Hiçbir şey yok olma kesinliğinden daha kötü olamaz…
Amerika’nın kolonizasyonu, insan uygarlığının yakın tarihindeki en önemli bölümlerden biriydi. Her ne kadar Fetih savaşları ve yerli halkın sömürü süreci iyi bilinse de, epidemiyolojik faktörün üzerindeki etkisi hakkında çok az şey söylenir, ve daha da azı, sömürgecilerin geniş toprakları ele geçirmelerine ve doğal kaynakları kontrol etmelerine izin verdi. Dünya çapında Covid-19 pandemisinin durdurulamaz ilerlemesi bağlamında, en savunmasız olanların kim olduğunu ve kısa ve orta vadede potansiyel tükenmesinin ne gibi sonuçları doğurabileceği irdelenmeye değer bir gerçeklik halinde ilerlerken, tarihsel bir bellek olarak insanlığın karşılaştığı ölümcül salgınlar ve sonuçları daha çok merak konusu olacaktır.
Çevre sorunlarının küreselleşmesinde salgın hastalıklar kusurlu insanlık tarihimizin en eski ve en ölümcül sorunudur. Ortaçağdan günümüze dünyayı sürekli bir kör döngü halinde altüst eden bu salgınlar, hiç kuşkusuz insanın ekosistemle ve onun hücresel bütünlüğü ile olan ego-patolojik kavgasının bir sonucuydu…
Şimdi gelin, tarihsel bir izlek halinde, imparatorlukların ve eski-yeni sömürgecilerin epidemiyolojik faktör üzerindeki ekolojik ve sosyal etkilerini bir inceleyelim.
Bölümleri üç başlık altında topladım.
- Öncü ve uğursuz kehanet: veba, ve Avrupalı sömürgecilerin Latin Amerika’da yarattıkları ekolojik sosyal yıkım
- Yeni yüzyılın “büyük belası” Koronavirüs ve korunması gereken yerli halklar: Küba’da otoriter sistem
- Kuşatılmış halklar: Amazon yerlileri, son durum…
İlkini hemen altta göreceksiniz. İkinci ve aslında varmak istediğim nokta olan üçüncü bölümlere birinci bölümün altında yer alan başlıkla tıklarayak ulaşabilirsiniz.
Öncü ve uğursuz kehanet: veba, ve Avrupalı sömürgecilerin Latin Amerika’da yarattıkları ekolojik sosyal yıkım
Öncü ve uğursuz kehanet: veba
Fetihler ve keşifler öncesi imparatorlukların öncü, uğursuz kehaneti olarak anılan ve insanın şuursuz benliğini müzmin bir iç virüs halinde kemiren ve onu bütün toplumsal serüveni boyunca başka başka salgınlarla tanıştıran, ilk ölümcül hastalık, hiç kuşkusuz vebaydı.
Özellikle Moğol ve Roma İmparatorlukları döneminde yaşanan veba salgınları imparatorlukların etki alanlarında büyük kırımlara nedeni olmuştu.
Moğol, Çin ve Roma, Konstantinopolis veba salgınları
Moğol imparatorluğunun kurulmasıyla Moğolların Çinlilerin başına getirdiği en büyük felaket olan vebanın Orta Asya’dan Çin’e doğru ilerleyişini sağlayan yolun açılması göründüğü kadarıyla kısıtlı değildi. Veba Moğol egemenliği altındaki Çin’in nüfusunun 23 milyondan 63 milyona doğru sert düşüşünün muhtemelen birincil nedeniydi. (Gerçi bu düşüş o dönemde bile hissedilen yüksek nüfus baskısını bir kaç yüzyıl için rahatlatmıştır). Veba 1346’da ilk defa bir Avrupa kentine Kırım’daki Kufe’ye ulaştı ve bir kaç yıl gibi kısa bir zamanda ordan yayılarak tüm Avrupa’yı kırıp geçirdi. Tıpkı bugün Çin’de başlayıp Önce Avrupa’yı sonra bütün dünyayı etkisine alan koronavirüs salgını gibi..
Vebanın doğrudan ilk insan taşıyıcısı, Cengiz Han’ın birliklerinden doğmuş olan Tatar Altın Orduydu; daha genel anlamda, İpek Yolu boyunca yapılan ve ve Moğol egemenliği altında canlanan ticaret de hiç kuşkusuz yayılma yolarından biriydi.
Gerek vebanın gerek diğer salgın hastalıkların yayılması, dünya üzerindeki karşılıklı bağlantılı olma halinin giderek yoğunlaşmasının ve geleneksel alanları arasındaki sınırların (tıpkı günümüzde olduğu gibi) ortadan kalkmasının bir sonucudur. Böylece mikroplar, onlara karşı henüz bağışıklık geliştirmemiş ekosistemlere girerler.
Akdeniz bölgesinin ilk kez 542’de Konstantinopolis’te ortaya çıkan ve “Justinyen vebası” olarak tabir edilen yıkıcı veba salgınlarına daha 6.ve 8. yüzyıllar arasında maruz kalmaya başlandı. Ancak ortaçağın sonlarındaki veba salgınlarının tersine, bu salgınlar ortak hafıza da yer etmemiştir. Çağımızın tarihçileri, 14. yüzyılda Kara Ölüm’üne kıyasla muhtemelen çok daha şiddetli sonuçları olmasına rağmen, çoğunlukla bunları unuturlar. Bu salgının Akdeniz bölgesinin zayıflamasında ve iktidar merkezlerinin yer değiştirmesinde, Kabil’e doğru göçlere kıyasla çok daha mühim bir payı olduğuna ilişkin pek çok gösterge vardır. William Mc Neill’in işaret ettiği gibi, Roma imparatorluğunun geniş bölgeleri daha MS 2. yüzyılda ard arda gelen salgın hastalıklar sonucu yerle yeksan olmuştur. Bu, Pax Roma’nın dünyaya bir armağanı olan yayılmanın, uzun vadede epidemiyolojik bedelini salgın hastalıklar şeklinde ödediği anlamına gelebilir.
Bununla birlikte, dünya giderek birbirine bağımlı hale geldikçe, istilacıların ekosistemleri ele geçirme tehlikesinin, bir süre sonra sürpriz bir biçimde azaldığı sonucuna varılabilir, çünkü bin yıllar boyunca dünyanın geri kalanından yalıtılmış geniş alanlar artık bulunmamaktadır.
Avrupalı sömürgecilerin Latin Amerika’da yarattıkları ekolojik sosyal yıkım
Sarı humma, grip, kızamık, sıtma
Sömürgeciliğin uzun vadeli ekolojik-sosyal etkileri, çoğunlukla sömürge sonrası dönemde ortaya çıkmıştır. Güney ve Kuzey Amerika daki ilk fetihler, yeni dünyanın keşfi ve sömürgecilerle gelen salgınlar, bilindiği üzere, ilk sömürgecilik hareketleri 1415 yılında bir Portekiz filosunun Kuzey Afrika’daki zengin ticaret merkezi Ceuta’yı ele geçirmesi ve ardından yeni dünyanın keşfi olarak adlandırılan Atlas Okyanusu’ndaki ilk keşifler (Azorlar ve Madeira) ile başlamıştır.
“1492 yılı İspanyol tarihi bakımından fetih yılıdır; hem Granada’nın Müslümanlardan geri alınışı ki yeniden fetih olarak adlandırılır (reconquista) hem de Yeni Dünya’nın keşfi aynı yıl içinde gerçekleşmiştir.
Kolomb, Orta Amerika, Karayipler ve Honduras’taki tüm büyük adalara ulaştı. Amerika’nın yeni bir kıta olduğunu ortaya çıkaran ise İspanya ve Portekiz Krallıkları yönetiminde Yeni Dünya’ya keşif gezileri yapan İtalyan denizci Amerigo Vespucci oldu. Kıtanın da Amerigo Vespucci’nin isminden dolayı Amerika olarak adlandırıldığı ileri sürülmektedir. Bununla beraber Gerardus Mercator adlı bir haritacının da 1538 yılında kıtanın haritasını çizdiği ve tüm kıta için Amerika adını kullandığı da bilinmektedir.
İspanya Krallığı, Kolomb’un bıraktığı yerden devam etmek üzere pek çok denizciyi yeni kıtayı bulmak üzere teşvik etti. Keşif hareketlerini gerçekleştiren İspanyol denizciler, Amerika Kıtası’nda zamanın oldukça gerisinde bir dönemde yaşayan halklarla karşılaştılar. Kendilerini oldukça misafirperver karşılayan yerli halkı barbar, gelişmemiş ve sapkın buldular. Bununla birlikte İspanyollar kıtaya ayak bastıklarında Latin Amerika’da üç büyük uygarlığın varlığı söz konusuydu: Maya, İnka ve Aztek uygarlıkları. Keşif hareketlerinin ardından fetih hareketlerini başlatan İspanyollar ilk fetihlerde önce bu uygarlıkları ortadan kaldırdılar.
Keşfettikleri topraklarda karşılaştıkları uygarlıkları görmezden gelen İspanyolların, fethi meşrulaştırmak için sık sık sarıldıkları sav, onların törenler yaparak insan kurban ettikleri, yamyamlık, sodomi ve ensest uygulamalarına başvurarak, tabii yasaları çiğnedikleri savıdır. İspanyollar bundan dolayı yerlilerin, kıta üzerinde hiçbir hakkı olamayacağını savunmuşlardı. Bu düşünceyle, herhangi bir engel tanımadan fetih hareketlerine giriştiler.
İspanyol fetihleri çok süratli ve acımasız oldu. Fetihler askeri teknolojiye dayanıyordu ve değişik gruplardan oluşan yerli halklar arasındaki düşmanlıktan yararlanıyordu.Bununla beraber yerli halkların ve yerli uygarlıkların direncini kıran bir diğer önemli husus salgın hastalıklarıydı. Avrupalıların beraberlerinde Amerika’ya getirdikleri ve Avrasya’da yaygın olan kızamık, kabakulak, veba, grip ve çiçek gibi hastalıklara karşı Amerikan yerlilerinin hiçbir direnci yoktu. Bu hastalıklar Karayip Adaları’nda yayıldı ve oradan Orta ve Güney Amerika’nın daha yoğun nüfuslu bölgelerine sıçrayarak bazı yerlerde yerel nüfusun neredeyse yüzde 90’ını öldürdü. Dolayısıyla teknolojik üstünlük ve hastalıklar, İspanyolların, Amerika kıtasındaki yerli uygarlıkları kısa sürede ortadan kaldırmalarında önemli rol oynadı.”
(Doğa ve iktidar, Joachim Radkaou)
Kıtada Colomb ile başalayan ilk erken dönem ispanyol sömürgeciliği ve onyedinci ve ve onsekizinci yüzyıllardaki diğer Avrupalı sömürgecilerin tropikal bölgelere taşıdıkları sarı humma başta olmak üzere grip, kızamık sıtma ve benzeri salgın hastalıklarla kıtanın hem demografik yapısını hemde olağanüstü ekosistemini büyük oranda harap etti.
Avrupalılar tarafından Amerika’ya ithal edilen tifüs, çiçek hastalığı, kızamık ve hıyarcıklı veba gibi hastalıklar, fetihin ilk 130 yıllarında yarımkürenin nüfusunun %95’ine kadar azalmasına neden oldu. Bir örnek vermek gerekirse, çiçek hastalığı salgını, 1520’teki ilk İspanyol saldırısının başarısızlığından, Moctezuma’nın ölümünden ve yeni Aztek İmparatoru Cuitláhuac’ın gücü elegeçirmesinden sonraki dönemi altüst eden bir salgın olarak kayıtlara geçti.
İspanyol Tıp bilimi insanlarının ilk gözlemi, bulaşıcı hastalıkların yerli halkı Avrupalılardan farklı şekilde etkilediğiydi. Kolomb’a ikinci yolculuğunda eşlik eden bir doktor olan Diego Alvarez Chanca, bize ilk doğrudan haberi veren ve gribin kızılderilileri Spanish-13’ten daha yoğun etkilediği konusunda uyaran kişidir.
Salgın hastalıklarını inceleyen bilim dalı Epidemiyoloji literatürüyle açıklamak gerekirse, bu dönemdeki Avrupa salgını, bir yandan egzotik patojenleri, yani hastalık yapan madde veya mikroorganizmaları ve diğer yandan da savunmaları olmayan patojenler tarafından enfeksiyon geçiren yeni nüfusları etkilemekle birlikte, yerli bitki örtüsü ve hayvanlarda var olan dinamik dengeyi değiştirdiğini söyleyebiliriz. Yani Avrupa ve Afrika’dan gelen salgın hastalıklar Amerika’ya ve oradan başka taraflara doğru ölümcül dramatik etkiler bırakarak yayılmıştır.
Colomb’un kıtaya gelişinden bu yana neredeyse 550 yıl geçti ve askeri kampanyalar, salgınlar, sömürü, ırkçılık yani yerli nüfusa karşı yapılan bütün suistimaller, kısacası toprakların yağmalanması ve yer değiştirmesi, kıta halklarının nüfuslarını ve kültürlerini büyük ölçüde yok etti. Ama öte yandan aynı halklar, sömürgecilerin getirdiği amansız salgınlara rağmen doğayı yüzyıllar boyunca dengeleyen, onurlu ve alternatif bir yaşamın mümkün olduğunu da gösterdiler.
Bugün, bir iklim ve ekolojik krizin ortasında, biyoçeşitlilik ve doğal kaynaklar açısından en iyi korunan bölgelerin, yerli halkların hala yaşadığı bu bölgeler olduğu ortaya çıkmıştır.
Kimi sözde “farkındalık” çalışmalarında, sömürgecilerin kıtaya getirdikleri ve yerli halkları kırıp geçiren salgın hastalıklar alaycı bir dille, “Amerika’daki çeşitli antik uygarlıklar, 1 492 yılında, çevrelerini tahrip etme sınırına gelmişlerdi ve Yeni Dünya’nın ekosistemlerinin yüzyıllar boyunca korunabilmesi ancak hastalıklara yol açtığı ‘demografik çöküş’ sayesinde olmuştu” şeklinde açıklanmaktadır.
Bütün kıta halklarını kırıp geçiren salgınları, gerçek sahibini perdeleyecek şekilde yorumlayan ve doğal dünyanın korunmasını yalnızca “beyaz adam“dan yana yontan bu yaklaşımla, Haiti ile Dominik Cumhuriyeti arasındaki sınır geçişini, “bu tarafta tozlu, gri, kireçli arazi, diğer tarafta yeşil dağlar, ormanlar ve tarlalar” diyerek açıklayan bir seyahat rehberi, sömürgecilerin şeker kamışı tarımının bedelini, Haiti’nin “ekolojik felaketiyle” ödemiş oldukları sonucuna varır. Dolayısıyla sözde farkındalık adına ekosistemlerin korumacılığına işaret eden bu yanıltıcı yaklaşımları dikkate almamak gerekir.
Yeni yüzyılın “büyük belası” Koronavirüs ve korunması gereken yerli halklar: Küba’da otoriter sistem
20. yüzyılın ikinci yarısında ve 21. yüzyılın başında bile, yerli hareketler ekosistemlerinin ve kültürlerinin korunması için olağanüstü bir direniş gösterdiler. Özellikle Amazon’unun yerli halklarının ekosistemle birlikte var olma direnişi, en önemli hayatta kalma stratejilerinden biri olmuştur. Orman onlara birçok yönden hayatta kalmak için, ölüm ve baskıdan kaçma imkanı veren aşılmaz bir coğrafi alan sağlamıştır.
Ancak şimdi, özgürlükleri belirtilen tüm tehditlerle kısıtlanmaya ve giderek daha fazla azalmaya devam ederken, bu yerli insanlar küresel Covid-19 pandemisinin gelişiyle her zamankinden daha fazla tehdit ediliyor ve onları bir kez daha maksimum güvenliksiz bırakıyor.
21.Yüzyılın modern sömürgeciliğinin insanlığın başına sardığı yeni büyük bela, koronavirüs’le geldi.
Çin’den başlayıp önce Avrupa’ya ve sonra bütün kıtalara hızla yayılan bu biopatojenik insan kırımı, binlerce insana adeta domino taşları gibi yıkıcı bir etkiyle dokunarak, onları çaresiz ve hızlı bir ölüme uğurlamakta. Şimdi evlerine kapanan milyonlarca insan bu bulaşıcı korkunç ölümden kendilerini korumaya çalışıyor. Ancak sorun şu ki, hayatta kalmanın giderek daha da zorlaştığı bu sürece son derece hazırlıksız yakalanan insanlık, devletlerin salgına karşı sergiledikleri otoriter yanlış önlemleri nedeniyle daha da savunmasız hale gelmekteler.
Açık bir iletişim sistemi yerine otoriter sistem
Yeni yüzyılın bu ölümcül salgınının ilk ortaya çıktığı Çin’de, halk ile yönetim arasında açık ve serbestçe bir iletişim sağlanamadı.
“İstatistikleri manipüle ettiler. Komşuların birbirleri hakkında casusluk yapmalarını istediler. Çin Devlet Başkanı Şi Jinping, bunu başka ülkelerde de yapılması gerekenler için tavsiye niteliğinde ‘model’ olarak sunuyor. Ama her şeyden önce bu bir “model” bile değil. Bu, bir acil durum karşısında Çin’in daha önceden hazırlığı, planı yapılmadan olağanüstü önlemler almasıdır, modern tıp bilimi uygulaması değildir.
‘Bu yeni bir virüs ve bunun karşısında kendimizi korumak için önlemler almalıyız’ diyen doktorlar susturulmuştur. Kamu sağlığı serbestçe iletişim halinde olmaya, bilgi paylaşımında olmaya bağlıdır. Bu tip otoriter önlemler bu bilimin inkarı, bireylerin iletişim hakları ile kendilerini savunma fırsatlarının ihlalidir ve gelecekte yaşanacak başka sorunlara da katkı sağlamaktadır.”
(BBC Türkçe-Prof.Frank Snowden)
1.437.932.539 insan nüfusuyla dünyanın %18.49’unu oluşturan bir ülkede koronavirüs nedeniyle ölen insan sayısının yalnlızca 3.300 kişi ile stabilize edilmiş olması kimi matematikçi yaklaşımlar için hafifletici ve şükredici bir rakam olarak algılansa da, 3.3000 insanın yaşamının korunamaması insanlık ailesi açısından yine de büyük bir kayıptır.
Sosyolojik olarak baktığımızda ise, Çin’in bu salgını az sayıda bir kayıpla atlatmış olmasını tek başına otoritarizmle açıklamak da yeterli olmayacaktır kanaatindeyim. Bu durumu Çin’deki aile bağlarına dayalı disiplinli iş ahlakı ve çalışma prensipleriyle de ilişkilendirmek gerekiyor sanırım. Günümüzde “Konfüçyen kapitalizm” olarak da adlandırılan bu çalışma prensibi ve iş ahlakı, başta Çin olmak üzere, doğu devletlerinin mali ve iktisadi çıkarlarını korumak için bireylere empoze ettikleri “disiplin”, “kolektivizm” ve “sosyal hümanizm” gibi Konfüçyanist eğitim ve liyakati teşvik eden, (özelikle de baskıcı Maoist devlet geleneğinin karakterize ettiği), otoriteye saygıyı öğütleyen “ahlakçı disiplin” kültürünün de payı olduğunu belirtmem gerekiyor.
Küba da Çin modelini uyarlamakta gecikmedi. Bir taşla iki hedef: koronavirüse ve iç muhalefet’e karşı, “Devrimci Gözetim Sistemi”
Küresel korona krizi ile birlikte bütün Neo-Liberalist devletlerin evlere hapsettiği milyonlar, devletlere, baş döndüren yeni teknolojileri yardımıyla, gözetlemeye dayalı kontrol sistemlerine “özel misyonlar” yüklemeleri için uygun bir fırsat yarattı. Küba devlet otoritesi de benzer bi şekilde bu sürece kendi iç sorunlarını ve daha çok ta muhalif kesimlerin hareket alanlarını kısıtlamak için “devrimci (!) gözetim sistemi” ne, yani o eski baskıcı, tasfiyeci fabrika ayarlarına dönüyor.
COR, hedefleri kuruluşundan bu yana tanımlanmış ve koşullar değişmiş olsa bile o eski parlak “devrim ve kahramanlık” yıllarının gizlediği, “bilinmeyen Castroist despotizmi” yeniden işlevli kılmak üzere programlanıyor. Böylece karanlık bir dönemin anıları, yeni kurbanlar dönemiyle aralanmış oluyor…
Devrimci Gözetim Sisteminin başına usta başı olarak atanan genç diktatör Gerardo Hernández 1hükümetinin bir STK olarak sunduğu örgütün tasarımlarını açıkça şöyle ortaya koyuyor: “Kolektif bir devrimci gözetim sistemi kuracağız” …“Emperyalizmin saldırganlık kampanyaları2karşısında, adada yaşayan herkesin, her kişinin kim olduğunu ve ne yaptığını bilen, devrimci kolektif uyanıklık sistemini uygulayacağız”
Küba sivil toplum örgütleri, COR’U “vatandaşların özel hayatına müdahalenin cezasız kalacağı”, yaşamları üzerinde “kontrol işlevi” görecek bir baskı aracı olarak tanımlamaktalar..
Parti devleti Küba’nin beyaz önlüklü ithal köleleri: doktorlar
Koronavirüsle birlikte Küba’nın seçkin doktorları İtalya’ya yardıma koştular. Ağırlıklı olarak turizm başta olmak üzere, şeker, nikel, kobalt, tütün, biyotıp ürünleri, deniz ürünleri, rom ve narenciye ihracatı gibi temel gelir kaynaklarına dayalı Küba ekonomisinde, küresel Koronavirüs en önemli döviz kaynağı olan turizm gelirlerini bloke etmiş oldu. Böylece Küba Parti Devleti, alternatif bir çözüm olarak her zaman turizmle yan yana yürüttüğü yedekteki parlak gelir kaynağını “devrimci doktorları” yoğunlaştırılmış bir ihtiyat ve propaganda ile allayıp pullayıp, günün en hayati ihtiyacına parlak bir cevap olarak dünya piyasasına sürdü.
Bu durum Küba’nın koronavirüse karşı “enternasyonal dayanışma” mı, yoksa yeni bir “ithal doktor turizmi” mi sunduğu üzerine, soruları da gündeme getirdi. Peki, insanlarda yanıltıcı bir hayranlık duygusu yaratan bu, “kahraman-laştırılmış ‑doktorlar” nasıl bir algı operasyonunun sonucuydu?
Yanıtını Kübalılardan alalım:
“Oysa Küba’daki doktorlar, yaşanan hümanizm ve dayanışma için temel koşullardan yoksundur ve bu, insan için içkin bir durumdur.”
Koronavirüs gürültüsünün ortasında, resmi Küba medyası, Kübalı doktorların hümanizmini ve dayanışmasını vurgulamak için diğer ülkelere misyonlar göndermeye devam etti. Kampanya, Küba’nın içinde ve dışında, Küba hükümetinin Brezilya’daki “daha fazla doktor” programına atadığı 8,332 doktorunu geri çektiği 2018’te gerçekleşen tartışmayı yeniden canlandırdı.
Böyle hassas bir konuyla ilgili tartışma, her şeyden önce, insanı kendi başına bir son olarak değil, diğer amaçlara ulaşmak için bir araç olarak yerleştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu yaklaşım iki farklı gerçeği ortaya koymaktadır :
Bir yandan : Küba sağlık sistemi her yıl çoğu ülkeden daha fazla sayıda doktor yetiştiriyor, bu da bu uzmanlığın sosyal refah için önemi nedeniyle takdire şayan. Akrabalarından ayrılan on binlerce Kübalı doktor, gönüllü olarak yaşamları riski altında gezegenin en uzak köşelerine gitti. Bu davranışın değeri kuşkusuz Küba içindeki ve dışındaki insanlar tarafından alkışlanıyor ; bu, doktorlarımız hakkında çok şey söylüyor ve dünyada yansıttıkları olumlu imajı açıklıyor.
Öte yandan: diğer ülkelerden gelen doktorların aksine, Kübalılar sadece Küba hükümetinin bir devlet Ajansı tarafından seçildiklerinde, işe alındıklarında ve gönderildiğinde göreve devam ederler; yani, ne zaman, nerede ve hangi koşullar altında gideceklerine kendileri karar vermezler. Maaşları, onları kiralayan devlet tarafından toplanır ve bu da kazanılan paranın yaklaşık dörtte üçünü tahsis eder. Kübalı doktorlar da – nadir istisnalar dışında- aileleriyle birlikte seyahat edemiyorlar, evlerinden uzun süreli ayrımlar pahasına. Her ne sebeple olursa olsun, misyonları terk etmeye karar verenler, firari olarak sınıflandırılır ve sekiz yıl boyunca ülkelerine dönmeleri yasaktır; başka bir deyişle, bir ordunun bir parçasıdır.
Küba siyasi-ekonomik modelinin doğasından habersiz herhangi bir izleyicinin kendisine sorabileceği soru şu: neden gitmek zorunda değilse, reddetmek yerine bu koşullara boyun eğmeyi kabul ediyor ? Cevap temeldir. “Gönüllü olarak” gidiyorlar, ancak bu “irade” bir gerçeği gizliyor: Küba’da kaldıkları süre boyunca aldıkları maaşlar, ülkenin en yüksekleri arasında olsa da yetersiz.
Kendi evlerini satın alma veya inşa etme, bir ulaşım aracı edinme veya ev aletleri satın alma özlemleri, maaş ve fiyatların olumsuz oranı nedeniyle bu tür doktorlar için imkansızdır. Çıkarlarını savunmak için devletten bağımsız gerçek sendikaları veya diğer dernekleri yoktur. Buna ek olarak, reddetme, gönüllü olsa bile, sonuçları vardır. Küba sağlık sistemi tamamen devlet tarafından yönetiliyor ve herhangi bir reddetme ciddi zorluklara yol açabilir. Küba doktorunun bu özerklik eksikliği, devletin salgın hastalıklar ve doğal afetler gibi fenomenlere derhal müdahale etmek için dünyanın önünde büyük bir kapasite göstermesini sağlar. Yani, dayanışma nedenlerine ek olarak, kendilerini bu kadar açık bir şekilde göstermeyen başkaları da var; ancak bu aynı doktorlardan bazıları görevlerini terk ettiğinde, yüksek bir bedel ödemeye hazır olduğunda dağılır: firari olarak adlandırılmak ve çocuklarının, ebeveynlerinin, eşlerinin, kocalarının veya basit arkadaşlarının sekiz yıla kadar olduğu menşe ülkelerine geri dönememek. Küba hükümetinin Brezilya’da sahip olduğu doktorları geri çekmeye karar vermesiyle ve yaklaşık dörtte biri geri dönmemeye karar verdiğinde büyük bir örnek oluştu.
Bu noktada, görünüşte açıklanamayan bir gerçekle karşılaştık. Kübalı doktorlar hümanizm ve Dayanışma için bir ön koşuldan yoksundur: İnsan için içkin olan ben ve haysiyetten.. Bir kavram olarak, haysiyet, birinin ne düşündüğü ile ne yaptığı arasındaki ilişkiyi ifade eder, herhangi bir dış güç tersini zorlayamaz.
José Martí bu tezi ustaca bir cümle haline getirdi: “Cumhuriyetimizin ilk yasasının, insanın tam onuru için Kübalılar için bir ibadet olmasını istiyorum”. Ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ilk makalesi de bunu içerir : “tüm insanlar özgürlük, onur ve hakları bakımından eşit doğarlar”. Önce ne gelir, insan mı yoksa ideoloji mi ? Küba durumunda, cevap açıktır: ideoloji, her şeyin tabi olduğu nihai bir hedeftir.
Küba devleti, doktorların kiralanmasından iki büyük temettü elde etti: devlet modelinin verimsizliğini kısmen değiştirmek ve tüm dünyada hayat kurtarmaya hazır doktorların imajını dünyaya satmak. Doktorların Brezilya’dan çekilmesi ve Bolivya ve Ekvador gibi diğer ülkelerle yapılan anlaşmaların kırılması, doktorları covid-19 ile savaşmaya göndermenin istenen etkisine rağmen yeni büyük keşiflerle değiştirilemez.
Bugün, sürdürülemez bir ekonomik model ve onu değiştirmek için siyasi irade eksikliği nedeniyle, profesyonel hizmetlerin ihracatı, ülke için ana gelir kaynağı olmasa da, biri haline geldi. Bu hizmetler için – özellikle tıbbi – Küba rejimi yılda milyarlarca dolar aldı; şeker, nikel ve diğer ürünlerin ihracatından daha kazançlı bir faaliyet, ancak gerçeklerin gösterdiği gibi sürdürülebilir değil.
Küba, yurtdışındaki doktorların varlığını artırabilir, ancak modern kölelik koşullarında değil. Bu nedenle, tüm sağlık çalışanlarının ve nüfusun destekleyeceği radikal bir değişime ihtiyaç vardır: diğer ülkelere serbestçe seyahat etmek için işe alınabilirler veya teklif edilebilirler ve devlet aldıkları ücretlere vergi uygulayabilir.Bu önlemle doktorlar, Akit ülkeler ve Küba devleti kazanacaktır.Ve her şeyden önce, hümanizm, dayanışma ve haysiyet arasındaki kabul edilemez ayrım kırılacaktır”
Dimas Castellanos, Diario de Cuba
Kuşatılmış halklar: Amazon yerlileri, son durum…
Etrafı koronavirüs, silahlı şiddet, sel taşkınları ve petrol sızıntılarıyla kuşatılmış halklar: Amazon Yerlileri…
“Hayvanlar öldü, avlanamadık, balık tutamadık, hepsi nehirlerde öldü ve mahsullerimiz mahvoldu”
Ekvator Amazonu
14 Şubat 2011’de, Ekvador, Sucumbíos Eyaleti Nueva Loja Mahkemesi’nden Yargıç Nicolás Zambrano, 2001’te Texaco’nun hisselerini satın alan Kuzey Amerika ulusötesi şirketi Chevron’un 1964 ve 1990 yılları arasında Ekvador Amazon’da neden olduğu kirlilikten suçlu olduğuna karar verdi.
Texaco, o yıllarda ormandaki bir milyon hektarlık bir imtiyazdan yararlandı ve birçok uzman tarafından Nisan 2010’da Meksika Körfezi’ndeki British petrolün neden olduğu dökülmeden on kat daha büyük bir ekolojik felakete neden oldu. Hakim, petrol şirketinin neden olduğu hasar için 8.646 milyon dolar ödemesi gerektiğine ve ayrıca Çevre Yönetimi Yasası’nın dayattığı 10%u 9.150 milyon dolara çıkarması gerektiğine karar verdi.
Ahlaki açıdan, yargı, Chevron-Texaco’nun işlenen suç için mağdurlara “kamu özür dilemesi” gerektiğini ve bunu yapmayı reddederse iki kat ödeme yapması gerektiğini belirmişti. Ancak aradan geçen 16 yıl sonra bu kararın gereğinin yerine getirilmesi beklenirken bölge yeni imtiyazlar geldi. Her şey, Ekvador devletinin Orta ve büyük madencilikte (metal ve metal olmayan) ilk keşif aşaması için Ulusal Madencilik şirketine (Enami EP) iki madencilik imtiyazı verdiği 3 Mart 2017’de başladı.
Magdalena Nehri adı verilen proje-Magdalena 1 ve Magdalena 2 imtiyazları ile — Imbabura eyaletindeki Cotacachi Kantonunun Llurimagua sektöründeki koruyucu orman Los Cedros’ta yer almaktadır. Bu ormanın %68’ini temsil eden yaklaşık 3,568 hektar kiralanmaktadır.
Succumbíos eyaletindeki Gonzalo Pizarro bölgesinin Panduyacu kichwa yerli topluluğu Başkanı Holger Gallo, topluluğunun geçmişte bazı dökülmelerden muzdarip olduğunu, ancak bu büyüklükte bir şey görmediğini söyledi. “Farkındalığı artırmak ve bu çevresel talihsizliği kabul etmek için yetkililere ihtiyacımız var. Koka Nehri harap oldu, Nisan 8 sabahı topluluktan bazı arkadaşlar ölü balık topladı” diyor Gallo.
Covid-19 medeniyle ilan edilen “evde kal” uygulaması nedeniyle Kichwa topluluklarının şehirlere çıkması mümkün değil.
Yerli Kichwa halkının ana besin kaynağı olan balık, petrol sızıntısı nedeniyle artık zehirlenmiş durumda. Kichwa’lı balıkçılar, “Petrol her tarafta. Sorumlu olanların tanımlanmasını ve çevresel iyileştirmeyi ve etkilenen doğanın restorasyonunu istiyoruz” diyor
IUCN Güney Amerika için su programı Koordinatörü Emilio Cobo ise, petrol sızıntısının Amazon Nehri’ne ulaşmasının engellenmesi gerektiğini söylüyor. Cobo, bugün Coca ve Napo nehirlerinde yaşanan şeyin, San Rafael şelalesinin çöktüğü zamandan beri Ekvador hükümeti tarafından bilinen bir durumdan geldiğini ve bunun “ihmal” sonucu olduğunu söylüyor.
31 Mart’ta yayınlanan bir bildiride, Amazon Havzası yerli örgütleri Koordinatörü (COICA), üye ülkelerin hükümetlerine sağlık önlemlerini almak ve yerli halkların özel durumuna uygun olarak acil durum planları hazırlamak için acil bir çağrı yaptı. Bölgesel yerli örgüt tarafından önerilen önlemler arasında, özellikle bu topluluklara ait olmayan insanlar için, yerli halkın turizm yerlerine veya kalabalıkların bulunduğu yerlere erişimini sınırlamanın yanı sıra, yerli bölgelere giriş ve çıkışın sıkı bir kontrolü yer almaktadır. Ek olarak, koronavirüsün olası salgınlarıyla başa çıkmak için özel planların hazırlanması için önerilerde bulundular.
Ekvator Amazon’unun Yerli Halklar Konfederasyonu — Confeniae, en büyük zorluklardan birinin barınaklardaki toplumsal yaşam biçimleri olduğunu anlamıştı. Bu nedenle, topluluk istasyonları ve WhatsApp mesajları yoluyla yayılmaya çalışılan ve Amazon boyunca konuşulan düzinelerce dile çevrilen önlemlerden “meclislere ve mingalara katılmamak, aynı kaseden yemek ve içecek paylaşmamak ve günde birkaç kez el yıkamak” gibi pratik önlemlere özellikle dikkat çektiler.
Buna ek olarak, Ekvador hükümetine köylere içme suyu ve tıbbi malzeme tedarik edilebilmesini sağlamak için çağrıda bulundular.
Ekvador Amazon’daki Sarayaku’nun kichwa lideri Patricia Gualinga, Sarayaku ve Papayaku’daki şiddetli yağışlardan yaklaşık 3 bin yerli halkın etkilendiğini açıkladı. Confeniae ise yayınladığı koronavirüs önlemleriyle ilgili açıklamasında “diğer popülasyonlardan gelen bu bireyler de virüsü kapmış olabilir ve henüz bilmiyorlar” diyordu. Ekvador’da şu ana kadar 1211 onaylanmış vaka var, ve bu nedenle, Ekvator Amazon’unun Yerli Halklar Konfederasyonu, yerli halkın da topluluklarına girmeye karar vermeden önce koronavirüs testleri yapmaya öncelik vermesini talep etti. Buna ek olarak, Ekvador hükümetine köylere içme suyu ve tıbbi malzeme tedarik edilebilmesini sağlamak için çağrıda bulundu.
“Kendimizi Savunma Hakkımız Var”
Geçtiğimiz Şubat ve Mart aylarını kapsayan Ekvator Amazon’u yolculuğumun ana güzergahları olan Puyo- Santa Clara Aki Piatua nehri, yaşayan orman Saryaku ve Yasuni’de görüştüğüm yerli liderler ve yerel halk, bölgenin hidroelektrik, petrol ve madencilik tarafından tehdit edilen nehirlerinin, Amazon’un yıkılmasının ana itici güçlerinden biri haline gelen Ekvador hükümetine karşı önemli bir mücadele olan korunan alanlar (ZAD’lar) ilan edilmesini talep ediyorlar. Bu nedenle, yerel halk “kendimizi savunma hakkımız var” diyor. Özellikle son yolsuzluk davası göz önüne alındığında “adaletin Piatua Nehri’ni satması adil değil ” diyen yerli halk, suyun kendileri için ve yaşayan her canlı için doğal bir hak olduğuna vurgu yapıyor.
Bu nedenle bölge halkı, bir yandan madencilik şirketlerine ve üç petrol kuyusuna imtiyazların bulunduğu bölgelerde sürdürülebilir, kendi kendini organize eden doğa sporları ve kültür turizmi gibi projelere yönelirken bir yandan da “bölgenin imtiyaz kapısı olarak aralanan hidro elektrik ve petrol projelerinin tümüyle sona erdirilmesi” için mücadele ediyorlar.
Brezilya Amazonu
Şimdiye kadar, yerli sağlık özel Sekreterliği (SESAI), yerli topluluklarda dört şüpheli koronavirüs vakası bildirmiş. Bağımsız bir çevre gazeteciliği portalı olan Mongabay’a göre, bunlardan biri Brezilya’nın Atalaia do Norte kentinde Marubo’da, Rio de Leticia, Kolombiya’ya şehrine dört saat uzaklıkta yaşıyor ve rehber olarak çalışıyor. Hasta, Brezilya, Peru ve Kolombiya sınırındaki bir grup Kuzey Amerikalı ile temas halindeymiş. Testleri 1,138 kilometre uzaklıktaki Manaus’a götürülmesi birkaç gün sürecek. Rehber, Brezilya’nın en önemli orman şehirlerinden birinde yaşayan 2.500’den kişiden biri olarak bilinmektedir.
Başkan Jair Bolsonaro’nun korunan alanları sona erdirerek Amazon’u “mega üretken” hale getirme konusundaki sürekli tehditlerine bugün koronavirüs tehdidi de eklendi.
Brezilya yerli halklarının koalisyonu (ABIP), “yerli toprakların kara avcıları, yasadışı işgalciler, madenciler ve kaydediciler tarafından işgal edilmesine
karşı çıkılması” çağrısında bulundu.
Brezilya Amazonunda yerli bir toplulukta yaşayan bir kadında COVİD-19 enfeksiyonunu doğrulayan 1 Nisan 2020’deki haberler, bu pandeminin yerli halk için, hatta izole Amazon popülasyonları için felaket sonuçları doğurabileceğini gösteriyor. BM’ye göre, 50 yaşın üzerindeki yerli halkın yüzde 35’inden fazlası tip 2 diyabet hastası olduğu için özellikle savunmasız. Buna ek olarak, yerli halklar yüksek düzeyde anne ve bebek ölümleri, yetersiz beslenme, kardiyovasküler hastalıklar ve sıtma ve tüberküloz gibi diğer bulaşıcı hastalıkları yaşamaktalar.
Koronavirüs riskine aldırmadan hala temassız yerli kabilelere ulaşmaya çalışan Misyoner Evangelistler
Jair Bolsonaro Hükümeti tarafından desteklenen bir Amerikan Evangelik Örgütü, koronavirüse karşı savunmasız yerli halkı kirletme riskine aldırmaksızın Amazon’un uzak bölgelerine doğru seyahat etmeye devam ediyor.
Arizona merkezli ve “yeni kabileler misyonu” olarak da adlandırılan Amerikan Evangelik misyoner Örgütü “Ethnos360”, Amazon’daki her kabileyi dönüştürmeye çalışıyor. Bu misyon için on yıl çalışan Ricardo Lopes Dias’ın, geçen Şubat ayında, yerli halkın korunması için Brezilya Devlet ajansı Funai’nin Başkanı olarak atanması tartışmalara yol açtı. Örgüt, geçen yıl bağışlar sayesinde satın alabildiği helikopterle “Ethnos 360” yeni izole kabilelere ulaşmaktan gurur duyuyor…
Brezilya haber dergisi Epoca, 2017’ten başlayarak Yeni Kabileler Misyonunun tanıtım videolarının dolaşmaya başladığını, ve 66 helikopter için bağış topladığını açıkladı. Bir pilot, Jeremiah Diedrich, yeni kabileler misyonunun uçağı neden istediğini şöyle açıklıyordu: “Batı Brezilya’nın bu kısmı, dünyadaki en yüksek temassız insan gruplarının yoğunluğuna sahip olarak Survival International tarafından listeleniyor… Güney Amerika’nın tamamında en karanlık, en yoğun, ulaşılması en zor yer. Bu yüzden bir helikoptere ihtiyacımız var.”
Survival International, Ethnos360 girişimine şiddetle karşı çıkıyor. Survival Savunma Direktörü Fiona Watson, Mongabay, “Yeni kabileler misyonunun, temassız kabileleri bulmak için bir helikopter kullanma planı tehlikeli ve sorumsuz. Açıkça bu yerli halkların Yalnız kalma arzusuna saygı gösterme niyetleri yok. Teması zorlamak için herhangi bir girişim, onları ölümcül hastalıklarla enfekte etme riskini taşır. NTM’nin son 60 yıl içinde Güney Amerika’daki zorla temasların korkunç tarihi, birçok temassız halkın ölümü ve yok edilmesiyle sonuçlandı ve bu savunmasız kabilelerin yakınında herhangi bir yere izin vermemek için keskin bir uyarı olarak anlaşılmalıdır. Brezilya hükümeti NTM’nin soykırım planlarını durdurmak için şimdi harekete geçmeli”, diyor.
Bu kabileler, kızamık veya grip gibi yaygın hastalıklara karşı çok savunmasız. São Paulo Federal Üniversitesi’nde bir halk sağlığı uzmanı olan Dr. Douglas Rodrigues, “herhangi bir bulaşıcı hastalık bu yerliler için felaket olabilir” diyor.
Kolombiya Amazonu
Bir haftadan daha kısa bir süre önce, San José del Guaviare (Kolombiya) kasabasından 20 dakika uzaklıktaki Bonita çiftliğinde bulunan yerli etnik Nukak halkı, 2005’te silahlı şiddet hareketleri nedeniyle sığındıkları ormanın derinliklerine dönmeye karar verdi. Bu kez, mikroskobik ve sessiz bir düşman olan koronavirüs’ten kaçmak için…
Bu, Nukakların bir pandemiden ilk kaçışı değil. 30 yıl önce, dokunulmamış bir kasabada yaşarken, 1988’te sakinlerinden 40’ı, bir grip salgınında öldü. Bu nedenle bu yeni salgından korunmak ve tıbbi bakım için Guaviare bölgesindeki ormana (Corregimiento de Calamar) gitmeye karar verdiler.
Kolombiya’daki Nukak’lar gibi, Embera topluluğunun insanları da 25 Mart’ta Kolombiya’da başlayan zorunlu karantinaya uymaya hazırlanıyordu, ancak bölgedeki FARC gerillaları ile paramiliter güçlerin çatışmalarından kaynaklı riskli güvenlik koşulları, onları evlerini terk etmeye ve ormanın derinliklerindeki sığınaklarda kendilerini korumaya zorladı.
ONIC — Kolombiya Yerli Halklar Konfederasyonunun 5 Nisan’da Twitter hesabından paylaştığı bir videoda bu grupların Embera nüfusunu çapraz ateş hattında bir insan kalkanı olarak yerleştirdiğini ve onları bir alanda toplu hapsetmeye yönlendirdiği görüntüler yer almaktaydı. ONIC sözcüsü Luis Kankui ise, yaptığı video açıklamada, “Chocó’nun bu bölgesinde yaşayan Embera halkının hayatını korumak için acil insani yardım çağrısında bulunuyoruz” diyordu. Yine aynı Twitter hesabından paylaşılan bilgilere göre, 3 Nisan Cuma gecesinden bu yana gerilla grubu ile paramiliter arasında çatışma vardı ve hatta 10 ailenin yaşadığı Nueva Jesuralén kasabasında 37 parçalı el bombası patlatılmıştı.
Ayrıca, topluluğun bölgedeki nehirlerde harekete geçirdiği teknelerin “bu grupların üyeleri tarafından hareketsiz hale getirildiğini” ve çok az sayıda sakinin “küçük çocuklarını ve yaşlıları dağlarda sırtlarında taşıyan uzun yürüyüşler yapma seçeneğine sahip olduğunu” iddia ediyorlar.
Federasyon, koronavirüsün neden olduğu sağlık acil durumundan dolayı ülkenin yerli ve afro toplulukları için bu kritik zamanlarda hayata saygı talep etmek için insani yardım kurumlarından yardım istedi. ONIC sözcüsü Luis Kankui Twitter hesabından yaptığı açıklamada, “S. O. S. bu, Chocó’nun Emberas köylerinde geçen sert gerçekliktir. Pandemiden korunuyorlar, mermilerden kaçıyorlar ve yardım etmesi için dünyaya sesleniyorlar ” diye yazdı. Embera topluluğu, 25 Mart’ta Kolombiya’da başlayan zorunlu karantinaya uymaya hazırlanıyordu, ancak çatışmalı güvenlik koşulları onları evlerini terk etmeye ve ormanda kendilerini korumaya çalışmaya zorladı. Luis Kankui’nin verdiği son bilgiye göre, “Birçok aile çapraz ateş altında orada kalmaya devam ediyor, sadece 37 Aile La Piñita topluluğuna kaçmayı başardı”
Şimdiye kadar Kolombiya Amazondaki yerli halk topluluklarından koronavirüs’ten etkilenen olduğunu gösteren hiçbir çalışma yok, ancak Kolombiya Amazon’da tamamen tecrit altında yaşayan en az 75 yerli topluluk bulunuyor ve sakinlerinin bağışıklık sistemi hastalığa karşı çok daha savunmasız.
Peru Amazonu
18 Mart’ta Peru ormanının gelişimi için etnik gruplar arası dernek olan AIDESAP, Amazon Pastaza Quechua Yerli Federasyonu liderlerinden Aurelio Chino’nun Hollanda’ya yaptığı bir geziden sonra yaptırdığı test sonucunun pozitif çıktığını duyurdu. Yerli lider Aurelio Chino, şu anda ülkenin Kuzey ormanında Tarapoto şehrinde bir hastanede tedavi edilmekte.
Bu, yerli bir bölgede bilinen ilk koronavirüs vakasıydı. Peru’nun 55 yerli halkına sahip olduğunu ve 51’inin Amazon bölgesinde olduğunu düşünürsek, bulaşma riskleri abartı değildir.
Bir açıklamada, 15 yerli halkı temsil eden “Doğu Yerli Halklarının Bölgesel Örgütü”, uluslararası işbirliği ve yardım çağrısında bulundu “böylece topluluklar onları en yakın sağlık noktalarına taşımak için yakıtı karşılayabilecek”. Organizasyona göre, bazı barınaklar bir sağlık merkezinden ve diğer yerlerden tekneyle en az altı saat, hatta üç gün uzaklıktadır.
COVİD-19’a karşı sosyal dayanışma ve sosyal grev
Koronavirüs salgını, genellikle milliyetçi ve ırkçı bir mantığa cevap veren baskıcı ve otoriter tepki dalgalarını tetikledi.
Koronavirüs hakkındaki haberler ve yanlış bilgiler yeni yıldan sonra yayılmaya başladığında, Çin’li ve Asyalılara yönelik ırkçılık ve yabancı düşmanlığı artışıyla başa çıkma ihtiyacı hakkında konuşmaya başladık.
Geçtiğimiz haftalar boyunca, bir düzineden fazla Avrupa ülkesi ve Avrupa Birliği, yeni seyahat kısıtlamaları ve sınır kontrolleri uyguladı. Yıllarca popülist yabancı düşmanlığı ve giderek artan Avrupa Birliği karşıtlığını yansıtan bu önlemler, aşırı sağcı politikacılar tarafından selamlandı. İtalya’da, Kuzey Ligi’nden Matteo Salvinio, “göçmenlerin virüsün varlığının teyit edildiği Afrika’dan inmesine izin vermenin sorumsuzluğu” olduğunu söyledi. Avrupa Parlamentosu ve Fin Partisi üyesi Laura Huhtasaari, “pandemi sınırlara duyulan ihtiyacı doğruladı” diyerek, “küreselleşme çöküyor” şeklinde yorumladı. Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, “biri göç olarak adlandırılan ve diğeri koronavirüse ait olan iki cephede bir savaş yürütüyoruz. İkisi arasında mantıklı bir bağlantı. var.” diyerek, yabancıları ve göçmenleri Macaristan’da virüsü yaymakla suçladı.
Kanada’da Pan-Asya Kolektifi, Montreal’de bu hafta iki Koreli erkek bıçaklandığını belirten ve Güney Kore Konsolosluğu Korelilerden bu dönemde dikkatli olmalarını isteyen bir uyarı yayınladı. Geçen ay, Montreal’de bir Kore restoranı olan GaNaDaRa iki kez soyuldu. Bu uçuşların ırksal olarak motive olup olmadığı henüz belli değil, ancak Montreal’deki Asyalılar gerginliğin yükseldiğini açıkça hissediyor. Buna ek olarak, son haftalarda bir dizi heykel ve kültürel sembolün tahrip edildiği Montreal’in Çin mahallesinde nefret suçları işlendi ve en az üç Budist tapınağına saldırılar düzenlendi.
COVİD-19 krizine ilk devlet dışı yanıt, Kira grevi
Kanada’da ‘Kira Grevcileri’, sosyo-ekonomik taleplerini bir deklarasyonla ilan ettiler. Kuzey Amerika genelinde topluluklar çok sayıda karşılıklı yardım ve Dayanışma ağları kurdular. Aynı zamanda, farklı topluluklar engellere rağmen kendilerini organize ettiler. Örneğin, Laval’daki göçmenler için cezaevinde gözaltına alınan kişiler tarafından başlatılan açlık grevini ve Kuzey Amerika’daki mahkumların “kurban” olarak kabul edildikleri koşulları göz önüne almayan düzenlemeleri kabul etmeyi reddeden çeşitli girişimleri de not edelim. Yunanistan, Almanya, Fransa, ve İngiltere’de göçmen dayanışma ağları başta olmak üzere, pek çok sosyal grup, koronavirüse karşı alternatif sosyal dayanışma kampanyaları başlattı. Örneğin Fransa’daki “evde kal” uygulamasında, yalnız yaşayan yaşlı insanların acil bir yardıma ihtiyaç duyduklarında hızlı bir iletişim kurmaları için pencerelerine “kırmızı bez “ asmaları için, uygulamalı ve örnek bir çağrı başlattılar. Yine ayrıca Paris, Bordo ve Nantes gibi alternatif sosyal dayanışma organizasyonlarının bulunduğu şehirlerde işgal evleri, kollektif fırın ve mutfaklar, hijyenik ve sosyal mesafeyi koruyarak, yardıma ihtiyacı olan insanlara ulaştılar. Ücretsiz ekmek, yemek, maske ve hijyen malzemeleri dağıttılar.
Kaybedilen hayatlar ve sosyal etki
Virüsün kaybedilen ve kaybedilecek olan sayısız hayatlara mal olacağı doğru olsa da, sosyal etkinin de büyük olacağı beklenmelidir.
Egemen toplumsal düzenin şimdiye kadar bildiği en büyük krizlerden biriyle karşı karşıyayız. Öyleki, hayatta kalmak her kes için nerdeyse bir şansa dönüşürken, sistemi haklı çıkarmaya çalışan ideolojik temel, insanoğlunun yaşadığı ve tamamen sömürgeleştirdiği bir gezegende, hızla büyüyen ekolojik bir felaketin kanıtı olarak çökmekte.
Bu kaçınılmaz çöküşte gezegenin dostlarının tek tek bireyler ve gruplar olarak gezegenin geleceği için hayatta kalmaları ne kadar hayati bir önemde ise, sistemin insanların yaşamlarından çok, kendi geleceği için ve tamamen olası bir “iç güvenlik tehdidi” nedeniyle başlattığı,“evde kal” sıkıyönetimine ve yaratacağı olası semptomlara karşı nasıl cevap verileceği ve ne şekil de organize olunacağı da bir o kadar hayati önem taşımakta. Öyle ya, ölümcül bir virüsten korunmak adına hayatlarımızı “otoriter kontrol sistemleri”ne emanet edip, her gün katlanarak devam eden mevcut diğer hayati sorunlarımızdan kendimizi bu şekilde daha nereye kadar yalıtabiliriz?
Dolayısıyla korona krizi ile sosyal mücadeleler arasında ortaya çıkan paradoksal durum, mutlak sürgit bir hareketsizlik olarak kabul edilmemeli. Tam tersine, bütün kıtaları etkisine alan bu ölümcül virüs’ü yalnızca bir sağlık sorunu olarak görmeyip, yarattığı bu tarihsel sosyal duruma kaynaklık eden sorunlu insanlığımızla yüzleşmek için bir fırsat olarak değerlendirmeliyiz. Kısacası ve özcesi bu küresel krizi, kıtalar arası etkin bir DAYANIŞMA ile ekosistemle yüzleşen nihai küresel bir mücadeleye dönüştürmeliyiz.
Sağlıcakla ve dayanışma ile kalın!
Fotoğraf : Sadık Çelik, Amazonlar, 2020.