Türkçe
On bin yıl önceki avcı-toplayıcı toplumların sahip olduğu doğaya saygılı ve eşitlikçi toplumsal ve ruhsal yaşayış dinamiğine her geçen gün daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dünyada, mevcut sistemin doğayı ve insan ilişkilerini tahrip eden tahakküm dinamiğine karşın, “doğayla dost ilişkileri esas alan “barışçıl ve eşitlikçi yeni yaşam arayışları” giderek daha fazla önem kazanıyor.
Bu ekoloji eksenli yeni insanlık arayışı doğal olarak ilk etapta düşün alanındaki yaklaşımlarla kendini gösteriyor… Ekolojiyi, sosyal antropolojik bir yaklaşımla irdeleyip gelecek için önermelerde bulunan ekoloji düşünürlerine göre, tarım öncesi organik toplumlar, ekosistemle uyumlu, ve kendiliğinden barışık yaşayış biçimleriyle geleceğin “ekolojik toplumu” için önemli argümanlar sunmaktadır.
Ekolojik düşünceye göre, “insanın doğayı tahakküm altına alma düşüncesi, insanlık kültürünün evrensel bir özelliği değildir. Bu düşünce, tarihin belli dönemlerindeki toplumların örneğin, organik (ilkel ya da yazı öncesi) denilen toplulukların bakış açısına tamamen yabancıdır. Eşitlikçi toplumsal ilişkilerin hiyerarşik sistemlere dönüşerek bozulması, kabile topluluklarının dağılarak kentlerin ortaya çıkması ve bu arada sadece toplumsal yaşamın değil insanların da birbirlerine karşı tavırlarının değişmesi, insanın doğal dünyaya karşı tutumunu değiştirmiştir” (Özgürlüğün Ekolojisi, Bookchin, 1994, s 126).
Organik toplumlar, avcı-toplayıcı takımlar halinde örgütlenmiş, topluluklar halinde yaşayan, insan varlığının en eski evresinde bile çevreleriyle harikulade nedensel bir ilişki kurarak yaşamış olan bu toplumların üretim şeklini yiyecek toplayıcılığı, avlanma, balıkçılık, içeceklerin yapımı ve çadır ile giyim için deri hazırlama süreçleri oluşturmaktadır. (Paths of History, Igor Diakonoff, 1999, s 14).
Organik toplumların yaşam biçimine ağırlıklı olarak doğayla özdeşleşme, duygusal bilgelik ve cinsel eşitlik hakim olmuş; yabancılaşma ve tahakkümün ne olduğu ise bilinmemiştir. (Gelecekteki İlkel, John Zerzan, 2000, s 12).
Genç bir antropologun Asya yaban bozkırlarına uzanan ekoloji yolculuğu
Yeditepe Üniversitesi Kültürel Antropoloji Bölümü’nde yaptığı yüksek lisans tezi çalışması için belli aralıklarla Moğolistan’a giden genç antropolog Dr. Selcen Küçüküstel, avcı toplayıcı Dukha halkı ile 4 yıl geçirdi.
Moğolistan’ın kuzeyindeki taygada, ulaşılması güç bir yerde yaşayan Dukhalar, ren geyiği yetiştiricisi olarak da bilinirler. Doğaya şefkatli yaklaşımları, toplayıcılık ve avcılık yaparak beslenmeleri, kadın erkek eşitliğine inanmaları, suya saygı duyup onu kirletmemeleri gibi çok özel ruhani inanışlara sahipler.
Genç bir antropolog olarak Dukhaların bu hassas yaşam biçimlerini heyecanla gözlemleyen Selcel, özellikle yaşlı bilge Dukhaların doğaya karşı gösterdikleri saygı temelli iletişimden çok etkilenmiş.
“Doğduğundan beri kuzey ormanlarında ren geyikleriyle göçer hayat sürmüş bir avcının ne kadar değerli bilgilere sahip olduğunu tahmin edebilirsiniz. Doğanın dışı ruhundan, onlara av şarkısı öğreten bir samanın rüzgarın ve ağaçların sesine uyumlu şarkılar söyleyerek nasıl bir geyiği onları sürüsüne götürmeye ikna ettiğine kadar bir çok kıymetli hikayeyi onlardan dinledim” diyor, Atlas dergisinde yayınlanan “Moğolistan, Dukhalarla iki ay” başlıklı röportajda.
Şimdi gelin genç antropolog Selcen Küçüküstel’in modern çağa direnen bu avcı-toplayıcı Dukhalarla geçen hikayesini kendisinden dinleyelim.
Öncelikle seni bu uzak zorlu yaban diyara götüren şeyle başlayalım. Dukhaların dünyasına gitmek için ana fikrin nasıl oluştu ve oraya gitmek için nasıl organize oldun?
Beni Dukhalara götürenin biraz ilgi alanı biraz da tesadüf olduğunu söyleyebiliriz. Atlas dergisi için serbest fotoğrafçı olarak çalıştığım 2010 yılında Asya’da uzun bir bisiklet seyahatine çıkmıştım ve yolculuğumun son durağı Moğolistan’dı. O zaman ülkenin kuzeyinde, ren geyikleriyle yaşayan göçer bir Türk halkı olan Dukhaları duymuştum ve çok ilgimi çekmişti. Ancak çok uzakta yaşadıkları için yanlarına gidememiştim. Daha sonra antropolojide yüksek lisans çalışmam sırasında aldığım “Orta Asya ve şamanizm” adlı bir dersten çok etkilenmiştim ve bu dersten sonra mutlaka saman ve göçer bir halkla çalışmak istediğime karar vermiştim. Tez konusu seçmem gerektiğinde aklına Dukhalar geldi ve olur mu olmaz mı diye internette araştırma yapmaya başladıktan sonra kararımı verdim. Daha sonra bölgede çalışmış yabancı akademisyenlerle iletişime geçip, internetten daha fazla araştırma yaparak yola çıktım ve biraz “çat kapı” bir şekilde oraya gittim.
Dukhalarla ilk karşılaşmada neler yaşadın?
Başkentten son günü at üzerinde olmak üzere üç gün süren bir yolculuğun sonunda Dukhaların obasına vardığımızda gördüğüm görüntü bana hemen tüm yorgunluğumu unutturmuştu. Bir yaz günü taygada beyaz çadırların arasında koşturan çocukların cıvıltısını, büyük boynuzlarıyla etrafta gezen ren geyiklerini ve bir arada yerde oturmuş kağıt oynayan yaşlıların kahkahalarını hala çok iyi hatırlıyorum. Ve aynı zamanda yanlarına gidip Moğolca selam yerine, kendi ana dillerinde selam verdiğimde yaşadıkları şaşkınlığı. Sanırım ilk karşılaşmanın en çarpıcı kısmı buydu. Dukhaların ciddi kaybolma tehlikesi altındaki dilleri Türk dil ailesinden ve Türkçe ile hem dilbilgisi hem de ortak kelimeler anlamında bir çok benzerlik var. Dolayısıyla ilk günümüz şaşkın bir şekilde, karşılıklı heyecanlanarak bu kelimeleri bulmaya çalışarak geçmişti.
Bir antropolog olarak Dukhalarla nasıl bir sosyal çalışma planladın ve nasıl bir çalışma yürüttün?
Hem yüksek lisans hem de doktora çalışmam için Dukhalarla vakit geçirdim. Toplamda on bir ay aralıklarla onlarla yaşadım, çadırlarına konuk oldum ve hayatlarına katıldım. Çalışmamın asıl konusu ise Dukhaların hayvanlarla ve çevreyle kurdukları ilişkilerdi. Yaban, evcil kavramlarının onlar için ne ifade ettiği, yaşadıkları coğrafyayla nasıl iletişim kurdukları gibi konulara odaklandım. Bu amaçla sosyal antropolojinin en önemli iki yöntemi olan katılımcı gözlem ve derinlemesine mülakat tekniklerini kullandım. Yani onlar gibi yaşayarak gözlem yaptım ve hazırladığım ucu açık soruları insanlara sorarak notlar aldım.
Çalışman belli dönemler halinde ve bir ekip çalışması olarak devam etti sanırım… Biraz da bu süreci anlatır mısın?
Toplam dört sene boyunca kimi zaman iki ay, kimi zaman dört ay olmak üzere dört kez yanlarına gittim. İlk gidişimde benimle birlikte antropoloji öğrencisi olan Moğol bir arkadaşım tercümanlık yapmak için gelmişti. Diğer seferlerde, dili orta seviye öğrendikten sonra tek başıma gittim. Araştırmam esnasında dergiden meslektaşlarım, arkadaşlarım ve eşim aralarda ziyaretime geldi ama çalışmayı tek başıma yürüttüm.
Kitabında geçen bir başlık üzerinden devam edecek olursam. “Avcı toplayıcılarda sosyal yapı” başlığında diyorsun ki, “Geçmişte avcı-toplayıcılar sadece avlanma, toplama ve bazen balık tutma üzerine kurulu yaşamlarını sürdürme şekliyle tanımlanıyorlardı. Ancak günümüzde yaşayan “modern avcı-toplayıcıların” kimi zaman “bahçecilik, ren geyiği çobanlığı ve ticarete” dayalı karma geçim biçimlerine sahip olabildikleri biliniyor. Bu nedenle günümüzde avcı-toplayıcı bir toplumu tanımlamak için sadece karınlarını doyurma biçimlerine değil, aynı zamanda “sosyal yapılan- malarına ve dünya görüşlerine” de bakmamız gerekir.” (Richard B. Lee, 2005. Cambridge Avcılar ve Toplayıcılar Ansiklopedisi.)
Buradan hareketle sorumu modern avcı-toplayıcılık üzerinden şöyle sormak istiyorum:
Ekosistemin kendi kendini yenileyebilme periyodunu artık sürdüremez hale getirdiğimiz bu son ekokırım aralığında, insan merkezci endüstri toplumundan makas değiştirip, Dukhaların yüzyıllardır sürdürdüğü avcı toplayıcı toplumsal periyoda yönelmek, ekosistem açısından bir çözüm yolu açabilir mi sence, ne dersin?
Sanırım artık bunun için çok geç ve zaten gerçekçi olursak böyle birşeyin imkansız olduğunu biliyoruz. Dahası şu anki dünya nüfusunun sadece avcılık ve toplayıcılıkla karnını doyurması da mümkün değil. Fakat elbette ekosistemin tekrar kendini toparlaması için başka bir çok çözüm yolu bulunabilir. Bunların en başında sadece endüstri ya da kaynak çıkarma üzerine gelişime dayalı bir model yerine, tüketimin çok daha aza indirildiği sürdürülebilir bir modele geçmek çare olabilir.
Peki, ya kitabının yayın serüveni?
Doktorayı henüz bitirmeden çalışmamı bir kitaba dönüştürmek hep aklımdaydı. Yazı yazmayı çok sevdiğim için bu akademik bir dilin dışına çıkarak herkesin rahatlıkla okuyabileceği bir kitap yazma fikri beni çok heyecanlandırıyordu. Bu yüzden doktoramı bitirir bitirmez hemen yayınevleriyle görüşmeye başladım ve çok sevdiğim yayınevlerinden birisi olan Kolektif yayınevi ile anlaştık. Birebir tezle aynı olmasını istemediğim için kitabın içine daha çok hikaye ve anılarımı da ekledim. Aynı zamanda eş zamanlı olarak kitabın İngilizcesi için de yurtdışında yayınevleriyle görüşmeye başlamıştım. İngilizcesi biraz daha akademik olacaktı, o nedenle akademik yayınlar yapan yayınevlerine baktım ve en önemli antropoloji yayıncılarından Berghahn ile anlaştık. Ancak tez çalışmasını yaratıcı bir kitaba dönüştürmek oldukça yorucu ve bir o kadar da zevkli bir süreç oldu.
Son olarak, biraz da kendi yaşam pratiğimden yola çıkarak söylemem gerekirse, son yirmi yılda gezegenimizdeki yaşam döngüsünü kaotik bir hale getiren insan merkezci sistemden yabana doğru büyük kaçışlar söz konusu. Bu sosyal durum sistemden gelen bütün engellere rağmen periyodik bir biçimde küçük büyük dalgalar halinde devam ediyor. Örneğin Türkiye’de Alakır, Kazdağları, Karadeniz’de, örneğin Almanya’da Hambach ormanında, örneğin Fransa ZAD’larında, veya Patagonya Mapuçhe toprak işgallerinde, ya da Ekvator ve Brezilya Amazonlarında birbirinden bağımsız ama birbirini tetikleyen alternatif ekolojik yaşam mücadeleleri ve deneyimleri var.
Bu durumu bir ekolojist antropolog olarak senin de gözlemlediğini düşünüyorum ve soruyorum sence bu arayışlar ekosistemin nihai kaderini değiştirecek bir döngü yaratabilir mi? Ya da başka neler söylemek istersin?
Bahsettiğiniz tüm bu arayışlar gerçekten umut verici. Ancak bir yandan da Alakır örneğinde gördüğümüz gibi sistemin dışına çıkıp en ücra köşelerde bile insanların rahat bırakılmadığını ve ekolojik talanın her yere ulaştığını görmek bir o kadar korkutucu. Dolayısıyla bu konuda kimi zaman çok iyimserken, kimi zaman oldukça üzgün ve umutsuz hissedebiliyorum. Bu ekolojik yıkım sistemde daha büyük değişiklikler yapmadıkça devam edecek gibi gözüküyor fakat her halükarda bahsettiğiniz yaşam mücadeleleri bu sistem değişikliğine yol açacak ve ilham olacaktır diye düşünüyorum. Dünyanın hemen her yerinde ekolojik yıkımın yanı sıra toprağını, suyunu, dağını koruyan insanların korkusuzca mücadele ettiklerini görüyoruz ve bu mücadelelerin bir kısmı sadece başarılı olmakla kalmayıp, insanların yaşadığımız sistemi sorgulamalarına, başka yaşam biçimleri aramalarına da yol açıyor.
Mapuçelerde olduğu gibi, Dukhalar da yaşadıkları coğrafyayı kendi evi olarak kabul ediyor. Mapuçeler buna “kozmovizyon” diyorlar. Peki Dukhalar nasıl tanımlıyor bu yaşam algısını?
Dukhalarda bu yaşam algısı için genel bir ad bilmiyorum ama kuzey Amerika yerlilerinin “doğa ana” kavramına yakın bir kavram olan çer iyesi, yani yer iyesi (sahibi) adlı koruyucu ruhtan sık sık bahsediyorlar.
*
Bu güzel söyleşiye konu alan araştırma yolculuğundan ötürü antropolog Selcen Küçüküstel’e teşekkür edip şöyle noktalayalım.
Dukhalar, Mapuçeler, Zapatistalar ya da Amazon halkları gibi ekosisteme saygılı bütün yerli halkların bilgeliğine dayalı ekolojik sosyal yaşam deneyimleri, günümüzün tahakküm ve tahrip gücü yüksek endüstri uygarlığına karşı çıkan bütün yaşam dostları için bir direnme noktasıdır. Bütün mesele bu direnişin ufkunda beliren yeni ekotopyayı topyekün bir ihtiyaç haline getirmek için çalışanların çabasında düğümlenmektedir.
Umarım bu kaçınılmaz yer yüzü özgürlüğü sorununu hep birlikte nihai başarıya taşırız.
Ekolojik bir dünya için yeni, ufuk açıcı bir söyleşide buluşmak üzere…