Korona virüs salgınının yarattığı küresel sosyal kriz koşullarında, Fransa Atlantik-Loire bölgesinde, her gününü ve gecesini Loire nehrinin ekosistemini savunmaya adadığımız yeni ZAD’ımız Carnet’den ayrılıp, ikinci dalga zorunlu karantina günlerini geçirmek, ve küçük bir dinlenme molası vermek üzere eski ZAD Notre-Dame-des-Landes’a geri döndüm.
Eski direniş günlerinin buruk, kırık anılarıyla yüklü bu büyük ormanda, üzerine sonbaharın hüznü ile yağan sarı yaprakların düştüğü o yorgun küçük yaşam barınağının kapı eşiğine iliştim ve sizlerle paylaşmak için, “ZAD Carnet“yi yazıyorum…
Tırmanan yasaklar, şiddet ve yok edilen özgürlükler
Bütün kıtaları etkisine alan ve şimdilerde mutasyona uğrayıp, ikinci bir atak evresine geçen Covid-19 salgını, devletlerin 1 yıldır devam eden yanlış ve taraflı kriz yönetim anlayışlarını ve tedbirlerini sollayıp ölümcül ilerleyişine devam ediyor.
Ekosistemin ezeli bütün uyarılarına kulak tıkayan devletler, bir yıl boyunca bu olağanüstü hızla ilerleyen sağlık krizini çözme kapasitesine sahip olamadıklarını gösterdiler. Dahası mevcut krizi çözmek yerine ona kaynaklık eden ekolojik sosyal sorunların etrafında olağanüstü “yüksek gerilimli güvenlik duvarları” konuşlandırmaya başladılar. Krizin etrafında kurdukları kontrole dayalı boğucu gözetleme sistemleriyle çürümeye yüz tutmuş bir aygıtı koruma telaşına düştüler. Çünkü kendi kusurlu tarihlerinin yarattığı felaketlerin bir çığır halinde büyüyüp ekositemin önünü hayati derecede tıkadığının farkındalar. Artık bundan sonra ne onlar için ne de bizler için hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, bu kesin…
Dolayısıyla devletlerin yanlış ve taraflı kriz yönetimleri, özellikle en alttaki sınıfları vuruyor. Birden bire herşeylerini kaybetmeye başlayan ve devletin saçma yasaları tarafından çaresizliğe itilen bu kesimlerde intiharların gündeme geldiğine de tanık oluyoruz artık. Tıpkı bu yazıyı kaleme aldığım günlerde Belçika’nın Liège kentinde koronavirüs’le gerekçelendirilen yasak kararnameleri nedeniyle her şeyini kaybeden ve sonra da hayatına son veren 24 yaşındaki Alysson gibi. Genç kadın korona krizinin büyümeye başladığı Ağustos ayında kimsesiz çocuklar için bir berber dükkanı açtı. Açılıştan sadece birkaç hafta sonra Alysson, yönetmelik emriyle “gereksiz” diye atfedilen iş yerini kapatmak zorunda kaldı. Birikmiş faturalarını borçlarını ödeyemeyen genç kadın 16 Kasım 2020 günü intihar etti.
Yine aynı zaman aralığında başka bir ülkede, Türkiye’de, yönetim yalnızca pandemi krizini değil artık hiç bir krizi yönetemediğini gösteren taraflı, ayrıştırıcı kutuplaştırıcı bir kararnameye daha imza attı. Eğlence mekanlarını hedefleyen, müziğe içkiye ve sigaraya yasak getiren baskı hükümeti, yeni bir sosyal krize yol açtı. Uygulamaya konan yasaklarla birlikte kafe, bar ve sokaklarda müzik yapan müzisyenlerin ekonomik ve sosyal özgürlükleri ellerinden alındı. Bu mağduriyetler bir süre sonra zincirleme bir şekilde başka kesimleri de etkileyecek kuşkusuz. Krizin faturası yine alt sınıflara yüklenmeye devam edecek. Yani kısaca Türkiyelilerin deyimi ile, “dünyanın çivisi çıktı”.
Kapitalizmin yarattığı bu anti eko-sosyal cenderede ormanlar, hayvanlar ve nehirlerle birlikte insanlar ve ekonomik sosyal özgürlükler de ölüyor. Öldürülüyor. Geriye sadece korkunun , paranoyanın ve ön yargının yönetimi kalıyor.
Bolivyalı anarşist aktivist gazeteci Maria Galindo’nun şu sözleri bu süreci çok iyi tanımlıyor: “Pandemi ile birlikte birey sadece kendini korumak için değil, her şeyden önce ‘kendini korumak için korkmaya’ çağrıldı.”
Devletlerin hepsi, bir gün maske takmayı emrediyorlar ve ertesi gün tam tersini emrediyorlar, salgından koruma adına sokaklarda, parklarda bir araya gelmeyi, şarkı söylemeyi, içki sigara içmeyi, dans etmeyi, serbest çalışmayı “tehlikeli” buluyor ve yasaklıyorlar. Odağında devletlerin olduğu küresel ekokırımlar ve yarattıkları olağandışı semptomlar, sorunun kaynağı olan endüstri devletlerini, ekosistemi ve toplumları koruyacak gerçekçi ve akılcı çözümler bulmaya değil, daha baskıcı ve daha militer bir alana çektikleri otoritelerini ve onu besleyen elit sınıfları ve “mülkiyetlerini” korumaya sevkediyor. Bunu Amerika, Kanada, Avustralya, Amazon ülkeleri, Endonezya, Patagonya (Şili-Arjantin), Afrika, Çin, Küba, Hong Kong, Fransa, İtalya, İspanya ya da Yunanistan ve Türkiye gibi ekolojik sosyal sorunların odağındaki ülkelerde çok daha net görmekteyiz.
Özetle devletler “salgına karşı güvenlik önlemleri” bahanesiyle büyük sosyal çatışmalara yol açacak yeni bir küresel kontrol ve gözetleme sistemine geçiyorlar. Bütün devletlerin başta mülteci sorunları olmak üzere, ayakkabılarındaki taşlardan kurtulmaya çalışacakları açık. Hedef kitle olarak yine her zaman olduğu gibi mülteci dayanışmasını ekoloji mücadelesi ile birlikte yürüten ZAD ve benzeri dayanışmaları seçecekler. Yalnızca Avrupa’da değil, diğer kıta ülkelerinde de aynı süreç işleyecek ve devletler kontrollerine aldıkları hak ve özgürlüklerle birlikte buna kaşı çıkan yaşam savunucularını da etkisiz hale getirmek için bit tür iç savaş yürütecekler.
Covid-19 kod’lu küresel sosyal savaş, güvenlik ve gözetleme sistemleri
Fransa devleti, ülkenin batısında bulunan Atlantik bölgesi Saint Nazaire-Loire nehri boyunda, endüstri haydutlarına karşı Ağustos ayından beri, Loire nehri ekosistemini korumaya çalışan ZAD Carnet aktivistlerine karşı operasyonel bir tasfiye stratejisi sürdürüyor.
Yasal ve yasadışı bütün devlet yöntemlerinin iç içe uygulandığı bu, “anti ekosistemci endüstri operasyonu”, pandemiye dayandırılan yasal gerekçelerden çok “yaşam savunuculuğunu tasfiye etmek” için seferber edilmiş durumda. Örneğin ZAD Carnet yaşam savunucularına yönelik operasyon hazırlıkları devam ederken, yine Loire-Atlantique bölgesinde, ve Carnet yakınlarındaki bir başka ZAD savunma alanı olan Zad du Village du Peuple (Halkın köyü) Donges’daki direnişçiler Ekim ayında jandarma operasyonuyla çıkarılıp gözaltına alındı, yerleşkedeki kollektif binalar dozerlerle yerle bir edildi. Bir yandan, Fransa’nın güney kenti Montpellier ve güneydoğudaki Roybon ZAD’larındaki direnişçiler de aynı günlerde, ve aynı şekilde, jandarma ve dozerler eşliğinde gerçekleşen operasyonlarla bulundukları savunma alanlarından zorla çıkarılıp gözaltına alındılar.
Elbette ki sırada ZAD Carnet vardı. Bekliyorduk. Ancak buradaki direnişin, teknik, lojistik ve hukuki gibi farklı alanlarda çok yönlü koordine olması, yerel kolektiflerin potansiyel dayanışmasının öyle pek de kolay kırılamayacağını göstermekteydi.
Ağustos ayında ZAD direnişçileri, Carnet’deki barikatlardan birinin yakınlarına gizlice yerleştirilmiş ikişer kameralı iki gözetleme grubu buldular… Tesadüfen bulunan bu kameralar, sahte bir ağaç kütükleri ve sahte taşlarla kamufle edilmişti. Dört kamera da sürekli çekime ayarlanmıştı ve gömülü kablolarla, büyük pillere ve modemlere bağlı olarak, görüntülerin doğrudan uzak bir istasyona gönderilmesini sağlayacak şekilde gizlenmişti. ZAD Carnet alanına yönelik bu video casusluğu ile ilgili bulgular, jandarmayı, ve dolayısıyla yeni kontrol ve gözetleme sistemini işaret etmekteydi.
Bu tür yasadışı gözetim, 2018’te Fransa’nın doğusundaki Bure’deki ZAD alanında da de tespit edilmişti. Oysa Fransa’da “gizli kamera kaydı” ile ilgili yasalar mevcut. “Görüntülerin özel bir yerde kaydedilmesi, ‘terörizmin önlenmesi’ gibi iç güvenlik Kanunu’nun L. 811–3.maddesinde listelenen yedi amaçtan biri için yalnızca ‘ulusun temel çıkarlarının korunması ve teşviki’ için uygulanabilecek tekniklerden biridir. Bu teknik yalnızca, bilgi yasal olarak yetkilendirilmiş bir yolla toplanamazsa kullanılmalıdır.” şeklinde açıklanmakta. Ancak, devletler yazılı sözleşmelere göre hareket etmezler. Kendi yasalarını da önce kendileri ihlal ederler. Tıpkı Fransız devletinin içinde bulunduğumuz günlerde, yürürlüğe koymaya çalıştığı güvenlik yasasının ile Fransa anayasasına uzun mücadelelerle kazandırılmış hak ve özgürlüklerden biri olan basın özgürlüğünü ihlal ettiği gibi…
Fransa’da Macron yönetiminin ve onu destekleyen sağcı ve ırkçı kesimlerin uzun süredir manipüle ederek yasalaştırmaya çalıştıkları yeni bir güvenlik yasası söz konusu. Bu yasa ile, halk mahallelerine, mültecilere yönelik, gittikçe yoğunlaşan olan polis-milis saldırılarının önü tamamen açılması sağlanacak. Basın özgürlüğüne getirilen olağanüstü kısıtlamalarla da, halkın üzerine çöken polis şiddetinin, kamuoyuna ulaşmasını engellemeyi hedefliyor. Uzun süredir, “bize bir şey olmaz” zihniyeti ile hukuksuz ve keyfi ve ırkçı saldırılardan kaçınmayan kolluk güçlerinin, “görevdeyken görüntülenmelerinin yasaklanması” işe, en azından bazı olayların gün ışığına çıkmasını da engelleyecek. Kısacası polisin şiddet uygulaması ve şiddetinin cezasız kalması kolaylaşacak. Ayrıca, mesleğini yapmakta kararlı gazetecileri de devlet şiddetinin pençesine atmayı “yasal” hale getirecek. Yeni yasaya göre gazeteciler polis görüntülerini ancak polislerin yüzünü bulanıklaştırdıktan sonra dolaşıma sokabilecek. Şiddet uygulayan polislerin fotoğrafları sosyal medyada paylaşılamayacak. Paylaşanlar için bedel ağır: 1 yıl hapis ve 45 bin avro para cezası.
Bu yasa tasarısı son günlerde çok geniş bir şekilde protesto edildi. 28 Kasım cumartesi günü, Fransa’nın sayısız kentinde, salgına rağmen çok sayıda insan yürüyüşlere katıldı (sendikalara göre 500 bin, valiliklere göre 125 bin). Paris yürüyüşü ise, valilik tarafından “salgın” gerekçesi ile yasaklandı, ancak düzenleyicilerin başvurduğu Paris Mahkemesi, protestoculara hak vererek, yasak kararını iptal etti.
Televizyon kanallarında, “Özgürlükler Yürüyüşü“ne katılmayan yasa yanlısı “gazeteciler”, “Birkaç bin kişi protesto ediyor” derken, Paris’ten gelen görüntüler şöyleydi…
WE DIT IT ✊🏽.
200.000 🏴☠️🔥#marchesdeslibertes pic.twitter.com/AiMXhwgmon
— Taha Bouhafs 🔻 (@T_Bouhafs) November 28, 2020
Yasa projesi parlamentodan geçti, senatoya gidecekti, şu anda hükümet yetkilileri tarafından bazı maddelerin gözden geçirileceği, yeniden yazılacağı gibi, pek net olmayan açıklamalar yapılıyor… Ve 5 Aralık Cumartesi günü protesto gösterileri devam edecek gibi görünüyor.
Bütün özgürlükleri tehdit eden bu “olağanüstüsü dönem” de daha pek çok hak ihlali ile karşılaşabileceğimizi düşünüyorum… Peki bu Covid-19 zırhlı küresel devlet diktatörlüğünün hak ve özgürlüklerimize karşı başlattığı kuşatmayı, hapsedildiğimiz evlerdeki tv ve bilgisayar ekranlarının karşısında çekirdek çitleyerek mi karşılayacağız? İşte bütün mesele bu!…
Yükselen bir direniş ve dayanışma ZAD Carnet
Ben kendi adıma bu soruyu, pek çok arkadaşım gibi ZAD Carnet direnişi ile cevaplamayı tercih ettim.
Yaklaşık iki ay önce uzun süredir yaşadığım Notre-Dame-des-Landes ZAD’ından 40 km uzaklıktaki yeni savunma alanı Carnet ZAD’ına geçtim.
Carnet ZAD’ı, 110 hektarlık bir doğa parçasının “Nantes Saint-Nazaire Büyük Liman” işletmesi tarafından, endüstri alanına dönüştürülmek amacı ile betonlanma projesi ile mücadele etmek için doğdu. Devasa bu şantiye de endüstri mekanizması ile işleyen beyinler tarafından hayal edilen ve ısrarla dayatılan gereksiz ve zararlı sayısız projeye katılmış oluyor.
Loire, Fransa’nın güneydoğusunda bulunan, 1.020 km ile ülkenin uzun nehri. Ve bugün Avrupa’nın en az zarar görmüş, doğasını aşağı yukarı koruyabilmiş nehri. Carnet ise, Loire nehrinin Nantes kentinden Atlantik Okyanusu’ndaki ağzına uzanan ve nehrin son noktası olan haliçte bulunan bir ada…
1970 ve 1990 yıllarında, Loire nehrinin adayı anakaradan ayıran kolu, kısmen ve yasadışı olarak doldurulmuş. Bunun nedeni ise, bu noktada bir nükleer santral inşa etmek! Yoğun bir halk mücadelesinden sonra santral projesi 1997’de iptal edilmiş. O tarihten sonra, ada zarardan korunabilmiş.
Burası da, tüm “nemli bölgeler” gibi, suyun niteliğini arttıran, taşma ve selleri dengeleyen tampon bölgelerden biri. Ayrıca, yaban açısından ayrı bir önemi var, zira alan, 116’sı korunma altında olan, yüzlerce hayvan ve bitki çeşidini barındırıyor ve tükenmekte olan göçmen kuşların konaklamasına elveren nadir ekolojik koridorlardan birini oluşturuyor.
Santral projesinin iptalinden sonra, alanda doğa kendi temposunda gelişmesini devam ettirmiş.
Ta ki bu güne gelene dek… Yani gezegenin sayısız şu ve nefes alanı yok ediliyorken, hayvan, bitki, insan, tüm yaşayanları tehdit altındayken, Carnet bu yok edilişin bir hedefi haline getirilene dek.
Fotoğraflar Sadık Çelik
Carnet hangi projenin kıskacında?
“Nantes Saint-Nazaire Büyük Limanı” gözlerini Carnet’ye çevirmeden önce 12 farklı alan seçmiş. Bu alanların çoğunluğu daha önceden yapaylaştırılmış ve zaten Büyük Liman’a ait. Yetmemiş ve Carnet gibi korunması gereken bir alana pençesini atıyor…
Endüstriyel platform
Bu proje “Anahtarıyla teslim” diye çevirebileceğim, “Clé en main” isimli devlet projelerinden biri. 2020 yılının ocak ayında, Fransa hükümeti, “bürokratik yükleri hafifletmek ve yatırımcıları çekmek” için, “endüstri dünyasına şehircilik, önleyici arkeoloji ve çevrecilikle ilgili bürokratik prosedürleri kolaylaştırmak” adına, bir program geliştirdi. Programın amacı gayet net: şirketlere 6 aydan kısa bir sürede alanlara yerleşerek ülkeyi çabuk ve yoğun bir şekilde endüstrileştirme imkanı vermek. Şu anda tüm Fransa’da 78 “anahtarıyla teslim” alanı mevcut.
Bu, çevre ve ekoloji için gerçek bir hukuki ve haksal gerileme. Alanlar kim olacağı, ne yapacağı belli olmayan her tür endüstrinin yerleşmesine açık… Mükellefin vergisine de etki eden bir program olmak yanında, bölge yaşayanlarının yüz yüze geleceği risklerle ilgili gerçekçi bir ÇED araştırması yapılması da imkansız hale geliyor. Buna, bir de, hükümetin çıkardığı bir kararname ile valilere verdiği her rüzgara açık yetki ekleniyor. Bu yetki ile vali, tek taraflı alabileceği basit bir kararla, bir projeyi “halk yararına” nitelendirerek, öngörülen çevre ve halk sağlığı önlemlerinden muaf tutabiliyor.
Carnet alanı konusunda, Loire-Atlantique valisi de, bir çok karara imzasını kondurdu. Bunların içinde su, arsenik atıkları gibi konularda önlem öngören kanunlardan muafiyet de var, korunma altındaki hayvan ve bitkilerin yok edilmesini önleyen kanunlardan muafiyet de…
Carnet sit alanının eko-teknolojilere ve eko-endüstriye ayrılacak bir platform olacağı açıklandı. Carnet halkı ve onlarla mücadele eden direnişçiler “yeşile boyanmış teknoloji” kavramını reddediyor. Ayrıca, alanın gerçekten yenilenebilir enerji ile ilgili endüstriler tarafından kullanılacağının ne herhangi bir kanıtı ne de göstergesi var. Bu yönde çalışan hiç bir endüstri kuruluşu projede kendini göstermedi, aksine ilk proje çağrısında sunulan etkinlik alanları “hidrojen”, “yakıt hücreleri”, ya da “temiz araç parçaları” gibi konularla ilgili… Önceden düşünülerek kurgulanan “Anahtarıyla teslim” programının elverdiği gibi, ve vali yetkisi ile yolu açılan, her tür endüstri, özellikle kirletici endüstriler, varolan yasal önlemlerin tamamen dışında tutularak, buraya yerleşebilir.
Proje askıya alındı
4 Kasım tarihinde, Carnet açısından olumlu bir gelişme oldu, ve açıkçası içinden geçtiğimiz kapkara günlerde hepimize çok iyi geldi.
Bölge Doğal Varlık Bilim Kurulu, projenin tekrar gözden geçirmesi gerektiğine dair görüş bildirdi. Kurul, planlama analizleri için kullanılan verilerin, 10 yılı aşkın süre önce toplanan veriler olduğunu da işaret ediyor. Buna cevap olarak Nantes-Saint Nazaire Büyük Liman yönetimi “örnek şekilde hareket etmeye kararlı” olduklarını ve çalışmaları geciktirecek olsa bile bu öneriye uyacaklarını belirtti. Ve çalışmalar en azından bir süreliğine askıya alındı.
Carnet ZAD’ında derni bir nefes aldıran bu haber üzerine kolektif “Bu haberi sevinçle karşıladık, kararlılığımızı daha da güçlendirdi. Bu karar Sanayi Bölgesi projesini önlemek çabalarımızın meşruiyetini bir kez daha kanıtlıyor! Ancak, mücadelemiz sadece Sanayi Projesi kalıcı olarak iptal edildiğinden son bulabilir.” dedi. Kolektif tarafından başlatılan seferberlik ve ZAD’ın kurulması kamu oyunun bilgilendirilmesi, ekolojik zararlar konusunda farkındalık kazandırılması, politik güç dengelerinin kurulmasını sağladı, ve meyvelerini veriyor. Ama kolektif, temkinli, proje gerçekten iptal mi edilecek , yoksa ortalık sakinleştikten sonra proje yeniden mi gündeme getirilecek, belli değil. Her şey mümkün. Elbette ZAD’ın her an tahliye edilme ihtimali de var olmaya devam ediyor.
Rüzgar çiftliği
Gelişmeleri beklerken, endüstriyel platform projesinden önce gerçekleştirilmiş bir projeden daha bahsetmek istiyorum.
Yine bu alanda yer alan “Saint-Nazaire rüzgar çiftliği” projesi. Saint-Nazaire kenti yakınında, nehir ağzında bulunan Carnet rüzgar sahası, rüzgar türbinlerinin yerleştirileceği deniz altı ortamına çok benzeyen coğrafi özellikleri nedeniyle seçilmiş.
Carnet ZAD’ındaki dünyanın en büyük rüzgar tribünü ise yedi yıl önce inşa edilmiş. Alston şirketinin web sitesinde rüzgar tribünü ile ilgili şu bilgiler yer alıyor: “25 metrelik alt konstrüksiyon (jacket olarak bilinir) zemine 30 metreden fazla gömülmüş olan ayakların üzerine yerleştirildi. Daha sonra bunun üzerine kademeli olarak 75 metre yüksekliğinde bir kule monte edildi. Naselin (motor yuvası) yerden yüksekliği 100 metre, rüzgar türbini ile destek yapısının toplam ağırlığı ise 1,500 ton.” Burada yazılmayanı da ben yazayım: “söz konusu metal yığını Carnet rüzgar sahasındaki toprak, bitki ve canlı ekosistemi yok edildikten sonra yerine dökülen tonlarca betonun üzerine inşa edilmiştir.”
Bilim insanları arasında da tartışmalı olan rüzgar tribünleri üretilen enerjiyle karşılaştırıldığında abartılı, özellikle Carnet gibi göçmen ve yerleşik kuş türlerine ev sahipliği yapan yaşam alanları için için yıkıcı bir etkiye sahip. En güzel ekositeleri yok eden bu beton ormanlar, ayak izi devasa plan platformlara ekilmekte. Rüzgar tribünlerinin çevresel etkisi gerçekten de her seviyede bir felaket, ancak yenilenebilir enerjiyi denetimlerine almak isteyen Alston gibi yeni tip büyük ekonomik çıkar çevreleri bu yıkıcı süreci yeşile boyayıp yönetmek istiyorlar. Yani yeşil teknolojiler, sözde “enerji verimliliği ve sürdürülebilir gelecek için” şeklinde formüle edilse de gerçekte mevcut kapitalizmin sürdürülebilirliği için tasarlanmıştır.
Nereye doğru?
Kovid pandemisinin mutasyona uğrayıp kendini yeni ataklarla yenilediği bu kaotik aralıkta, küresel düzeyde yaşadığımız ekolojik-sosyal kriz gerçekten de hayati açıdan daha ciddi bir noktaya doğru evrilmekte. Bu süreçte daha ne gibi olağanüstü sosyal sonuçlarla karşılaşacağız bunu kaçınılmaz bir şekilde hep birlikte yaşayarak öğreneceğiz. Ancak her aşamasını her açıdan sarsılarak yaşadığımız ve yaşayacağımız bu kusurlu insanlık tarihinden şu ana kadar öğrendiklerimiz var. Bunların içinde en tayin edici ve en vazgeçilmez hayatta kalma referansımız, devletlerin pandemi bahanesiyle bizleri evlerimize hapsederek başlattıkları, yani dayattıkları güvenlik ve gözetleme sistemlerinin, bizleri bizzat kendi yarattıkları küresel ekolojik yıkımdan doğan salgınlardan korumaya değil, hiç bir şeye aldırmadan devam ettikleri ekoyıkıma karşı olası başkaldırılarımızın önüne geçmek için yaptıklarını biliyor olmamızdır. Ve dahası, etrafımıza ördükleri bu korku duvarlarını yıkmanın mümkün olduğunu bizzat pratik bir deney olarak yⒶşıyor olmamızdır.
ZAD CⒶRNET direnişi işte böyle bir imkansızı gerçekleştirmenin, ekosisteme karşı dost ve kardeşçe bir yaşamın özverinin ve kollektif bir emeğin başarısıdır.
Rüzgar çıkıyor…
Başıma sarı yaparaklı bir sonbahar
çıplak çam dallarına kuşlar yağıyor…
Ve az ötemde
kuru sarı sonbahar yaprakların üzerinde
titrek mavi kara kanatlı küçük bir kuş geziniyor…
Artık bitiriyorum…
Özgürlüğümün asi yurdunun hatırasına,
toprak ve özgürlük kokan Mapuche çayına uzanıyorum.
Şimdi Mate zamanı.
Kalbimde
Şili isyan günlerinin
baştan çıkaran coşkusu,
gözlerimde
asi özgürlüğümün
Aşkla tüten Mapuche yurdu.
Yakında tekrar Carnet ZAD’ının kardeşlik sofrasına, direniş ormanına geri döneceğim. Başka bir yazıda buluşmak dileğiyle.
Korona’dan çok devletten sakının. Sevgi dostluk ve dayanışma ile kalın.
ZAD Carnet direnişi ile ilgili özel bir sorgulamanız, bilgi isteğiniz olursa:
Collectif Stop Carnet » zadducarnet(@)riseup.net | stopcarnet.fr | Twitter | Facebook