Ortaçağ despo­tiz­min­den beri yer­li halk­ları hedef alan ve günümüze kadar uzanan sömürge­cil­iğin asim­i­lasy­on ve soykırım­ların en önem­li kur­ban­ları hep çocuk­lar olmuştur.

Kana­da, Araukanya (Patagonya Şili-Arjan­tin) ve Türkiye başlık­ları altın­da bir­biri­ni tamam­layan üç makalede sömürgeleştirme endüstrisinin izi­ni süreceğiz.

Yazı dizisinin bütününe buradan ulaşabilirsiniz

Dünya Savaşı koşullarında Osmanlı devletinin Ermeni Soykırımı

 

Bir­in­ci dünya savaşı sırasın­da ve son­rasın­da dünyanın pek çok böl­gesinde ulusal kur­tu­luş hareket­leri, sosyal isyan­lar soykırım­lar ve devrim­ler yaşandı. Has­ta Osman­lı impara­tor­luğu­nun da dahil olduğu 1. Dünya Savaşı, dünya tar­i­hin­de­ki en çok kayıp ver­ilen beşin­ci savaş olmuş ve savaşa katılan Osman­lı gibi pek çok hüküm­ran­lığın da sonu olmuştu.

Bitmeyen savaşlar ve Soykırımlar Yurdu Anadolu

Türkiye’deki yer­leşik etnik halk­ların tar­i­hi de tıp­kı diğer etnik halk­lar gibi soykırım ve asim­i­lasy­on­la anıl­mak­ta. Yüzyıl­lar boyun­ca pek çok uygar­lığa, etnik popülasy­ona ev sahipliği yapan Anadolu coğrafyası, aynı zaman­da sayısız ikti­dar savaşlarının fetih­lerin ve günümüze uzanan soykırım­ların ve asim­i­lasy­on­ların yur­du olmuştur.

Ermeni Soykırımı

Ermeni soykırımı, ikti­dar ve mil­liyetçil­iğin makyavelizminin “bir­bir­leri­ni öldüren halk­lar arasın­da­ki nefreti” nasıl körük­lediği­ni gösteren “en büyük suç yığını“dır.

Bu konu­da Fran­sız gez­gin Anarşist coğrafy­acı ve etnolog Jean Jacques Élisée Reclus’nün Orta-Doğu ve Asya’ya yap­tığı seya­hat döne­mi gözlem­leri 1 Ermeni katliamın­dan çok önceleri bölgede­ki halk­ların has­sas etno kültürel özel­lik­ler­ine ve osman­lının bu halk­ların çelişk­i­ler­ine nasıl bir rol biçtiğine dair önem­li ver­il­er aktarır.

Reclus, “Arnavut­lar, Lazlar, Kürtler, Ara­plar ve Türkiye olarak adlandırılan sınır­lar içinde yer alan diğer pek çok nüfusun büyük bir ulusal can­lılığa sahip olduğunu” belir­tirken aynı zaman­da osman­lı devle­tinin bu büyük ulusal can­lılığın bir­bir­leri arşın­da­ki fark­lılık­ları, çelişk­i­leri bir­birine karşı gelişen sorun­ları; azın­lık­ları Tru­va atı olarak kul­lan­maya çalışan güç­lerin, “vahşil­er” (etnik halk) oyu­nunu” has­sas bir şek­ilde anal­iz eder; “Sadece köken, dil, gelenek­lerde­ki basit fark­lılık­lar nedeniyle insan­ların bir­birine karşı nefret etmek­le kalmadığını, aynı zaman­da aynı insan­lar­da­ki sınıf­tan sını­fa nefreti görüy­or­sunuz, çünkü Türk hükümeti baskı ve istismarın tüm küçük görev­leri­ni mağlup edilen­ler arasın­dan seçilen­lere emanet etti. Ken­di yurt­taşların­dan ya da ortak inançlar­dan, her mil­liyet ya da kültün tal­ih­si­zliğin­den, tal­ih­si­z­lik­lerinden şikayet etmeleri gerekir.” (“Latin­ler ve Alman­lar” H&T, kitap IV, Bölüm III :, T. II, 1982, s.53)

Ermeni Soykırımının unutulmayan trajedisindeki çocuklar ve kadınlar

Talat Paşa’nın 26 Hazi­ran 1915 tar­i­hi tel­grafı Ermeni soykırımını haber­ci­sidir. Tel­graf şöyledir:

Mevk­i­leri teb­dil edilen Erme­ni­lerin ön yaşın­dan duun (küçük) çocuk­larını darü­ley­tam (yetimhane) tesisiyle veya müess­es darü­ley­tam­lara celp ile tal­im ve ter­biye etmek mutasavver (düşünülmüş) olduğun­dan, vilayet dâhilinde ne kadar çocuk bulun­duğu­nun ve ora­da darü­ley­tam tesisi için münasip bina bulunup bulun­madığının acilen bildirilmesi”.

Bütün bu soykırım ve asim­i­lasy­on süreç­lerinde en büyük acıyı çocuk­lar ve kadın­lar yaşamıştır. 1915 Ermeni Soykırımı ve peşi sıra gele­cek olan Pon­tus Rum soykırımı, Koçkiri katliamı ve 1938 Der­sim Tertelesi’nde kadın­ların ve çocuk­ların yaşadığı ve onyıl­lar boyun­ca konuşul­masının yasak­landığı acı olay­lar, Türkiye’de yaşayan etnik halk­ların toplum­sal hafıza­sın­da büyük hasar­lara yol açmıştır. Soykırım­dan sağ kalan kadın­lar ve çocuk­lar yaşadık­ları vahşetin trav­malarını kuşak­lar boyu atlata­madık­ları ‑ve anlata­madık­ları- gibi, vahşetin sahib­inin himayesinde, korkunç bir asim­i­lasy­ona tabi tutuldular.

Ermeni soykırımı bir tek fizi­ki imha olarak yaşan­madı. Asim­i­lasy­on özel­lik­le Ermeni çocuk­ların asim­i­lasy­onu ve bu ara­da Müs­lü­man­laştırıl­ması, soykırımın en önem­li ayak­ların­dan biriy­di. Sürgün­ler başla­madan böl­gelere yol­lanan tamim­lerde tehcir­le kaç Ermeni çocuğun ana-babasız kal­a­bile­ceği bil­gisi isteniy­or. Tehcir­d­en son­ra bu çocuk­lar özel yurt­lara yer­leştir­il­erek Müs­lü­man­laş­maya tabi tutu­luy­or. Bura­da bel­li bir yaş grubuna dikkat ediy­or­lar, böl­gelere yol­lanan tel­graflar­da da bu belir­tiliy­or; 4–12 yaş arası. Çünkü 4 yaşın­dan küçük­lerin bakım prob­le­mi var; baka­cak Müs­lü­man aile bulu­namıy­or­sa, öldürülüy­or. 13 yaş üzerindek­il­er de öldürülüy­or, çünkü ‘Erme­ni­lik­leri­ni unut­ma­zlar’ deniy­or”. (Tan­er Akçam, “Çocuk­lar mal­ları için kapışıldı”)

Ermeni yetimlerin asimilasyonu

Ermeni çocuk­lar hemen hep­si zor­la müs­lü­man­laştırılarak Ermeni kim­lik­leri­ni unut­maları sağlan­mış, müs­lü­man­lar­la “evlendirilmiştir”. Sayıları kesin olma­mak­la bir­lik­te bazı kay­naklar 200.000 civarın­da müs­lü­man­laştırılmış Ermeni yetim­den söz etmek­te­dir. (Nazan Mak­sutyan, Orphans and Des­ti­tute Chil­dren un the Late Ottoman Empire, Sycra­cuse Uni­ver­si­ty Press, 2014)

Muş’un gündüz oku­lu­nun sınıfların­dan biri, kadın öğret­men Margarit‘le beraber… Mar­gar­it ve oku­lun 120 öğren­cisinin çoğu 1915 yılın­da öldürüldüler”. Bu metin fotoğrafın arkası­na Bod­il Biorn tarafın­dan yazılmıştır. (Norveç Devlet Arşivi)

Halide Edip Adıvar’ın Artura mektubu, Ermeni soykırımının yetim çocuklarda bıraktığı trajedi ve travma

1916 yazın­da Cemal Paşa’nın isteği üzer­ine Suriye ve Lübnan’a giden ede­biy­atçı ve siyasetçi Halide Edip Adı­var, bin kadar Ermeni yeti­minin kaldığı Ayn Tura Yetimhanesi’nde gördük­leri­ni, İstanbul’da kuru­lan yeni kabinede Maliye Nazırı olan dos­tu Cavid Bey’e mek­tu­pla şöyle anlatıy­or­du: “(…) Çöllerde ot yiy­erek karın­ları şiştik­ten son­ra, kimi anasını, kimi babasını, birçok­ları da çocuk­larını kay­bet­tik­ten son­ra buraya düşmüşler. Daha doğrusu, Cemal Paşa getirt­miş (…) Dışarı­da anası açlık­tan ölen, babası yanın­da öldürülen, on iki yaşın­da bir Ermeni kızı gel­di, ilti­ca etti. Mahzun, büyük göz­leriyle etrafım­da dolaşıy­or, lüzum­lu lüzum­suz eli­mi öpüp ağlıy­or. Bahçede bir facia daha var. Oğlunu yanın­da öldürür­lerken bir­d­en­bire dili­ni kaybe­den bir bed­baht, öte­ki oğlunu ve ailesi­ni ner­eye attık­larını bilmiy­or. Ayak­ları çıplak, göz­leri elem içinde, mütemadiyen Ermeni yetim­leri işare­tle felake­ti­ni haykırıy­or. Bazen geceleri çocuğu ölen bir kadın gibi, başı elleri içinde doğunuy­or, doğunuy­or… Gündü­z­leri yazımı yazarken bazen hıçkırdığını ısıtıy­o­rum. Pencer­eye koşuy­o­rum, aşağı­da bahçede elleri­ni sal­lıy­or, oğlu­nun kalbinden kurşun geçerken çıkan sesi gök­lere uluy­or, söylüy­or. Bun­lar­dan bin­lerce, yüzlerce var. Yetimhanel­er hay­at­ta bir şeyin telafi ede­meye­ceği şeyi kay­bet­miş yarı aç bed­baht çocuk­lar­la dolu…” (Ayşe Hür, “1915’ten 2007’ye Ermeni yetim­leri”, Radikal)

Osmanlının soykırım ganimetleri Ermeni yetimler ve İttihatçı Cemal Paşa’nın Antura cehennemi

İtt­ih­at ve Terakki’nin gözde isim­lerinden Cemal Paşa’nın Ermeni çocuk­ları topladığı, Halide Edip’i de bir süre­liğine yöne­timine getirdiği Lübnan’daki Antu­ra Yetimhane­si Sahip­siz kalan Ermeni yetim­leri yabancı misy­on­er­lere kap­tır­mak­tansa ken­di metod­larıy­la Türkleştirmek isteyen Cemal Paşa’nın topla­ma kam­pı haline gelmişti.

asimilasyon

Türkleştir­ilmiş ermeni yetim­ler Antu­ra yetimhanesinde (orta­da Halide Edip), 1917. (“Nay­im Bey’in hatıraları”, Aram Antonyan, 1920.,9 s.)

Dördüncü Ordu Komu­tan­lığı­na tayin edilen Cemal Paşa 1916’da Antura’da Lazarist papa­zların yönet­tiği St. Joseph lis­e­sine el koyar. Bina Ermeni yetim­lerin Türkleştir­ilme­si ve İsl­aml­aştırılm­ası için kul­lanacak, savaş boyun­ca sayıları üç bine varan Ermeni yetim Antura’da barındırıla­cak­tır. Yetim­lerin arasın­da birkaç yüz Kürt yetim de vardır. Yetimhanelere yer­leştir­ilen Ermeni yetim­lere Türkçe adlar ver­ilmiş ve Ermenice konuş­maları yasak­lan­mıştır. Her ne kadar Halide Edip anıların­da Türkleştirme ve İsl­aml­aştırma konusun­da Antura’da bu poli­tikaların uygu­lan­madığını söylese de, diğer kay­naklar aksi­ni göster­mek­te­dir. Antura’da katı bir disi­plin uygu­lanır. Ermenice konuşan çocuk­lar falakaya yatırılır veya doğru­dan güneşe bak­maya zor­lanırdı. Ermenice konuşan­ları ihbar eden­ler ise ödül­lendirilir­di. Gıda oldukça kit­ti ve yetim­ler bakım­ları karşılığın­da teneke­ci­lik, doku­macılık ve diğer zanaat dal­ların­da atö­lyel­erde çalıştırılırdı.” (Selim Deringil, Ermeni Yetim­lerin Asim­i­lasy­onu: Antu­ra Yetimhane­si)

Bu Günden Sonra” belgeseline konu olan ürpertici Artura gerçeği

Antura’da yaşanan ve yıl­lar son­ra bir ren­o­vasy­on sonu­cu ortaya çıkan çocuk toplu mezarı Bu Gün­den Son­ra adlı belge­se­le konu olmuş­tu.2Belge­selin katılm­cıların­dan tar­i­hçi Selim Seringil’in Altüst Der­gi’de yayın­lanan “Ermeni Yetim­lerin Asim­i­lasy­onu: Antu­ra Yetimhane­si” başlık­lı yazısın­da bu gerçeği şöyle anlat­mak­tay­dı: “Yak­laşık üç yıl önce Agos gazetesinde Antu­ra yetimhane­si ile ilgili bir yazı yayın­landı. Aynı gün­lerde Beyrut’da belge­sel yapım­cısı Nigöl Bez­ciyan ile tanıştım. Bir­lik­te Antu­ra üzer­ine bir belge­sel yap­ma fikri oluş­tu. Biz­den önce Mis­ak Kelechi­an isim­li hayır­se­ver bir işadamı Antura’nın acık­lı geçmişinin anısını yaşat­mak uğruna çaba har­camıştı. Günümüzde yine eski kim­liğiyle eğitim veren ünlü bir Kato­lik Lis­esi (St. Joseph) olan oku­lun ren­o­vasy­on çalış­maları sırasın­da eski bir binası yıkıldığın­da temelinde birçok çocuk kemiğinin bulun­duğu bir toplu mezar keşfedilmişti. Kemik­ler oku­lun yetimhane olarak kul­lanıldığı gün­lerde ora­da ölen çocuk­lara ait­ti. Mis­ak Kelechian’ın çabaları sayesinde oku­lun arkasın­da eski müdür­lerin yat­tığı mezarlık­ta bu kemik­ler defnedilmiş ve çocuk­ların anısı­na bir anıt dik­ilmişti.”(Selim Deringil, Ermeni Yetim­lerin Asim­i­lasy­onu: Antu­ra Yetimhane­si)

1915’te Ermeni çocuk­ların asim­i­lasy­onun­da öne çıkan en önem­li yön­tem­ler­den biri “evlat edinme”ydi… Soykırım son­rası neredeyse tüm devlet ileri gelen­leri bir­er evlatlık alıy­or. Hatır­larsanız bir önce­ki bolümde anlat­tığım Patagonya’daki Mapuçe soykırımın­da da aynı yön­tem izleniy­or). 1919’da Patrikhane, bu çocuk­ları topla­maya çalışıyor…

Diğer bir ben­z­er­lik de, onlara yöne­lik kök­sü­zleştirme çabasın­da görülüy­or. Kim­liğin dil ve din üzerinden belir­lendiği bir dünya­da, bunu kay­betme tehlike­si yaşıy­or­lar. II. Abdül­hamid döne­minde­ki yetim­lerin neredeyse yüzde 85’ine Amerikalı misy­on­er­ler bakıy­or ve yak­laşık yüzde 80’i Protes­tan oluy­or­lar. Adana Katliamı son­rasın­da yetimhanede kalan çocuk­ların hiçbiri Ermenice öğren­miy­or ve din eğitim­leri de oldukça şüphe­li. 1915’ten son­ra da sayısını bilmediğimiz kadar fazla çocuk, evlatlık alınıy­or ve müslümanlaştırılıyor.

Misy­on­er­lik faaliyet­leri ile ilgili çeşitli kay­naklar­dan elde ettiğim bil­gilere göre, Osmanlı’nın Ermeni soykırımın­da ve son­rasın­da, Türkiyede­ki hris­tiyan çocuk­ları­na yöne­lik asim­i­lasy­on faaliyet­leri aynı zaman­da yabancı misy­on­er­lerin faaliyet­leriyle iç içe geçen asim­i­lasy­on ilişk­i­leri­ni de açığa çıkar­mak­ta. Özel­lik­le Amerikan Board misy­on­er­lerinin 3 İstanbul’dan Van’a kadar uzanan ve 2010 yılı­na kadar süren faaliyet­leri oldukça dikkat çeki­ci. (Erkan Cevi­zlil­er, Nilüfer Cevi­zlil­er, “Van Vilayetinde Amerikan Misy­on­er­ler­ine Ait Kurum­lar”)

Amerikan Board misy­on­er­lerinin arşivin­de Türkiye ile ilgili faaliyet rapor­larının kap­samı ve içer­iği şu şek­ilde belir­tilmek­te: “Misy­on ista­sy­on­larının ve bileşen okullarının, sem­i­ner­lerin, sağlık tesis­lerinin, yetimhanelerin, evan­jelist çalış­maların ve yayın çalış­malarının faaliyet­leri­ni ve genel­lik­le yıl ortası yıl­lık toplan­tısı için oluş­tu­ru­lan har­ca­ma tah­min­leri­ni bel­geleyen yazış­ma ve finansal rapor­ları içerir”.

1998 yılı­na kadar hay­at­ta kalan tüm ABH kurum­larının (üç okul, bir has­tane ve bir yayınevi) tüm idari ve finansal yöne­ti­mi­ni 2010 yılı­na kadar Sağlık ve Eğitim Vak­fı, SEV’in üstlendiği belir­tilmek­te. Yine aynı yazı da misy­on­er­lik faaliyet­lerinin uzan­tıları olan kilise yöne­tim­lerinin irt­ibat büro­su olan ABİ’nin de 2010 yılın­da, kalıcı olarak kap­atıldığı yazılmakta.

Mustafa Kemal ve Topal Osman’nın Pontus Rum Soykırımı

Şimalde Karadeniz’in en güzel ve en zen­gin sahil­leri üzerinde tesis edilmek iste­nilen Pon­tus Hükümeti taraftar­ları ile beraber tama­men bertaraf edilmiştir.”
M.Kemal Atatürk

Döne­min İtt­ih­atçı hükümeti, savaş koşulların­da bir güven­lik tehdi­di olarak gördüğü Pon­tus Rum­larını, 1916’da Batı Karadeniz’den iç böl­gelere sür­müştü. Savaşın ardın­dan böl­g­eye geri dönen Rum­ları bekleyen katliam tehlike­sine bulu­nan çözüm ise Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in böl­g­eye ordu müfet­tişi olarak gön­der­ilme­si olmuş­tu. Ancak Paşa’nın böl­g­eye gelişi bölgede­ki Rum­ların sorun­larını çözmeye­cek, aksine daha da kötüleştire­cek­ti. Zira Paşa, İstanbul’a esas soru­nun silahlı Rum gru­pları ve güt­tük­leri siyasi gayelerinden kay­naklandığını rapor­lay­a­cak­tı. Hat­ta Mustafa Kemal Paşa’nın bölgede­ki baş­ta Topal Osman olmak üzere silahlı Müs­lü­man gru­pların lid­er­leri ile görüşerek, Rum­lara uygu­ladık­ları şid­de­ti teşvik ettiği iddia edilecekti.

IX. Ordu Müfet­tişi bir Osman­lı zabiti olarak başladığı süre­ci “Mil­li Kur­tu­luş Hareketi’nin lid­eri olarak devam ettiren Paşa, daha son­ra Nutuk’ta Pon­tus böl­gesin­de­ki karışık­lığı bastır­manın, Anadolu’nun batısın­da ver­ilen savaşın bir parçası olduğunu, hat­ta ondan bile önem­li olduğunu belirtecekti.

Nihayetinde, Türk tarafın­ca büyük önem atfedilen bu “güven­lik tehdi­di” ile başa çık­mak için alı­nan ted­bir­ler, İtt­ih­atçı hükümetin “Ermeni mese­lesinin tas­fiye­si” için uygu­ladık­ları çok ben­z­er ola­cak ve mese­le 300 binin üzerinde Rum’un bölgede­ki var­lığı­na son ver­ilen bir soykırım­la sonuçlanacak­tı“. Mustafa Kemal: “Bun­dan son­ra el ele çalışa­cağız. Pon­tusçu­ların Karad­eniz kıyıların­da nel­er yap­tık­larını birde erbabının ağzın­dan dinleye­lim dedik” derken, Topal Osman da bölgede­ki Rum ve Erme­ni­lerin yap­tık­larını anlatır. M. Kemal’­den “görüy­o­rum ki vatan­sev­er duygu­lar taşı­maya gençliğinde başlamışsın…çeteni derme çat­ma bir kuvvet olmak­tan çıkara­cak­sın. Sana genç ve atak sub­ay­lar vere­ceğiz.. Pon­tusçu­lar han­gi usul­leri kul­lanıy­or­larsa, siz de o usul­leri çek­in­meden kul­lanın..”. cev­abını alır.(H. İzzettin Dinamo, Kut­sal İsyan, c, 2. s. 113). Bunun üzer­ine Topal Osman Ağa, M. Kemal Paşa ya hitaben: “siz hiç mer­ak etmeyin Paşam! Bu Pon­tus Rum­ları­na öyle bir tüt­sü vere­ceğim ki, hep­isi mağar­alar­da eşek arısı gibi boğu­la­cak” diye­cek­tir. (Ayşe Hür, Taraf, 14 Mart 2010)

Nurettin Paşa ve Topal Osman’ın katil alayları Koçgiri’de

Merkez Ordusu 11 Nisan 1921’de Koçgiri’ye yürümüştür. Komu­ta Nuret­tin Paşa’dadır. Paşa 1902 de iç Bul­gar komite­sine yöne­lik ’gayri niza­mı’ harbin başarılı sub­ay­ların­dandır. İtt­ih­atçıların ve Kemal­ist­lerin Ermeni, Rum, Kürt tehcir ve tenkil hareket­lerinde önem­li görevler üstle­nen, cumhuriyetin iç savaş dinamik­ler­ine day­alı kuru­luş ilkeleri­ni belirleyen “Özel Harpçi sub­ay­lar kuşağın­dandır. 1918’den itibaren Anadolu’da yayılan ve Balkan kur­tu­luş hareket­leri­ni bastır­ma­da görev yap­mış bu sub­ay­lar kuşağı devletin ‘ebed‑i müd­det’ şoven siyaset­leri­ni belir­lemede öncülük etmişlerdir. 1919’da Urla’da Rum hal­ka uygu­ladığı korkunç şid­de­tle sivrilen Nuret­tin Paşa Mustafa Kemal tarafın­dan Koç­giri üzer­ine gönderilmiştir. 

(…) Topal Osman yöne­ti­minde 42. ve 47. Alay­ların kurul­ması ve gönül­lü laz bir­lik­lerinin oluş­tu­rul­ması akabinde Mart 1921 de Koç­giriye hareket etmişlerdir. Tıp­kı Karad­enizde nasıl Rum ve Erme­ni­leri katlet­til­erse Koç­gir­i’de de aynı vahşete mühür vur­maları kaçınıl­mazdı. Diri diri yakılan Kürt çocuk­ları, laz alay­ların­ca tecavüze uğrayan kadın­lar ve göz­lerinin yaşı­na bakıl­mak­sızın süngüler­den geçir­ilen insan­ların uğramış olduk­ları katliamdan yaza­madık­larımın ne olduk­larını o bölge insan­ları bilir­ler. (…) Bazı hallerde bir şey yap­mak veya söyle­mek nasıl vatanı bir görev ise bazen de bir şey yap­ma­mak, sus­mak için vic­danını zor­la­mak eziyetine kat­lan­mak da öyledir. (…) Nuret­tin Paşanın yap­mış olduğu bastır­ma harekatının çok fena bir şek­ilde sonuçlan­mış olduğunu Sivas’a geldiğim zaman öğrendim. 

(…) Koç­giri olayın­dan dolayı suçlu, suç­suz bir çok insan öldürülmüş, evleri tahrip edilmiş, mal­ları ellerinden alın­mıştı. Koç­giri olayını bastır­mak­la görevli olan Nuret­tin Paşa, görevlendirildiği, ken­di­sine ver­ilen bu göre­vi düşünüle­meye­cek dere­cede çok fazla şid­det, hat­ta vahşe­tle bastırdı. Can korkusu ile dağlara sığı­narak, otlar yiy­erek yaşa­mak mecburiyetinde kalan erkek, kadın, 132 köy halkının harap köy­ler­ine dönerek mah­sul­leri­ni hasat ederek, hiç olmasa açlık­tan ölmemeleri, genel af ilan edil­erek korku­larının gider­ilme­si gereği­ni bir kaç kere içiş­leri bakan­lığı­na yazdım. Sırf Nuret­tin Paşa’nın sakin­lik­ten, olaysı­zlık­tan hoşlan­ma­masın­dan dolayı, tek­lifler­im sonuç­suz kalıy­or ve halk tahrip olu­nan evleri­ni kış gelme­den mümkün mer­tebe yap­mak için merkez kuman­danının karşı koy­ması­na bir son ver­ilmesi­ni istiy­or ve yal­varıy­or.” (Ebubekir Hazım Tepeyran, Bel­gel­er­le Kur­tu­luş Savaşı Anıları, Çağ­daş yayın­ları, İst­anb­ul, 1982)

Koç­giri

1937–38 Dersim Tertelesi

Der­sim, 1847 önce­si gerçek yazılısıy­la Des­im, binyıl­lardır bu coğrafyada­ki doğayı inanç mekanı olarak ben­im­semiş; güneşe, aya, dağa, suya, ağa­ca (Koe Mun­zur, Koe Diz­gin, Koe Sul­tan Bava, Gola Boyere, Ana Fat­ma ve daha pek çok inanç mekana) kut­siyetle bağlı halk­ların 1937/38 Der­sim Tertelesi’ne kadar Ermenice, Kürtçe, Kır­manc­ki, Zaza­ki, Dim­i­li­ki ve Türkçe, konuş­tuk­ları ortak­lık  yurduydu.

Şark Islahat Planı” ile gelen soykırım

25 Eylül 1925’te Şark Isla­hat Encü­meni, Şark Isla­hat Planı için aşağı­da­ki tavsiyeleri içeren raporunu Türkiye Büyük Mil­let Meclisi’ne sundu.

  • Kürt seçkin­lerinin bir yöne­tim organı olarak ortaya çık­masını engellemek.
  • Hükümetin poli­tikalarını boşa çıkara­bile­ceğine inandığı insan­ları yeniden yerleştirmek.
  • Fırat Nehri’nin doğusun­da­ki illeri, süre­siz sıkıyöne­tim ile yönetile­cek olan Genel Müfet­tiş­lik adı ver­ilen idari bir alt bölüm altın­da yeniden birleştirmek.
  • Hem Türkçe olmayan dil­lerin kul­lanıl­masını hem de Kürt­lerin ikin­ci düzey görevlerde isti­h­dam edilmesi­ni yasaklamak.
  • Kürt­lerin baş­ka böl­gelere yer­leştir­ilme­si için 7 mily­on lira sağlanması.

Rapor, çok sayı­da yeniden yer­leşim yasasını ve Kürt­lerin çoğun­luk­ta olduğu illeri içeren üç umu­mi müfet­tiş­lik kurul­masını teşvik etmekteydi.

Biz doğru­dan doğruya mil­liyet­per­ver­iz ve Türk mil­liyetçisiy­iz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplu­luğudur. Bu toplu­luğun birey­leri ne kadar Türk kültürüyle dolu olurlarsa, o toplu­luğa dayanan Cumhuriyet de o kadar güçlü olur.”
“Vaz­ifem­iz, Türk vatanı içinde bulu­nan­ları mut­la­ka Türk yap­mak­tır. Türk­lüğe ve Türkçülüğe muhale­fet ede­cek unsurları kesip ata­cağız. Vatana hizmet ede­cek­lerde aray­a­cağımız nite­lik­ler her şey­den evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”
Başbakan İsm­et İnönü, 1925.

Aynı zih­niyete sahip Nazi hayranı Adalet Bakanı Mah­mut Esat Bozkurt da, Türk olmayan­ların nasıl bir muamel­eye tâbi tutu­la­cağını sakın­madan dile getiren­ler arasındaydı:

Türk bu ülkenin yeğâne efen­disi, yeğâne sahibidir. Saf Türk soyun­dan olmayan­ların bu mem­lekette tek hak­ları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.”
(Mil­liyet, 19 Eylül 1930)

Ayrı­ca 4 Hazi­ran 1937’de, İçişl­eri Bakanı Şükrü Kaya tarafın­dan Kültür Bakan­lığı’­na yazılmış bir baş­ka belge de ise, ‘Der­sim Kız ve Erkek Çocuk­larının Yatılı Mek­tep­lerinde Yetiştir­ilmeleri’ başlık­lı tal­i­mat­name ile asim­i­lasy­onun ide­olo­jik alt yapısının nasıl gerekçe­lendirildiği­ni ve nasıl orga­nize edildiği­ni okuy­oruz. (İfade ve imla bozuk­luk­ları bel­genin aslın­da bulunmaktadır)

Kültür Bakan­lığı­na,

Bu Gün­lerde Der­simde yapıl­mağa başlayan İşlâhat meyanın­da Türk kesafeti (yoğun­luğu) olan ve Der­sim­den oldukça uzak yer­lerde kız ve Erkek yatı Mek­tep­lerinin de açıl­ması ve bu mek­teplerde Der­sim­den getir­ile­cek olan beş yaşını doldur­muş kız ve Erkek­ler okut­turulup boyu­tul­me­si ve müvezi surette yetiştir­ile­cek olan bun­lar yekdiğer ile Evlendiril­erek Baba ve Anaların­dan mevrus (miras kalan) emval (mal­ları) ve arazi­leri içinde bir­er Türk Yuvası kur­maları temin ve bu sure­tle Türk Kültürünün Der­simde esaslı bir surette yer­leştir­ilmiş ola­cağı düşünülmek­te­dir. Çünkü Der­sim Halkı kendi­leri­ni Horasan­dan gelmiş ve Türk olduk­larını beyan eder­ler. Fakat (Kır­manç) denilen ve Fars boz­ması bir dille konuşan insan­lar­la fazla temasları net­ice­si olarak her gün biraz daha ana dil karek­terinden uza­k­laşmışlar ve sihi (Şiilik) alevilik ve bek­taşi­lik bun­lar arasın­da kolaylık­la da rağ­bet bulmuştur.

Der­simlil­er Kürt gibi konuşan ve fakat henüz onun karak­teri­ni hazmet­miyen ken­di akideler(i) ile onu yen­meğe çalışan ve Türk ile Kürt arasın­da kalmış bir cami’a halindedir. Şayanı teessür (üzücü) olan en mühim nok­ta Der­sim anasının Der­sim babasın­dan evvel kürtleşm­eye başla­masıdır. Bun­da en mühim saik erkek­lerin civar­la temasları net­ice­si Türkçeyi öğren­meler­ine rağ­men. Kadın­ların muhit­lerinden bir yere ayrıl­ma­maları yüzün­den bir kelime bile Türkçe konuşa­ma­mak­tadır­lar ve bun­dan ötürü da çocuk­ları­na Türkçe öğretememekteler. 

Binaenâ­leyh kanın­da Türk kanı ekseriyeti olan bu halk kütlesi­ni geriye yani Mil­li var­lık­ları­na doğru çevirmek için alı­nacak ted­bir­ler meyanın­da ufak çocuk­ların bu gibi leyli mek­tep­lerinde yetiştir­ilmeleri zaruri ve lüzum­lu olduğu vekâle­timizce müta­laa edilmek­te olduğun­dan mük­teza­sı­na müsaade’i Devlet­leri­ni arzederim,

Dahiliye Vek­ili Ş. Kaya.”

Anaların eğitilmesi

Şükrü Kaya’nın bu talebi karşılık­sız kalmay­a­cak­tır, yatılı bölge okulları bir­birinin ardı­na açıla­cak­tır. İşte, kahra­manımız Sıdı­ka Avar, bu ‘res­mi Türkleştirme’ poli­tikasının en önem­li ‘yıldızı’dır. Sıdı­ka Avar, anıların­da Elazığ’a geliş nedeni­ni şöyle açık­lar: “Ama buraya niçin geldiği­mi ben biliy­or­dum. Genel Müdür Nuret­tin Boy­man; — Şim­di Türk misy­oneri olarak yatılıları özüm­seye­ceksin, Atatürk’ün isteği bu. Bunu her­han­gi bir kim­s­eye his­set­tirmek halkı gücendirir. Ona göre ted­bir­li olun, demişti. Zat­en Gazi Eğitim’de bu iş için oku­mamış mıy­dım?

Der­sim

Fotoğrafta görülen Der­simlil­er 1938 yılın­da Koo Sipe/Hopike mevki­inde toplu­ca katledildil­er. O zaman­lar küçük bir çocuk olan Salman Yeşil­dağ bu katliamdan kur­tul­du. Tanığın anlatımı­na göre, Ağus­tos 1938’de asker Xece, Oxe, Sırce, Galvo­su, Pax ve diğer çevre köyler­den yüzlerce sivili topla­yarak Koo Sipe/Hopike mevki­ine getir­di. Kadın ve çocuk­ları erkek­ler­den ayırarak iki ayrı kafile oluş­tur­du­lar. Kadın­ları ve çocuk­ları tepenin arka tarafı­na götürdüler. Salman Yeşil­dağ’ın babası oğlu­na “Git Hozatlı çerçinin arkasın­da otur, çerçinin oğlu olduğunu söyle” diy­or. Salman Yeşil­dağ babasının söylediği­ni yapıy­or. Hozatlı çerçi, “Evet, bu çocuk ben­im oğlum­dur” dediği için Salman Yeşil­dağ öldürülmek­ten kurtuluyor. 

Bir süre son­ra erkek kafile­si ağır makinelil­er­le taran­mak suretiyle öldürülüy­or. Kadın ve çocuk­ların bulun­duğu kafile de aynı anda, yani bu fotoğrafın çek­ilmesin­den çok kısa bir süre son­ra fotoğrafta görülen asker­ler tarafın­dan toplu­ca kurşu­na diziliy­or”. (Mehmet Yıldız, “Dersim’in Etno Kültürel Kim­liği ve 1937–38 Terte­le­si”)

Titreşen yirmi çocuk

Maz­girt Terse­mek Nahiyesinin halkı, tenkil edilmek­te­dir. Bu sıra mer­hamet sahip­lerinden birisi, bir­le on yaş arasın­da­ki yir­mi çocuğu kaçırarak bir derenin içine sak­lar. Fakat vaziyet haber alın­mıştır. Çocuk­ların öldürülme emri ver­ilir. İlk emredilen­ler, küçük­lere karşı silah kul­lana­ma­yarak göre­vi yer­ine getire­me­zler. Dere içinde titreşerek bekleyen çocuk­lar, en katı yürek­leri bile sızlat­mıştır. Ama kara yüzlü, cel­lat­tan daha “karan­lık suratlı” biri bulu­narak görevlendirilir. Ve o karan­lık adam eliyle, yir­mi masum çocuk, dere içinde öldürülür. Artık Murat suyu kan­dan kıp­kır­mızı akmak­tadır”. (Faik Bulut, “Der­sim Rapor­ları”)

Der­sim katliamı sırasın­da bölgede­ki bir karako­la saldırı yapıldığını iddi­ası üzer­ine Mustafa Kemal Atatürk konu ile ilgili ekte­ki şu bel­g­eye imza attı:

Saldırıyı gerçek­leştiren Kalan aşireti ve diğer aşiretler­den bunun bedeli­ni çok ağır şek­ilde öde­tile­ceğin­den hiç kuşku duy­madığımı belirt­mek isterim”

İlg­ili belge Hasan Saltık’ın arşivin­den alındı ve Der­sim Araştır­maları Merkezi tarafın­dan Şişli Kent Kültür Merkez­i’nde yapılan anma töreninde açıklandı.

(Özgür Gün­dem gazete­si. Arşivlere ulaşıla­madığın­dan: Der­sim Gazete­si).

Artık gem azıya alın­mıştı. Atatürk’ün bu mesajını alan döne­min başbakanı ve Der­sim soykırımının önem­li mimar­ların­dan Celal Bayar ise şun­ları söyler:

Şim­di, Mareşal Erkan‑ı Har­biye Reisi (Genelkur­may Başkanı), ben başbakanım, Atatürk malum…. Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevraların­dayız. Manevranın da sonuna gelmek üzerey­iz. Üçümüz bir ara­da ‘ordunun emniyeti bakımın­dan strate­ji ne olmalıdır?’ onu görüşüy­oruz. Orada­ki her şeyi biliy­or­lar. Hat­ta şah­sen casus­ları bile biliy­or­lar. Dersim’in o halde kalır­sa her zaman ordunun emniyeti bakımın­dan tehlike­li ola­cağını görüy­or­lardı. O sıra­da biz konuşurken, Der­simlilerin jan­dar­ma karakol­larımız­dan üç-dört tanesi­ni bastık­ları haberi gel­di. Atatürk’le göz göze geldik. Bir­bir­im­izi anlıy­or­duk. Atatürk ben­im yüzüme bak­tı ‘ne ola­cak?’ dedi. Anlıy­o­rum, ora­da emniyet tesis edile­cek. Ne olur­sa olsun bana hitap ede­cek­ler. Hükümet reisi ben­im. ‘Anlıy­o­rum bana hitap edişinizin man­asını’ ded­im. Atatürk; ‘sorum­lu­luğu üzer­ime alıy­o­rum, vura­cağız Dersim’i dedi ve vurduk.”
(Ter­cü­man 17 Eylül 1986)

Son Söz yerine…

9 Aralık 1948’de Bir­leşmiş Mil­letler Genel Kuru­lu’n­da yoğun alkışlar arasın­da oybir­liğiyle kab­ul edilen Soykırım Sözleşme­si’nin 2. Mad­de­si, “bu sözleşme bakımın­dan ulusal, etnik, ırk­sal veya din­sel bir grubu, kıs­men veya tama­men ortadan kaldır­mak amacıy­la işle­nen aşağı­da­ki fiiller­den her han­gi biri, soykırım suçunu oluş­tu­rur”, ifade­si ile başlar ve suç teşk­il eden fiil­leri şöyle sıralar: “a) Grup üyeleri­ni öldürmek, b) Grup üyeler­ine cid­di bedensel ve zihin­sel zarar ver­mek, c) Grubu, fizik­sel var­lığını kıs­men veya tama­men yok olması­na yol aça­cak hay­at şart­ları­na tabi tut­mak, d) Grup içinde doğum­ları önle­mek amacıy­la önlem­ler almak, e) Grubun çocuk­larını bir baş­ka gru­ba zor­la naklet­mek.” Sözleş­menin 3. mad­de­sine göre, soykırım suçu­na teşeb­büs etmek bile ceza­landır­mayı gerektirir.

Bir hekim olarak yakıcı ve boğu­cu gazların, düş­man asker­ler­ine bile uygu­lan­ması­na karşı olduğu­mu belirt­meliy­im. Tuncelide kul­lanılan bu gazların bir daha kul­lanıl­ma­ması için yasa tek­li­fi hazır­la­mak­tayım. On hazır­lık raporun­da ifade edildiği üzere ken­di halkımıza kul­lanılan bu gazların toplu siv­il ölüm­lere yol açtığı görülmek­te­dir. Bir hekim olarak da bir insan olarak da bun­dan utanç duy­duğu belirtmeliyim” 

Döne­min Başbakan Refik Saydam…

12 Eylül 1080 ve darbeci generallerin toplama Kampları

Kana­da, Patagonya ve Türkiye’de bütün soykırım çocuk­ları aynı kaderi yaşıy­or. Asimilasyon.

12 Eylül gen­er­aller darbe­si döne­minde, askeri topla­ma kam­pların­da kalmış 16 yaşın­da bir çocuk tutuk­lu olarak asim­i­lasy­onun (onların deyimiyle,”rehabilitasyon”un) nasıl bir şey olduğunu çok iyi biliyorum.

Turan İtil (Büyüt­mek için tıklayınız)

 

Gen­er­aller, Türk tipi şid­detin bütün akla gelmez fizi­ki psikolo­jik şid­de­tiyle, Nazi kar­ması metod­larıy­la ve beyaz önlük­lü Dr. Men­gele’­leriyle geldil­er. HZİ Vakfı’nın CIA patentli Pro­fesör­lerinden Turan İtil ve gen­er­al­lerin dos­tu Ayhan Songar… 

Bu ikili 12 Eylül’ün bu en karan­lık yıl­ların­da, gen­er­al­lerin teşvikiyle Metris, Mamak ve Erzu­rum gibi siyasi tutuk­lu ve hüküm­lü­lerin çoğun­luk­ta olduğu “topla­ma kam­pların­da” esir tutu­lan sol­cu­lar üzerinde far­makolo­jik deneyler yap­tı. Hat­ta seçilen bazı mahkum­lar adı geçen vak­fa taşındı, bura­da da “bil­im­sel” deneylere tabi tutuldu. 

Vak­fa yakın otu­ran site sakin­leri kafaların­da tuhaf başlık­lar ve kablo­lar olan insan­lar gördük­leri­ni söylüy­or­lardı. Vak­fın kur­ban­ları deney­lerin far­makolo­ji ile sınır­lı olmadığını; hip­noz, beyin fizy­olo­jisi, elek­tro­manyetiz­ma gibi “zihin kon­trolü” ile alakalı alan­ları kap­sadığını söylüy­or­lardı.” (Recep Küçük­iz­siz, “O Mamakın Men­ge­le­si’y­di”)

Prof. İtil’in sunum yap­tığı Terör Semineri’nde şu karar­lar alındı:

  • Hapis­hane düzeni değiştir­ilmeli. Koğuş sis­te­mi yer­ine terörist­lerin küçük toplu­luk­lar halinde 5–6 kişi­lik hücrel­erde tutul­ması uygundur.
  • Zeka dere­celeri düşük terörist­lerin yeniden topluma kazandırıl­ması için tedri­ci af yol­u­na başvurulabilir.
  • Sağcı ve sol­cu terörist­lerin aynı koğuş­ta bulun­dur­maları (“karıştır-barıştır”) olum­lu sonuçlar verir.
  • Hapis­hanede disi­plin­li bir eğitim ver­ilmeli. Özel­lik­le Atatürk ilke ve inkılapları eksen­li bir eğitim yürütülmeli. Çin’de Kızıl Muhafı­zlar 2 yıl­lık ben­z­er eğitim­le kazanıldı.
  • Lid­er gru­pların değilse bile düşük zekalı ve beyin bozuk­luk­ları olan­ların askere alınıp, silah­sız işlerde çalıştırılarak ve bir yan­dan da eği­til­erek topluma kazandırıl­ması sağlanabilir.

Türkiye Men­ge­le­si İtil’in Metris, Mamak ve Erzu­rum “lab­o­raturların­dan” elde ettiği bu sonuçlar­la bir­lik­te, gen­er­aller 1984 yılın­da tamam­lanan tek kişi­lik ve altışar kişi­lik hücreleri olan Bayaram­paşa “özel tip” hapis­hanesi­ni yap­tırdılar. Aynı yıl Metris’te­ki poli­tik tutuk­lu­lar­dan “uslan­mayan­lar” (onlar­dan biri de bendim) Bayra­m­paşa özel tip hapis­hane­sine sürüldüler. Tek tip elbise ve askeri yap­tırım­lar­la insan­lık dışı uygu­la­malar­la karşılanan poli­tik tutuk­lu­lar bu saldırıya direnişle karşılık verdil­er ve Men­gele İtil’in hapis­hane lab­o­ratu­var­larını çökerttiler.

Dersimin İrşat’çi Asimilasyon generali, Kenan Güven

İrşat”, doğru yolu gösterme, aydın­lat­ma anlamı­na geliy­or. İrşat Kon­fer­ansları da 12 Eylül’den son­ra Doğu Anadolu ağır­lık­lı olmak üzere İç Anadolu’da da yapıldı. Dar­be­ci gen­er­aller, İrşat Kon­fer­anslarını Cumhuriyetin ilk yıl­ların­dan itibaren uygu­lanan asim­i­lasy­on poli­tikasının bir devamı olarak görüy­or­du. Kon­fer­ansların temeli­ni dini ve mil­li değer­lerin öğretilme­si oluşturuyordu.

Der­sim’de yetim­ler yurt­lara yerleştirilmişti…
O dönem yur­da ver­ilen Ale­vi bir kız, yetiştirme yur­dun­da namaz kıl­madığı ve oruç tut­madığı için ceza­landırıldığını anlatıyor :

5 kardeştik. Anne­min oku­ma yaz­ması yok­tu. Babam öldük­ten son­ra iyice mad­di sıkın­tı çek­m­eye başladık. Annem ben­im­le bir­lik­te bir kız kardeşi­mi baka­madığı için Çocuk Esirgeme Kurumu’na ver­di. 18 yaşı­ma kadar bura­da kaldım. 1983–84 yıl­ların­da 13 yaşın­day­dım. Yetiştirme yur­dun­dan Tunceli Merkez’deki camide­ki Kuran kur­suna götürülürdük. Bu gidiş-geliş­ler­im­iz bir dönem sürdü. Gündü­z­leri ve geceleri yetiştirme yur­dun­da kalıy­or­duk. Ama her akşam 6’dan 9’a kadar camiye, Kuran kur­suna gidiy­or­duk. Git­mek isteyip istemediğimizi bize soran olmadı. 

Yurt­ta Tunceli’nin hemen hemen her yerinden gelen çocuk­lar vardı. Başörtüsü verdil­er bize. Camide hoca bize aptes, namaz, İsl­am der­s­leri veriy­or­du. İçimizde dire­nen­ler, öğren­mek iste­meyen­ler vardı. Ben öğren­mek istemiy­or­dum. Direndiğim için çok dayak yed­im. ‘Sizi topluma kazandıra­cağız, bu öğrendik­leriniz sizin iyil­iğiniz için’ diy­or­lardı. Anlamıy­or­dum. ‘Biz kayıp miy­iz ki bizi topluma kazandıra­cak­sınız?’ diy­or­dum. Oru­cu, her­halde bizde­ki alışkan­lık­tan ancak 12 gün tutabildim. Daha fazlasını tuta­madım. Aslın­da tut­mak da istemed­im. Bunun için tuvalet tem­i­zleme ceza­sı ver­mişler­di.” (Tarık Işık, ‘Oruç tut­madım diye tuvalet tem­i­zled­imRadikal)

Des­im’de res­mi rakam­lara göre 16 bin, kentin yerliler­ine göre 70 binden fazla insan hay­atını kaybetti…

EK NOT

Yazımı bitirirken, 13 Tem­muz 2021 günü, Kanada’da bir toplu mezar daha bulun­du. 14 Tem­muz’­da ise, ABD’de… Bu bil­gi­leri, yazı dizisinin ilk bölümüne ekliyorum.

Yazı dizisinin bütününe buradan ulaşabilirsiniz


Ana res­im: Yetimhanede bir araya getir­ilen Ermeni çocuk­lar. (Armen­ian Amer­i­can Muse­um)

Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Sadık Çelik on EmailSadık Çelik on Facebook
Sadık Çelik
REDACTION | Journaliste 
Pho­tographe activiste, lib­er­taire, habi­tant de la ZAD Nddl et d’ailleurs. Aktivist fotoğrafçı, lib­ert­er, Notre Dame de Lan­des otonom ZAD böl­gesinde yaşıy­or, ve diğer otonom bölge ve mekan­lar­da bulunuyor.