Sanatta bir pencereyi dört köşe yapamazsınız. Bu, boyun eğmek ve sınırları kabul etmektir. Halbuki bence sanatta estetiğin dışında hiç bir sınır olamaz, olmamalı.
Sistem dışında bir arayışın ve dahası doğada gerçekliğin sınırsız bir kaygı ile başka türlü yeniden üretilebileceğinin mütevazi bir örneği o. Yeryüzünün en eskimez iki bileşenini; ağacı ve taşın dokusunu kendine özgü bir yaklaşımla doğal bir estetik ritüele taşıyan bir sanatçıdan sözediyorum. “Köylü Ekrem“den…
Eskişehir’in Sivrihisar ilçesi Karakaya köyünde o kendine has otonom sanat yaşam tarzı ile ağaçlara ve taşlara can veren Köylü Ekrem’in hikayesi, 2013 yılında Anadolu üniversitesinden bir grup öğrenci tarafından “Köylü Ekrem“adıyla, filme çekildi.
Film çok kısa bir zaman sonra sosyal medyada paylaşıma açıldı ve Köylü Ekrem birden bire herkesimden insanın ilgi odağı oldu.
O günlerde bu olağanüstü ilgiye karşı mahçup bir dille, “Rahatsızım. Utandım, yüzüm kızardı ve uyuyamadım.” diye cevap veren ” Köylü Ekrem“ın hikayesini kendisinden dinlemeye hazır mısınız?
10 dakikalık bu belgesel Banu Atay, Aylin Birmeç, Murat Karataş, Güray Varol tarafından gerçekleştirilmiş ve 6. Maltepe Üniversitesi 1. Üniversitelerarası Öğrenci Filmleri Yarışması’nda birincilik ve Aydın Doğan Vakfı Genç İletişimciler Yarışması’nda ikincilik kazanmış.
“Ne zaman doğduğum, nerede, kaç yaşında olduğum bence pek birilerini ilgilendirdiğini de düşünmüyorum. Kırk yaşında doğduğumu hissediyorum. Şimdi de çocukluğuma doğru büyüdüğümü ve kesinlikle çocuk öleceğimi söyleyebilirim.
Beni hep rahatsız eden sistemi , eğitim sistemi bir türlü kabul edemedim ve yüksek öğrenimimde birkaç yeri kazandığım halde bırakmak zorunda kaldım. Gerçek okulun toprak olduğunu, tabiat olduğunu, bizzat içinde yaşanarak öğrenebileceğini düşünüyorum ve bunun için sistem dışı seylere giriştim. Kabul etmediği, reddettiği, yadırganan her şeyi kendime estetik ve ahlaktan başka hiçbir sınır koymadan her şeyi denedim. Amelelik, bulaşıkçılık, inşaat işçiliği, tarım işçiliği gibi pek çok işte çalıştım. Ben nihayetinde ellerim kadar varım. Yaptıklarım kadar varım. Bu sistemin kağıdına da ihtiyacım yok. Bana vereceği unvana da ihtiyacım yok.
Beni zamanı boşa harcamak çok fazla rahatsız ediyordu. Hayatta en değerli şeyin zaman olduğunu biliyorum, inanıyorum. Okuyordum fazlaca birikti sanırım yani ve bunları kimseyle paylaşamıyordum. Kimsenin sokakta yakasından yapışıp ben buyum, şunları düşünüyorum, şunları hissediyorum diyemezdim.
Yontmaya başladım bu konuda da bir eğitimim olmadı kesinlikle. Heykel yapmak için değil sadece zamanı bir şeylere, bir maddeye, bir varlığa bir objeye çevirme kaygısıyla başladım. Kendimi ifade etme yolu olarak, İnsanı insana anlatma çabası olarak görüyorum.
Ben sanatta suna inanıyorum; Sanattaki pencereyi dört köşe yapamazsınız. Bu boyun eğmek ve sınırları kabul etmektir. Halbuki, bence sanatta estetiğin dışında hiçbir sınır olamaz, olmamalı.
Hiçbir sanat akımını tanımıyorum. Tanımak da istemiyorum. Ben sadece o tabiatın kendi kendine oluşturduğu müthiş estetiği gizlememeye hatta bir sürü anatomik hatayı üstlenerek doğanın oluşturduğu o müthiş ahengi, estetiği kapamamaya çalıştım. Kendime mal etmemeye çalıştım. Bu bence doğaya saygısızlıktı. O yüzden yaptığım işlerin hep doğal güzelliğini ön plana çıkaran şekilde tasarımlarda bulunuyorum. En azından bir bölümünü. İkimiz ortak yaptık diyorum. Bana ait değil, doğayla ortak işimiz çünkü malzemenin de ruhu var, her şeyin. Bakın taş bile büyüyor. Taş bile büyüyorsa taşa taş diyemezsiniz, ağaca ağaç diyemezsiniz. Onların da bir ruhu var. Yontarken hissederseniz. Hiçbir yonga bir diğerinin aynı değildir. Sadece şekil olarak değil, doku olarak, lezzet olarak, kökü olarak hiçbiri birbirinin aynı değildir. Her biri birer bireydir, şahsiyettir.
Heykelde denenmemiş şeyler arıyorum. Ne derece doğru olduğunu da bilmiyorum ama yapılmışların dışına çıkmak istiyorum. Mesela balerini öpen hava isimli çalışmamda herkesin aksine, ben objenin değil sujenin heykelini yapmaya çalıştım. Orada, içinde balerin yok fakat onu kuşatan hava, havanın kırılım hareketlerinin heykeli var. Bunu denemek istedim.
O yolda bulduğum, belki üzerinden binlerce kişinin basıp geçtiği bir taştı. Ben hiç müdahale etmedim. Bakın, onu olduğu haliyle insanlara nelere basıp geçiyorsunuz demek için aldım, hiç dokunmadan sadece metal saç, ahşap gövdeyle takviye ederek oluşturdum figürü. Ayaklarının altından alıp insanların baş hizasına koymayı düşündüm. Öyle bir çalışmadır. İsmi de, çirkin bir kadını anımsatıyor Afrodit’le çağrışım yapsın diye ben Afraidit koydum.”
“Nasıl insanlar kanser karşısında çaresizse, ben de bu elimdeki parçayı kurtların çok sevdiği ‑ceviz ağacının kokudur- ondan yapmayı düşündüm. Dolayısıyla anatomiye falan dikkat etmeden fikir çalışması olarak değerlendirdim, algıladım bunu. Şu anda, bunun içinde yüzlerce kurtçuk ağacı yemeğe devam ediyor. Dolayısıyla iç tarafı tamamen boşalır dişini çekemeyecek hale gelince dışı ağırlığını kütleyi çekemeyecek kadar zayıflayınca yıkılıp göçecek. Nasıl insanlar kanser karşısında çaresizse, benim heykelim de kurtçuklar karşısında çaresiz. Hala gülümsediğine bakmayın. Büyük acılar çekiyor.
Belki de işletmenin, işletme okumanın verdiği tesirle, sadece para daha kolay nasıl kazanılır, en verimli işletmecilik nasıl yapılır, belki bu öğretiyle sadece para kazanmak için yaşadığımı ama hayatın sadece bu olmadığını bir gün bir kaya tırmanışında düştüm. İki kaburgam kırıldı ve orada iki gün yattım ve o an düşündüm ki işte varla yok arası bir saniyeden bile kısa bir an. O yüzden hiç ölmeyecekmiş gibi sadece çıkar hesaplarıyla yasamak işte parayı baz alarak yaşamak parayı amaç edinmek çok çok yanlıştı çünkü kazandığım her şey bir anda yoktu.
Tabii ki epeyce çevremden tepki aldım. Kendine yazık etti, çok zekiydi, şimdi ıvır zıvırla uğraşıyor diyorlar. Yani gelip işte put mu yapıyorsun diyorlar, tepiyorlar, işte ayağıyla dokunuyor, afedersiniz kadını okşuyorlar, heykeli falan. Çirkin şeylerle karşılaşıyorum ama bir şekilde bu insanlara gelip yardımcı olmak lazım.
Şimdi paranın çok iyi bir köle olduğunu, sadece bir araç olduğunu, temelin, aslolanın, hedefin, amacın insan olduğunu biliyorum. Tıpta, tıp öğrencilerinden birisi heykeli devirdi. O kadar üzüldü ki bakın dedim isterseniz istersem ben bunların hepsini tutar camdan atarım, gözümü bile kırpmam, lütfen üzülmeyin dedim. Sizden değerli değil ki ben hepsini sizin için yapıyorum yazık yani o kadar üzüldü ki hiç önemli değil insanın yanında heykel ne ki nihayet ağaç parçası, taş.
Başhekimdi o. Bunları siz mi yaptınız, dedi. Yapmaya çalışıyorum hocam, dedim. Siz mi yaptınız diye tekrar ve dudak bükerek siz mi yaptınız, yani küçümsercesine köylüler bir şey yapamaz tavrı vardı. Maalesef ben yaptım. Maalesef, dedi. Maalesef, dedim ben de. Niye öyle söyledin falan diyenler oldu bizim köylü biri vardı orada çalışan. Yani başhekimmiş hiç fark etmiyor. Ben de köylü Ekrem’im. Yani fark etmiyor onun ünvanı.”
Köylü Ekrem, kendisiyle ilgili sosyal medyada ve gazetelerde çıkan haber ve paylaşımlardan sonra gazetelere yolladığı açıklamada şöyle diyordu :
“Tanıdıklarım beni arayıp bilgilendirdiler, açıklama yapmak zorunluluğu duydum. Söz konusu görüntüler Anadolu Üniversitesi ve öğrencilerinin ürünüdür. Medya için yapılmamıştır. Ekipten hala görüştüğüm Güray Varol’a akademik çevrede kalması koşulu ile olur demiştim. Yaptıklarım halkın huzuruna çıkacak kadar iyi değil, birer denemeydi. Anadolu Üniversitesi’nin ve benim haberim olmadan iyi niyetli olduğunu düşündüğüm birileri tarafından internete koyulmuştur.
Rahatsızım. Utandım, yüzüm kızardı ve uyuyamadım.
Önce heykeltıraşlardan, sonra halkımdan özür dilerim. İşlerim, heykel değil, “heykel denemeleri“dir. Bilinsin.
Hak etmediğim övgülerde bulunmuş, lütfetmişsiniz. Teşekkürler. Hak etmediğim övgünüzü alıp, kabul edersem, size borçlu kalırım.
Bu film bende yok. Bana bu film verildiğinde istemedim ’’Ben zaten o avareyi tanıyorum, filme ne hacet?’’ demiştim. Hiçbir denememde imzam yok. Benlik derdinde değilim.
Benim, güzel insanlarımla bağlantım, sunmaya çalıştıklarım, basit işlerimdir. Benden size bir hediye! (Hediyenin kötüsü olmaz, lütfen kabul edin)
Adımla ve rahatsız edici görüntümle sizi üzmek istemezdim, özür dilerim. Olgun bir insan Başhekime o cümleyi kullanmazdı.
Meraklısına: Şu anda, günde ortalama doğaya yüküm Elli Türk Lirası, Elli Liralık iş üretmeye çalışıyorum. 50–50=0
Hesap ortada.
Yanlışlarım doğrularımı götürdü. Geriye kalan kocaman bir sıfır…
Evet; hak etmiyorum. Önce insan olunur, sonra sanatçı.
Saygılarımla.
Ekrem”
Ağaç-insan ilişkisi, doğal dünyanın kendi iç yansımasıdır
Köylü Ekrem’in videosunu izlerken benzer bir başka hikayeyi hatırladım. Yakın bir zaman önce 3 ZAD aktivisti olarak Güney Fransa’dan katırlar ve köpekler eşliğinde İspanya-Bask ülkesine doğru adımlarken ırmağın kıyısında bir ağaç heykel atölyesine rastlamıştık. Atölyenin bahçesindeki doğal peyzajı andıran irili ufaklı ağaç heykel figürler arasında dolaşırken, kendi kendime şöyle demiştim: “Ağacın dokusunun insanın ten dokusuna hiç bu kadar yakın olabileceğini düşünmemiştim.” Bu ilk andaki iç konuşmayı bizi atölye girişinde karşılayan Bask heykeltraşa söylediğimde bana “Haklısın, ağaç insana benzer. Tıpkı bizler gibi o da doğar, yaşar, yaşarken, çoğalır, yaşlanır ve ölür.” demişti ve sonra da eklemişti, “İşte beni bu sanat emeğinde buluşturan da ağacın bu sıcak, canlı dokusunun insanın dokusuyla olan benzerliği zaten…”
Köylü Ekrem’in modern endüstriyel dünya yerine, doğal, ekolojik dünyayı tercih etmesini çok iyi anlıyorum. Ve bu dünyanın bir ferdi olarak, ağacın dokusuna yönelmesini, orada gerçekliği bir “yeniden üretime”, yani sanatsal yaratıma dönüştürmesini ise, aynı duygu serüvenin bir eseri olarak düşünüyorum. Başka bir ifadeyle, insan-ağaç ilişkisinin biricik sanatsal dışa vurumu olarak değerlendiriyorum.
Teşekkürler Köylü Ekrem!