28 Mart 2018 günü, Bordeaux üniversitesinden şu notu yazıyordum : “Devlet sansürü ve şiddetini yıllarca yakın mesafe yaşamış muhalif biri gazeteci olarak geldiğim “özgürlükler ülkesi” Fransa’da da, aktif ve aktivist gazetecilik yapmanın bir bedeli varmış…”
Bildiğiniz gibi Fransa, Macron dönemi ile birlikte yeni bir baskıcı “kapitalist restorasyon” dönemini yaşıyor. Fransız halkının emekle mücadele ile kazandığı hak ve özgürlüklerini hedef alan bu dönem, Fransız öğrenci işçi ve emeklilerin hakları başta olmak üzere, Fransa’da yaşayan göçmenlerin sosyal haklarını da hedef almakta. Genel ekolojik sosyal sorunların kaynağı olan Kapitalizm, yer küre için her gün daha fazla çözümsüz sorun üretmekten başka bir güce ve yeteneğe sahip değil artık.
Kapitalizmi besleyen bütün yer yüzü kaynakları artık bir daha kendi kendini yenileyemeyecek bir evrenin içinde ve devletler kendi yarattıkları bu endüstri bataklığının içinde debelenip durmaktalar. Avrupa devletlerinin o çokça övündükleri “ekonomik sosyal zenginlik ve refah toplumu” safsatası, kapitalizmin kendi iç dinamizmi açısından da bir şey ifade etmiyor artık. Sonuç olarak, bugün bütün Avrupa devletleri bu çıkmazın içinde kendileri için en güvensiz ve en çaresiz bir yolda, halka karşı uyguladıkları baskı, şiddet ve yasaklalarla ayakta kalma telaşı içindeler. Ancak ne şaşalı medyatik seçim kampanyaları ne parlamentolarına seçtirdikleri “eğitimli genç ve dinamik” liberal iktidar elitleri ve ne de onların ellerine tutuşturdukları “reform paketleri” Avrupa devletlerinin ekonomik ve sosyal açmazlarına çare olamamaktadır.
Macron, hükümetinin farklı sektörlerde hazırladığı reformlara karşı mücadelenin ilk ve sıcak merkezini öğrenci hareketleri oluşturuyor. Hükümetin gözünde patlamaya hazır bir molotof kokteyli olan öğrenci mücadelesi “Öğrenci Başarı Yönlendirmesi” (ORE) adı verilen yeni yasa düzenlemesine karşı gerçekleştiriliyor ve bir çok şehire yayıldı. Özellikle Bordeaux, Lille, Grenoble, Toulouse ve Montpellier’de protesto gösterileri, işgaller sürüyor. Paralel olara polis müdahelelerinin şiddet oranı da hızla yükseldi.
En eski kapitalist devlet geleneğine sahip olan Fransa bu konudaki en uç politikalara imza atmakta bugün. Üniversitelerdeki eğitim sistemine getirilen sözde “reform” paketi ile üniversiteler yalnızca sisteme entegre elitlere açık hale gelecek, halkın çocukları ise, sistemin çalışan köleleri olacaklardır. Ancak unuttukları bir şey var : Fransa en eski devlet geleneği yanında, hak ve özgürleri için ihtilaller yapan bir halk geleneğine de sahip. Dolayısıyla kazın ayağı öyle olmayacak. Fransız devrimi, Paris Komünü, halk cephesi ve 68 öğrenci yaklanması gibi bütün kıtaları etkileyen bir başkaldırı geleneğine ev sahipliği yapanlar, küllerinden yeniden doğan bir kıvılcım olmaya devam ediyorlar. ZAD işgal hareketi ve “Gece ayakta’ hareketinin dinamizminin yarattığı moral değerler bütün diğer toplumsal kesimlere; işçilere, köylülere emeklilere, kendi hak ve özgürlükleri için yeni bir savunma alanı yaratıyor. Kapitalistlerin, Fransız devrimi, Paris komünü, halk cephesi ve 68 öğrenci ayaklanması ile kazanılan ekonomik sosyal hakları gaspetmeye yönelik hazırladığı bu “reform paketi” bir nevi tarihi rövanş niteliği taşımaktadır ve asıl kırılma noktası da burada başlamaktadır. Dolayısıyla Fransız halkı, öğrencilerin, işçilerin ve emeklilerin ekonomik sosyal haklarını tırpanlayacak bu yasa tasarılarına karşı topyekün direnmeyi meşru bir hak olarak görüyor ve sokaklar aşındırıyor. Farklı kentlerde, sokakları, üniversiteleri işgal edenleri durduramayan devlet, kendince yeni bir saldırı stratejisi ile öğrenci hareketini bastırmaya çalışıyor. Montpellier üniversitesinde 22 Mart 2018 tarihinde gerçekleşen faşist milis saldırısı, bu yeni stratejinin iç yüzünü açığa çıkardı.
22 mart 2018 günü, Montpellier şehrinde, ikibin kişinin katıldığı bir gösteri yürüyüşünden sonra, elli civarında öğrenci Hukuk fakültesini işgal etti. Elleri sopalı, maskeli, ve bazılarında taşeron aleti bulunan bir grup toplantı yapılan anfiye saldırarak öğrencileri dağıtmaya çalıştı.
Ama umduklarının aksine, saldırgan milis gurup öğrenciler tarafından dışarı atıldı. Bu müdahele kalkışmasının güvenlik görevlilerinin yardımıyla gerçekleşmiş olduğu bilgisi, kamuoyuna ışık hızı ile yayıldı. Olayın yüksek derecede tepki alması üzerine, müdaheleye destek veren okulun duayeni Philippe Pétel ve eğitim görevlisi Jean-Luc Coronel de Boissezon’un görevleri Yüksek Öğrenim ve Araştırma Bakanlığı tarafından donduruldu. Ardından duayen istifa etti ve iki görevli gözaltına alındı. Nadir olarak rastlanan bu gelişmelerin yanında, aynı bakanlık, Bordeaux’daki Victoire Üniversite’sinde öğrencilere saldıran polisi kınama gereği görmedi…
Bugün üniversitelerde öğrenci işgallerine saldıranlar yarın işçi grevlerine ZAD gibi işgal hareketlerine de saldıracaklardır. Bunun bir örneğini, 2016’da Sivens ZAD’ının, yoğun tarımcılık sendikası üyesi faşist milisler tarafından boşaltılmasıyla gözlemlemiştik, ki bu dönemi Sivens ZAD’ı oturanı olarak, ben bizzat yaşadım… Kısacası fransız sivil faşist milisleri devletin yeni kanlı elidir. Şu anda üniversitelere giremeyen polise bir maşa lazımdı ve faşist milisler bu rolü üstlendi.
Bütün bunlar tesadüf değil. Küresel ekonomik sosyal krizleri aşamayan kapitalizm, ikinci el seçenek olarak sivil faşist terörü devreye sokmakta. Kapitalist haydutlara ve onların paramiliter faşist milislerine karşı anti kapitalist, anti faşist mücadele den başka seçeneğimiz yok.
Aktivist gazeteciyim, halkın haber alma özgürlüğünün takipçisiyim
90’lar Türkiyesi’nde habercilik yapmış bir foto muhabiri olarak objektifimi hep hak ve özgürlükleri için sokaklara çıkanlara çevirdim. Çünkü ben de onlardan biriydim. Üstelik basın özgürlüğü, sansür ve yasaklarla anılan bir ülkede haberci olmanın bedeli, devletin yaşama hakkını elinden aldığı yüzlerce muhalifin yaşadıkları o “trajik son“lara hep bir adım mesafedeydim. Yani kaçırılan, kaybedilen, infaz edilen, suikaste uğrayan, yıllarca hapsedilen, gazeteleri, dergileri kapatılan, bombalanan ve sonu gelmez soruşturmalara uğrayan o sayısız gazetecilerden biri olarak bu “sakıncalı” haberciliğin girdabında yaşamak zorundaydım. Muhalif olun ya da olmayın, 90’lar Türkiyesinde gazetecilik yapmak sansüre, cezaya, cezaevine ve ölüme hep yakın olmaktı. Başka türlü gazetecilik yapmak nerdeyse imkansızdı. Ve nitekim bu ağır faturayı bu yıllarda vurularak kırılarak hapsedilerek ödemeye mahkum edilmiştik.
Yıllar sonra bugün yeniden ve belki de en ağır saldırı ve cezalarla karşı karşıya Türkiyeli gazeteciler. Ancak ne yazık ki bugün artık bu saldırı ve cezalara karşı direnebilecek cesaretten ve gazetecilik etiğinden yoksun, esarete ve icazete dayalı bir gazetecilik var Türkiye’de. Bir diğer deyişle, iktidar için himaye edilmiş bir basın özgürlüğü var. Üzülerek söylemem gerekirse, 90’ların “sakıncalı haberciler” kuşağından yalnızca bir avuç idealist gazeteci kaldı. O yılların ateş kan ve barut kokan sokaklarında “koşar adım” habercilik yapan foto muhabirlerinden Ahmet Şık bu kuşağın geride kalan son Mohikan’ı gibi, gazetecilik onurumuzun direnen son sembolüdür bugün.
Tıpkı 40’lı yıllarda Amerika’daki McCarthy dönemine karşı mücadele eden ABD’li gazeteci, haber spikeri ve radyocu, Edward R. Murrow gibi… McCarthy’ciliğin 2018’deki aleni tekrarı olarak ifade edebileceğimiz bugünkü devlet iktidarlarının uygulamaları son derece birbirine benzer bir rol oynamakta. Hele bir bakın devletler tarihine, bütün devlet ve iktidar budalaları ve onların zavallı soytarıları hep aynı tarihsel rezaletin misyonunu oynamışlardır…
McCarthy’cilik ya da İkinci Kızıl Panik, ABD’de 1940’ların sonunda başlayıp 50’lerin sonuna değin sürmüş antikomünist kuşkuculuğunu belirtmektedir. İkinci Kızıl Tehlike olarak da anılan terim, adını ABD senatörü Joseph McCarthy’den almaktadır. Bu dönemde, pek çok aydın, yazar, gazeteci, bilim insanı, komünist ya da komünist duygudaşı olmakla suçlanmış, özel ve devlet kurumlarınca saldırgan soruşturmalarla karşı karşıya kalmışlardır. Bu dönemin mağduru birçok insan, işten kovulmalara, işyerlerinin yok edilmesine ve tutuklanmalara maruz kaldıkları gibi pek çoğu da ülkelerini terketmek zorunda kalmışlardır .
Halktan ve haktan yana gazetecilik
Gazetecilik, halka karşı yasakların, haksızlıkların, adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin olduğu bir dünya da halktan yana taraf olmaktır.
Dünyamız bugün dört kıtada birden devletlerin halka karşı çıkardıkları olağanüstü yasaların ve savaşların kıskacında. Böylesine hayati bir dönemde iktidar ve güç ekseni dışında özgür bir gazetecilik yapmak zor olduğu kadar ivedi bir zorunluluktur da. Basın özgürlüğü ihlallerinin Avrupa’nın özgürlükçü yasalarında bile tartışılır hale geldiği bir dönemde gazeteciliğin tanımını yeniden yapmak gerekiyor. Devlet ve iktidar ilişkilerinin doğrudan ya da dolaylı payandası olan basının bu eksenden çıkması zor görünüyor. Ama yine de sendikal alandaki basın özgürlüğü mücadelesi bu konuda bir duyarlılık ve ivme kazandırabilir. Bu işin bir tarafı. Bir de basının kendi içindeki mesleki etik başka açmazları var tabii ki. Bu açmazların en başında ise, basın sektöründe yaşanan teknolojik değişime paralel, dijital sistemin habercilik anlayışına getirdiği “gerçek” ile “haber” arasındaki yabancılaşma gelmektedir. Bilgisayar teknolojisinin doğrudan hedef kitlesi olan basın alanı, hızlı teknolojik değişimin de ana merkezi haline geldi.
“Kopyala yapıştır” gazeteciliği
Dijital ortamın şaşırtıcı zenginliği basının adeta başını döndürdü. Daha ötesi, basın bu “teknoloji harikası“na koşulsuz bir sadakatle adapte oldu. 2000’li yıllar boyunca yaşanan hızlı digital değişim başta masa üstü yayıncılık olmak üzere gündelik yaşama bütünüyle hakim oldu. Bu hızlı değişim beraberinde kendi literatürünü ve teknik-sosyal formatını da yarattı. Haberciliğin fizyolojik ve psikolojik doğallığı bozuldu, ve bambaşka bir gazetecilik nesli oluştu. Daha da ileri gidildi ve kendini dijital devrimin baş döndüren nimetlerine kaptıran ve onun kölesi olan bir gazetecilik kültürü yaratıldı. Böylece küresel Kapitalizm, küresel digital ana akım medyaya da hakim oldu. Ancak yaratılan bu sanal digital ortam ile hayatın gerçekleri arasında sonsuz uçurumlar vardı ve bu gazeteciliği doğrudan etkiliyordu. Ayakları yere basmayan; sokakların karmaşık doğasını solumayan mekanik ve son derece dijitalize edilmiş yani “formatlanmış” gazeteciler vardı artık.
Sanalın dışındaki sokaklara dokunan bir gazeteci olarak bu yeni tip sanal habercilik anlayışının sorgulanması gerektiğine inanıyorum. Örneğin haber kaynakları üzerinde gerekli ön araştırma ve titizliği göstermeksizin doğrudan haber yorum yazan gazetecilerin çokluğu ibret verici. Bu bilgisayar menşeili gazeteciliğin sistemin toplumsal hayat üzerindeki etkilerini sorgulama biçimini, haber-analiz yeteneğini ve sunumunu sorunlu buluyorum. Bu arada belirtmek isterim: Bütün bu yaklaşımalarımdan bilgisayar teknolojisini tamamen reddettiğim sonucu çıkarılmasın. Bilgisayar teknolojisini öncelikle bir gazeteci olarak kendi etik değerlerime uyarlamaktan yanayım. Kullanım alanıma kattığı işlevsel yönü beni hayatla olan ilişkimden koparmadığı sürece, bilgisayar teknolojisi benim için de önemli bir tercihtir. Bu konuyu belki daha sonra başka bir yazıda başlı başına ele almam gerekeceğinden şimdilik burada noktalıyorum ve tekrar asıl konumuza dönüyorum.
Bordeaux Üniversitesi işgali ve basın özgürlüğüne saldırı
Yaklaşık yirmi gündür uluslararası basın kartı ile Bordeaux üniversitesindeki öğrenci işgalini izliyorum. 28 Mart 2018 günü öğrenciler barışçıl bir gösteri gerçekleştirdiler. Üniversite önündeki sokakta bir kortej oluşturan öğrenciler ana caddeye doğru yürüyüşe geçtiler. Yürüyüşü hem cep telefonu, hem de profesyonel fotoğraf makinamla kaydediyordum. Yürüyüş korteji tam ana cadde çıkışına geldiğinde polis kalkanları, copları ve gaz silahlarıyla korteje müdehale de bulundu. Polisin ilk müdahalesi, (o sırada kortejle polis barikatı arasında görüntü kaydetmeye çalışıyordum) benim cep telefonuma yapıldı. Telefonum kalkanlı ve coplu bir polis tarafından ani bir refleksle alındı. Uluslararası basın kartımı havaya kaldırıp defalarca, “Ben gazeteciyim. Telefonumu alamazsınız! Geri verin! ” diye bağırmama rağmen polisler beni “defol!” diyerek, sağa sola savurarak uzaklaştırılmaya çalıştı. Bu esnada polisin coplarından biri alnıma “isabet etti”. Fotoğraf makinası çantamı koruyan yağmurluk polis tarafından çekiştirilip alındı. Ayrıca Fotoğraf makinam itip kakma esnasında bloke oldu ve görüntü kaydı yapamadım.
Olaydan sonra benimle aynı akıbete uğrayan bir arkadaşımla birlikte hastaneye gidip bir günlük iş göremez raporu aldım. Ardından da gerekli bütün belgelerle birlikte avukatımla görüştüm ve komiserliğe ve savcılığa suç duyurusunda bulundum. Bu arada çalıştığım internet dergisi Kedistan ve üyesi olduğum gazetecilik sendikası SNJ-CGT polisi ve bir gazetecinin haber yapma özgürlüğünün çiğnenmesini kınayan bir açıklamada bulundu. Paralel olarak, reporterre.net. Ve Rue89 Bordeaux gazeteleri de da haber desteği ile dayanışmada bulundu. Ancak yine de başta Bordeaux olmak üzere konudan haberdar olan ama sevimsiz bir sessizlik halinde kalan diğer meslektaşlarımızın ilgisizliği genel bir tür otosansüre işaret. Umarım bu olağanüstü sıkıyönetim koşullarının yarattığı manipülasyon ortamı bu dostlarımızı mesleki etik değerlerimizden tamamen uzaklaştırmaz.
Şunu da eklemek isterim. Geçtiğimiz günlerde, Fransa Dış işleri bakanının, Afrin operasyonu konusunda fransız basınında zaten kesif bir sessizlik sürerken, Suriye’ye gazeteci yollama projesi olan medyaların, projelerini durdurmasını “tavsiye” etmesi, ve hatta alanda bulunan gazetecilerin haberlerine itibar edilmemesini “önermesi” tepki çekmiş ve 18 Mart’da SNJ, Snj-CGT, CFDT-Journalistes, gazeteci sendikalarının ortak yayınladığı, okkalı bir kınamaya neden olmuştu.
Bu örnekten yola çıkarak altını çizmek istediğim şey, konu ne olursa olsun, devletin kendi iktidarını tehlikeye sokan konuları susturmak için, haber alma özgürlüğünü ayaklar altına alarak, bakanlık açıklaması yapmaya kadar gitmesi örneğinin Fransa’da olması. Kısacası, devlet her yerde devlet…
28 Mart saldırısından çıkarılması gereken asıl sonuca gelirsek. Saldırının esas amacı, telefonların gasp edilip kaybedilmesinden çok doğrudan haber kaynaklarını ele geçirmeye, engellemeye yönelik olmasıdır.
Dolayısıyla bu saldırı esas olarak haber yapma, haber alma hakkına yapılmış bir saldırıdır.
Oysa demokratik hak ve özgürlüklerin en başında gelen basın özgürlüğü, halkın haber alma hakkına dayalı evrensel bir haktır. Ancak genel olarak bütün devletler bu hakkı kağıt üzerinde bırakmayı yeğlerler. Çünkü, demokrasi ve özgürlükler, devletlerin icazet sınırları içerisinde kalındığı sürece vardır. Bu yüzdendir ki, hak ve özgürlükleri önce devletler ihlal eder.
Bordeaux üniversitesi öğrencilerinin gösteri ve yürüyüş hakkına müdehale eden polis aynı zamanda basın özgürlüğüne de müdahale etmiştir. Aslında işin aslı şudur : fransız öğrenci hareketi ve işçi hareketinin eş zamanlı gelişen muhalefeti, fransız devletinin tarihsel rövanşının önünü kesmekte ve bu onlar için büyük bir kabusa dönüşmekte. Yani, ard arda dalgalar halinde gelen grevler, işgaller, burjuvaların cici çocuğu Macron’un “reform” tasarılarının önünde ciddi bir barikat oluşturmakta. Bu durum Kapitalizmin beşiği Fransa’da, devletin sürdürülebilirliği açısından olağanüstü tehdit olarak algılanıyor. Bu yüzden sıkıyönetimler dönemi bir türlü kapanmak bilmiyor. Korku ve telaş, fransız devletini daha sıkı güvenlik politikalarına yönlendiriyor.
Kasım 2015’teki Işid saldırılarının ardından, terörizmle mücadele bahanesi ile ilan edilen olağan üstü hal durumu dolayısıyla polise tanınan haklar genişletildi. OHAL bir çok kez uzatıldıktan sonra 1 Kasım 2017’de bitirildi. Ancak, “güvenlik önlemi” adı altında, OHAL’den sonra da kalıcılığını devam ettirecek tedbirler günlük hayata girdi. Nisan 2016’da, özel harekat (BAC — Brigade anti-criminalité) polislerinin, “terorizmle mücadele” için, 5.56 kalibreli HKG36 model, savaş tüfekleri ile silahlandırılması da bunlardan biri… Biber gazı tüfeği, taser ve flash-ball kullanımlarında can kaybına kadar giden “kaza“ların altını çizelim. Gözlerini kaybeden yüzlerce kişiyi unutmadık. Sivens’i hatırlayalım… Rémi Fraisse’i unutmadık…
Ben bu satırları yazarken sokakta, yani şimdi, şu anda, burada, Bordeaux üniversitesinin bulunduğu zafer meydanında, ağır silahlı polisler dolaşıyor…
Aşağıdakine benzer görüntüler belirmeye başladı bile. Ta ki bir kurşun namludan çıkana kadar bu tehdit ve şiddet ortamı devam edecek…
Bu görüntülerin uyandırdığı düşünceler beni 1 Mayıs 89’a götürüyor. Önde pankartı tutan çocuk Mehmet Akif Dalcı. O gün polis tarafından vurularak katledildi. Ben de o gün pek çok meslektaşım gibi, TAYAD kortejini takip eden gazetecilerden biriydim. Şişhane Yokuşu’nda, kurşunlar kulağımızın dibinden vızıldayarak geçti ve az ilerdeki tersane duvarının önünde kendilerini taş atarak savunan genç çocuklardan marangoz işçisi Mehmet Akif Dalcı’yı, alnından vurarak ölümüne neden oldu. O anı foto muhabiri arkadaşımız Sebati Karakurt görüntülemeyi başardı ve o fotoğraf 1989 1 Mayıs’ının sembolü oldu.
28 Mart 2018’de yaşanan olağanüstü saldırının peşinden üniversiteler, gösteri ve yürüyüş güzergahları silahlı polis kuvvetlerinin gittikçe büyüyen tehdidi altında artık…
Bundan sonra daha başka ne olur, bunu hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Ancak kesin olan şu ki, sokaktakilerin yükselen sosyal tansiyonu asla düşürülemeyecek.
Bordeaux üniversitesi
Sadık Çelik