlerine Ait Kurumlar”)
Amerikan Board misyonerlerinin arşivinde Türkiye ile ilgili faaliyet raporlarının kapsamı ve içeriği şu şekilde belirtilmekte: “Misyon istasyonlarının ve bileşen okullarının, seminerlerin, sağlık tesislerinin, yetimhanelerin, evanjelist çalışmaların ve yayın çalışmalarının faaliyetlerini ve genellikle yıl ortası yıllık toplantısı için oluşturulan harcama tahminlerini belgeleyen yazışma ve finansal raporları içerir”.
1998 yılına kadar hayatta kalan tüm ABH kurumlarının (üç okul, bir hastane ve bir yayınevi) tüm idari ve finansal yönetimini 2010 yılına kadar Sağlık ve Eğitim Vakfı, SEV’in üstlendiği belirtilmekte. Yine aynı yazı da misyonerlik faaliyetlerinin uzantıları olan kilise yönetimlerinin irtibat bürosu olan ABİ’nin de 2010 yılında, kalıcı olarak kapatıldığı yazılmakta.
Mustafa Kemal ve Topal Osman’nın Pontus Rum Soykırımı
“Şimalde Karadeniz’in en güzel ve en zengin sahilleri üzerinde tesis edilmek istenilen Pontus Hükümeti taraftarları ile beraber tamamen bertaraf edilmiştir.”
M.Kemal Atatürk
Dönemin İttihatçı hükümeti, savaş koşullarında bir güvenlik tehdidi olarak gördüğü Pontus Rumlarını, 1916’da Batı Karadeniz’den iç bölgelere sürmüştü. Savaşın ardından bölgeye geri dönen Rumları bekleyen katliam tehlikesine bulunan çözüm ise Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in bölgeye ordu müfettişi olarak gönderilmesi olmuştu. Ancak Paşa’nın bölgeye gelişi bölgedeki Rumların sorunlarını çözmeyecek, aksine daha da kötüleştirecekti. Zira Paşa, İstanbul’a esas sorunun silahlı Rum grupları ve güttükleri siyasi gayelerinden kaynaklandığını raporlayacaktı. Hatta Mustafa Kemal Paşa’nın bölgedeki başta Topal Osman olmak üzere silahlı Müslüman grupların liderleri ile görüşerek, Rumlara uyguladıkları şiddeti teşvik ettiği iddia edilecekti.
IX. Ordu Müfettişi bir Osmanlı zabiti olarak başladığı süreci “Milli Kurtuluş Hareketi’nin lideri olarak devam ettiren Paşa, daha sonra Nutuk’ta Pontus bölgesindeki karışıklığı bastırmanın, Anadolu’nun batısında verilen savaşın bir parçası olduğunu, hatta ondan bile önemli olduğunu belirtecekti.
Nihayetinde, Türk tarafınca büyük önem atfedilen bu “güvenlik tehdidi” ile başa çıkmak için alınan tedbirler, İttihatçı hükümetin “Ermeni meselesinin tasfiyesi” için uyguladıkları çok benzer olacak ve mesele 300 binin üzerinde Rum’un bölgedeki varlığına son verilen bir soykırımla sonuçlanacaktı“. Mustafa Kemal: “Bundan sonra el ele çalışacağız. Pontusçuların Karadeniz kıyılarında neler yaptıklarını birde erbabının ağzından dinleyelim dedik” derken, Topal Osman da bölgedeki Rum ve Ermenilerin yaptıklarını anlatır. M. Kemal’den “görüyorum ki vatansever duygular taşımaya gençliğinde başlamışsın…çeteni derme çatma bir kuvvet olmaktan çıkaracaksın. Sana genç ve atak subaylar vereceğiz.. Pontusçular hangi usulleri kullanıyorlarsa, siz de o usulleri çekinmeden kullanın..”. cevabını alır.(H. İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, c, 2. s. 113). Bunun üzerine Topal Osman Ağa, M. Kemal Paşa ya hitaben: “siz hiç merak etmeyin Paşam! Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepisi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” diyecektir. (Ayşe Hür, Taraf, 14 Mart 2010)
Nurettin Paşa ve Topal Osman’ın katil alayları Koçgiri’de
“Merkez Ordusu 11 Nisan 1921’de Koçgiri’ye yürümüştür. Komuta Nurettin Paşa’dadır. Paşa 1902 de iç Bulgar komitesine yönelik ’gayri nizamı’ harbin başarılı subaylarındandır. İttihatçıların ve Kemalistlerin Ermeni, Rum, Kürt tehcir ve tenkil hareketlerinde önemli görevler üstlenen, cumhuriyetin iç savaş dinamiklerine dayalı kuruluş ilkelerini belirleyen “Özel Harpçi subaylar kuşağındandır. 1918’den itibaren Anadolu’da yayılan ve Balkan kurtuluş hareketlerini bastırmada görev yapmış bu subaylar kuşağı devletin ‘ebed‑i müddet’ şoven siyasetlerini belirlemede öncülük etmişlerdir. 1919’da Urla’da Rum halka uyguladığı korkunç şiddetle sivrilen Nurettin Paşa Mustafa Kemal tarafından Koçgiri üzerine gönderilmiştir.
(…) Topal Osman yönetiminde 42. ve 47. Alayların kurulması ve gönüllü laz birliklerinin oluşturulması akabinde Mart 1921 de Koçgiriye hareket etmişlerdir. Tıpkı Karadenizde nasıl Rum ve Ermenileri katlettilerse Koçgiri’de de aynı vahşete mühür vurmaları kaçınılmazdı. Diri diri yakılan Kürt çocukları, laz alaylarınca tecavüze uğrayan kadınlar ve gözlerinin yaşına bakılmaksızın süngülerden geçirilen insanların uğramış oldukları katliamdan yazamadıklarımın ne olduklarını o bölge insanları bilirler. (…) Bazı hallerde bir şey yapmak veya söylemek nasıl vatanı bir görev ise bazen de bir şey yapmamak, susmak için vicdanını zorlamak eziyetine katlanmak da öyledir. (…) Nurettin Paşanın yapmış olduğu bastırma harekatının çok fena bir şekilde sonuçlanmış olduğunu Sivas’a geldiğim zaman öğrendim.
(…) Koçgiri olayından dolayı suçlu, suçsuz bir çok insan öldürülmüş, evleri tahrip edilmiş, malları ellerinden alınmıştı. Koçgiri olayını bastırmakla görevli olan Nurettin Paşa, görevlendirildiği, kendisine verilen bu görevi düşünülemeyecek derecede çok fazla şiddet, hatta vahşetle bastırdı. Can korkusu ile dağlara sığınarak, otlar yiyerek yaşamak mecburiyetinde kalan erkek, kadın, 132 köy halkının harap köylerine dönerek mahsullerini hasat ederek, hiç olmasa açlıktan ölmemeleri, genel af ilan edilerek korkularının giderilmesi gereğini bir kaç kere içişleri bakanlığına yazdım. Sırf Nurettin Paşa’nın sakinlikten, olaysızlıktan hoşlanmamasından dolayı, tekliflerim sonuçsuz kalıyor ve halk tahrip olunan evlerini kış gelmeden mümkün mertebe yapmak için merkez kumandanının karşı koymasına bir son verilmesini istiyor ve yalvarıyor.” (Ebubekir Hazım Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, Çağdaş yayınları, İstanbul, 1982)
Koçgiri
1937–38 Dersim Tertelesi
Dersim, 1847 öncesi gerçek yazılısıyla Desim, binyıllardır bu coğrafyadaki doğayı inanç mekanı olarak benimsemiş; güneşe, aya, dağa, suya, ağaca (Koe Munzur, Koe Dizgin, Koe Sultan Bava, Gola Boyere, Ana Fatma ve daha pek çok inanç mekana) kutsiyetle bağlı halkların 1937/38 Dersim Tertelesi’ne kadar Ermenice, Kürtçe, Kırmancki, Zazaki, Dimiliki ve Türkçe, konuştukları ortaklık yurduydu.
“Şark Islahat Planı” ile gelen soykırım
25 Eylül 1925’te Şark Islahat Encümeni, Şark Islahat Planı için aşağıdaki tavsiyeleri içeren raporunu Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sundu.
- Kürt seçkinlerinin bir yönetim organı olarak ortaya çıkmasını engellemek.
- Hükümetin politikalarını boşa çıkarabileceğine inandığı insanları yeniden yerleştirmek.
- Fırat Nehri’nin doğusundaki illeri, süresiz sıkıyönetim ile yönetilecek olan Genel Müfettişlik adı verilen idari bir alt bölüm altında yeniden birleştirmek.
- Hem Türkçe olmayan dillerin kullanılmasını hem de Kürtlerin ikinci düzey görevlerde istihdam edilmesini yasaklamak.
- Kürtlerin başka bölgelere yerleştirilmesi için 7 milyon lira sağlanması.
Rapor, çok sayıda yeniden yerleşim yasasını ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu illeri içeren üç umumi müfettişlik kurulmasını teşvik etmekteydi.
“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olurlarsa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar güçlü olur.”
“Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”
Başbakan İsmet İnönü, 1925.
Aynı zihniyete sahip Nazi hayranı Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, Türk olmayanların nasıl bir muameleye tâbi tutulacağını sakınmadan dile getirenler arasındaydı:
“Türk bu ülkenin yeğâne efendisi, yeğâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.”
(Milliyet, 19 Eylül 1930)
Ayrıca 4 Haziran 1937’de, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından Kültür Bakanlığı’na yazılmış bir başka belge de ise, ‘Dersim Kız ve Erkek Çocuklarının Yatılı Mekteplerinde Yetiştirilmeleri’ başlıklı talimatname ile asimilasyonun ideolojik alt yapısının nasıl gerekçelendirildiğini ve nasıl organize edildiğini okuyoruz. (İfade ve imla bozuklukları belgenin aslında bulunmaktadır)
“Kültür Bakanlığına,
Bu Günlerde Dersimde yapılmağa başlayan İşlâhat meyanında Türk kesafeti (yoğunluğu) olan ve Dersimden oldukça uzak yerlerde kız ve Erkek yatı Mekteplerinin de açılması ve bu mekteplerde Dersimden getirilecek olan beş yaşını doldurmuş kız ve Erkekler okutturulup boyutulmesi ve müvezi surette yetiştirilecek olan bunlar yekdiğer ile Evlendirilerek Baba ve Analarından mevrus (miras kalan) emval (malları) ve arazileri içinde birer Türk Yuvası kurmaları temin ve bu suretle Türk Kültürünün Dersimde esaslı bir surette yerleştirilmiş olacağı düşünülmektedir. Çünkü Dersim Halkı kendilerini Horasandan gelmiş ve Türk olduklarını beyan ederler. Fakat (Kırmanç) denilen ve Fars bozması bir dille konuşan insanlarla fazla temasları neticesi olarak her gün biraz daha ana dil karekterinden uzaklaşmışlar ve sihi (Şiilik) alevilik ve bektaşilik bunlar arasında kolaylıkla da rağbet bulmuştur.
Dersimliler Kürt gibi konuşan ve fakat henüz onun karakterini hazmetmiyen kendi akideler(i) ile onu yenmeğe çalışan ve Türk ile Kürt arasında kalmış bir cami’a halindedir. Şayanı teessür (üzücü) olan en mühim nokta Dersim anasının Dersim babasından evvel kürtleşmeye başlamasıdır. Bunda en mühim saik erkeklerin civarla temasları neticesi Türkçeyi öğrenmelerine rağmen. Kadınların muhitlerinden bir yere ayrılmamaları yüzünden bir kelime bile Türkçe konuşamamaktadırlar ve bundan ötürü da çocuklarına Türkçe öğretememekteler.
Binaenâleyh kanında Türk kanı ekseriyeti olan bu halk kütlesini geriye yani Milli varlıklarına doğru çevirmek için alınacak tedbirler meyanında ufak çocukların bu gibi leyli mekteplerinde yetiştirilmeleri zaruri ve lüzumlu olduğu vekâletimizce mütalaa edilmekte olduğundan müktezasına müsaade’i Devletlerini arzederim,
Dahiliye Vekili Ş. Kaya.”
Anaların eğitilmesi
Şükrü Kaya’nın bu talebi karşılıksız kalmayacaktır, yatılı bölge okulları birbirinin ardına açılacaktır. İşte, kahramanımız Sıdıka Avar, bu ‘resmi Türkleştirme’ politikasının en önemli ‘yıldızı’dır. Sıdıka Avar, anılarında Elazığ’a geliş nedenini şöyle açıklar: “Ama buraya niçin geldiğimi ben biliyordum. Genel Müdür Nurettin Boyman; — Şimdi Türk misyoneri olarak yatılıları özümseyeceksin, Atatürk’ün isteği bu. Bunu herhangi bir kimseye hissettirmek halkı gücendirir. Ona göre tedbirli olun, demişti. Zaten Gazi Eğitim’de bu iş için okumamış mıydım?”
Dersim
“Fotoğrafta görülen Dersimliler 1938 yılında Koo Sipe/Hopike mevkiinde topluca katledildiler. O zamanlar küçük bir çocuk olan Salman Yeşildağ bu katliamdan kurtuldu. Tanığın anlatımına göre, Ağustos 1938’de asker Xece, Oxe, Sırce, Galvosu, Pax ve diğer çevre köylerden yüzlerce sivili toplayarak Koo Sipe/Hopike mevkiine getirdi. Kadın ve çocukları erkeklerden ayırarak iki ayrı kafile oluşturdular. Kadınları ve çocukları tepenin arka tarafına götürdüler. Salman Yeşildağ’ın babası oğluna “Git Hozatlı çerçinin arkasında otur, çerçinin oğlu olduğunu söyle” diyor. Salman Yeşildağ babasının söylediğini yapıyor. Hozatlı çerçi, “Evet, bu çocuk benim oğlumdur” dediği için Salman Yeşildağ öldürülmekten kurtuluyor.
Bir süre sonra erkek kafilesi ağır makinelilerle taranmak suretiyle öldürülüyor. Kadın ve çocukların bulunduğu kafile de aynı anda, yani bu fotoğrafın çekilmesinden çok kısa bir süre sonra fotoğrafta görülen askerler tarafından topluca kurşuna diziliyor”. (Mehmet Yıldız, “Dersim’in Etno Kültürel Kimliği ve 1937–38 Tertelesi”)
Titreşen yirmi çocuk
“Mazgirt Tersemek Nahiyesinin halkı, tenkil edilmektedir. Bu sıra merhamet sahiplerinden birisi, birle on yaş arasındaki yirmi çocuğu kaçırarak bir derenin içine saklar. Fakat vaziyet haber alınmıştır. Çocukların öldürülme emri verilir. İlk emredilenler, küçüklere karşı silah kullanamayarak görevi yerine getiremezler. Dere içinde titreşerek bekleyen çocuklar, en katı yürekleri bile sızlatmıştır. Ama kara yüzlü, cellattan daha “karanlık suratlı” biri bulunarak görevlendirilir. Ve o karanlık adam eliyle, yirmi masum çocuk, dere içinde öldürülür. Artık Murat suyu kandan kıpkırmızı akmaktadır”. (Faik Bulut, “Dersim Raporları”)
Dersim katliamı sırasında bölgedeki bir karakola saldırı yapıldığını iddiası üzerine Mustafa Kemal Atatürk konu ile ilgili ekteki şu belgeye imza attı:
“Saldırıyı gerçekleştiren Kalan aşireti ve diğer aşiretlerden bunun bedelini çok ağır şekilde ödetileceğinden hiç kuşku duymadığımı belirtmek isterim”
İlgili belge Hasan Saltık’ın arşivinden alındı ve Dersim Araştırmaları Merkezi tarafından Şişli Kent Kültür Merkezi’nde yapılan anma töreninde açıklandı.
(Özgür Gündem gazetesi. Arşivlere ulaşılamadığından: Dersim Gazetesi).
Artık gem azıya alınmıştı. Atatürk’ün bu mesajını alan dönemin başbakanı ve Dersim soykırımının önemli mimarlarından Celal Bayar ise şunları söyler:
“Şimdi, Mareşal Erkan‑ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım, Atatürk malum…. Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’ onu görüşüyoruz. Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüyorlardı. O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı ‘ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk; ‘sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i dedi ve vurduk.”
(Tercüman 17 Eylül 1986)
Son Söz yerine…
9 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yoğun alkışlar arasında oybirliğiyle kabul edilen Soykırım Sözleşmesi’nin 2. Maddesi, “bu sözleşme bakımından ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur”, ifadesi ile başlar ve suç teşkil eden fiilleri şöyle sıralar: “a) Grup üyelerini öldürmek, b) Grup üyelerine ciddi bedensel ve zihinsel zarar vermek, c) Grubu, fiziksel varlığını kısmen veya tamamen yok olmasına yol açacak hayat şartlarına tabi tutmak, d) Grup içinde doğumları önlemek amacıyla önlemler almak, e) Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmek.” Sözleşmenin 3. maddesine göre, soykırım suçuna teşebbüs etmek bile cezalandırmayı gerektirir.
“Bir hekim olarak yakıcı ve boğucu gazların, düşman askerlerine bile uygulanmasına karşı olduğumu belirtmeliyim. Tuncelide kullanılan bu gazların bir daha kullanılmaması için yasa teklifi hazırlamaktayım. On hazırlık raporunda ifade edildiği üzere kendi halkımıza kullanılan bu gazların toplu sivil ölümlere yol açtığı görülmektedir. Bir hekim olarak da bir insan olarak da bundan utanç duyduğu belirtmeliyim”
Dönemin Başbakan Refik Saydam…
12 Eylül 1080 ve darbeci generallerin toplama Kampları
Kanada, Patagonya ve Türkiye’de bütün soykırım çocukları aynı kaderi yaşıyor. Asimilasyon.
12 Eylül generaller darbesi döneminde, askeri toplama kamplarında kalmış 16 yaşında bir çocuk tutuklu olarak asimilasyonun (onların deyimiyle,”rehabilitasyon”un) nasıl bir şey olduğunu çok iyi biliyorum.
“Generaller, Türk tipi şiddetin bütün akla gelmez fiziki psikolojik şiddetiyle, Nazi karması metodlarıyla ve beyaz önlüklü Dr. Mengele’leriyle geldiler. HZİ Vakfı’nın CIA patentli Profesörlerinden Turan İtil ve generallerin dostu Ayhan Songar…
Bu ikili 12 Eylül’ün bu en karanlık yıllarında, generallerin teşvikiyle Metris, Mamak ve Erzurum gibi siyasi tutuklu ve hükümlülerin çoğunlukta olduğu “toplama kamplarında” esir tutulan solcular üzerinde farmakolojik deneyler yaptı. Hatta seçilen bazı mahkumlar adı geçen vakfa taşındı, burada da “bilimsel” deneylere tabi tutuldu.
Vakfa yakın oturan site sakinleri kafalarında tuhaf başlıklar ve kablolar olan insanlar gördüklerini söylüyorlardı. Vakfın kurbanları deneylerin farmakoloji ile sınırlı olmadığını; hipnoz, beyin fizyolojisi, elektromanyetizma gibi “zihin kontrolü” ile alakalı alanları kapsadığını söylüyorlardı.” (Recep Küçükizsiz, “O Mamak’ın Mengelesi’ydi”)
Prof. İtil’in sunum yaptığı Terör Semineri’nde şu kararlar alındı:
- Hapishane düzeni değiştirilmeli. Koğuş sistemi yerine teröristlerin küçük topluluklar halinde 5–6 kişilik hücrelerde tutulması uygundur.
- Zeka dereceleri düşük teröristlerin yeniden topluma kazandırılması için tedrici af yoluna başvurulabilir.
- Sağcı ve solcu teröristlerin aynı koğuşta bulundurmaları (“karıştır-barıştır”) olumlu sonuçlar verir.
- Hapishanede disiplinli bir eğitim verilmeli. Özellikle Atatürk ilke ve inkılapları eksenli bir eğitim yürütülmeli. Çin’de Kızıl Muhafızlar 2 yıllık benzer eğitimle kazanıldı.
- Lider grupların değilse bile düşük zekalı ve beyin bozuklukları olanların askere alınıp, silahsız işlerde çalıştırılarak ve bir yandan da eğitilerek topluma kazandırılması sağlanabilir.
Türkiye Mengelesi İtil’in Metris, Mamak ve Erzurum “laboraturlarından” elde ettiği bu sonuçlarla birlikte, generaller 1984 yılında tamamlanan tek kişilik ve altışar kişilik hücreleri olan Bayarampaşa “özel tip” hapishanesini yaptırdılar. Aynı yıl Metris’teki politik tutuklulardan “uslanmayanlar” (onlardan biri de bendim) Bayrampaşa özel tip hapishanesine sürüldüler. Tek tip elbise ve askeri yaptırımlarla insanlık dışı uygulamalarla karşılanan politik tutuklular bu saldırıya direnişle karşılık verdiler ve Mengele İtil’in hapishane laboratuvarlarını çökerttiler.
Dersimin İrşat’çi Asimilasyon generali, Kenan Güven
“İrşat”, doğru yolu gösterme, aydınlatma anlamına geliyor. İrşat Konferansları da 12 Eylül’den sonra Doğu Anadolu ağırlıklı olmak üzere İç Anadolu’da da yapıldı. Darbeci generaller, İrşat Konferanslarını Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanan asimilasyon politikasının bir devamı olarak görüyordu. Konferansların temelini dini ve milli değerlerin öğretilmesi oluşturuyordu.
Dersim’de yetimler yurtlara yerleştirilmişti…
O dönem yurda verilen Alevi bir kız, yetiştirme yurdunda namaz kılmadığı ve oruç tutmadığı için cezalandırıldığını anlatıyor :
“5 kardeştik. Annemin okuma yazması yoktu. Babam öldükten sonra iyice maddi sıkıntı çekmeye başladık. Annem benimle birlikte bir kız kardeşimi bakamadığı için Çocuk Esirgeme Kurumu’na verdi. 18 yaşıma kadar burada kaldım. 1983–84 yıllarında 13 yaşındaydım. Yetiştirme yurdundan Tunceli Merkez’deki camideki Kuran kursuna götürülürdük. Bu gidiş-gelişlerimiz bir dönem sürdü. Gündüzleri ve geceleri yetiştirme yurdunda kalıyorduk. Ama her akşam 6’dan 9’a kadar camiye, Kuran kursuna gidiyorduk. Gitmek isteyip istemediğimizi bize soran olmadı.
Yurtta Tunceli’nin hemen hemen her yerinden gelen çocuklar vardı. Başörtüsü verdiler bize. Camide hoca bize aptes, namaz, İslam dersleri veriyordu. İçimizde direnenler, öğrenmek istemeyenler vardı. Ben öğrenmek istemiyordum. Direndiğim için çok dayak yedim. ‘Sizi topluma kazandıracağız, bu öğrendikleriniz sizin iyiliğiniz için’ diyorlardı. Anlamıyordum. ‘Biz kayıp miyiz ki bizi topluma kazandıracaksınız?’ diyordum. Orucu, herhalde bizdeki alışkanlıktan ancak 12 gün tutabildim. Daha fazlasını tutamadım. Aslında tutmak da istemedim. Bunun için tuvalet temizleme cezası vermişlerdi.” (Tarık Işık, ‘Oruç tutmadım diye tuvalet temizledim” Radikal)
Desim’de resmi rakamlara göre 16 bin, kentin yerlilerine göre 70 binden fazla insan hayatını kaybetti…
EK NOT
Yazımı bitirirken, 13 Temmuz 2021 günü, Kanada’da bir toplu mezar daha bulundu. 14 Temmuz’da ise, ABD’de… Bu bilgileri, yazı dizisinin ilk bölümüne ekliyorum.
Yazı dizisinin bütününe buradan ulaşabilirsiniz
Ana resim: Yetimhanede bir araya getirilen Ermeni çocuklar. (Armenian American Museum)