İki genç kürt kadının Kopenhag’dan başlayan yürüyüşünü duymuş olmalısınız…
Güney Fransa’daki arkadaşlarımız “Existence March — EM” Nice’te olacak diye haber verince hemen seferber olduk. Uzaklardan da olsa, Bahar’ı telefonla yakaladım. Bir sohbet etmişiz ki tadına doyum yok.
Bahar, yolda dizlerinin üstüne düşüp sakatlanmış. Nice hastanesi acil servisine girerken yakaladım onu. Kontroller bittikten sonra, güzel haberlerle geldi. “Kırık yok, çatlak yok, ama doktor üç hafta dinlenmem gerektiğini söyledi. Bakalım nasıl devam edeceğiz…”
Biz Bahar’la konuşurken, Saadet, Cannes’da 22 Ocak, Pazar günü düzenlenen gösteri yürüyüşüne katılmak üzere ayağının tozuyla yola koyulmuştu bile…
İlk cümlelerden itibaren, tatlı ve sıcak bir muhabbet gelip yerleşiyor ve Bahar’ı kırk senedir tanıyor gibiyim. Bütün akşam sohbet ediyoruz. Önümdeki en son sayfayı numaralıyorum: 20 sayfa doldurmuşum… Ve hikaye çok güzel.
Öğrendiklerimi size olduğu gibi aktarmak istiyorum, Bahar’ın sözünü kesmeden…
“Girişiminiz tam olarak nedir?” diye soruyorum. Bahar gülüyor, “Ben sana kim olduğumuzu anlatayım istersen, bak o zaman daha iyi anlayacaksın” diyor, ve devam ediyor:
Biliyor musun, yürüyüşün ilk gününden beri bir günlük tutuyoruz. Daha doğrusu bugüne kadar defterleri altılamışız. Ama biz öyle sadece yürümüyoruz. Bir yürüyüşten öte birşey bu. Çünkü yol boyunca, kitap okuyoruz, hatta okuduklarımızdan notlar alıyor, özet çıkarıyoruz, araştırıyoruz, tartışıyoruz, bilgileniyoruz. Geçtiğimiz yerlerden, karşılaştığımız insanlardan da çok şey öğreniyoruz. Biraz hayat okulu gibi yani. Aslına bakarsan, biraz sanki yüzme bilmeden denize atlamışız gibi oldu. Başlangıçta zorluklar yaşadık…
Yolda ilerledikçe, yöntemlerimiz, güzergahımız, bildirimiz, mesajlarımız da yol katetti, değişimlere uğradı, gelişti…
Karşılaşma ve yeniden buluşma
Saadet ve ben, 2001 yılında tanıştık. Benim ailem Koçhisar’lı. Biz Orta anadolu Kürtleriyiz. Ben Ankara’da doğdum büyüdüm. Babam aktivist biri falan da değil, daha çok apolitik bir insan, bir işadamı. Buna rağmen, 90’lı yıllarda Türkiye’yi terketmek zorunda kalmış. Ailemiz 8 sene sonra Norveç’te bir araya gelebildi, yani ben 17 yaşındayken. Saadet, Konya’lı bir aileden geliyor, yani o da Orta Anadolu Kürdü. O benden çok önce, 8 yaşındayken, işçi olarak gelen babasıyla birlikte Norveç’e gelmiş. Ben Stravanger’e geldiğimde tanıştık. Benim için kolay değildi, dil de bilmiyordum. Saadet bana çok destek oldu. Arkadaşlığımız bir sene sürdü, sonra Saadet’in ailesi taşındı.
Birbirimizi, taa on yıl sonra Oslo’da yeniden bulduk. O dönemde ben Bergen’de yaşıyordum, yeniden görüşmeye başlayınca Saadet de Bergen’e geldi ve neticede 2012’de ev arkadaşı olduk. Ben üniversitede sosyoloji okuyordum, Saadet de “restaurant manager“i olarak çalışıyordu.
Üniversitede 1982’de Kürt öğrencileri bir araya getirmek için kurulmuş bir dernek vardı ama aktif değildi. Başka arkadaşlarla birlikte bu kuruluşu yeniden aktif hale getirdik. Bu tip kuruluşlar genelde siyasi örgüt veya partiler tarafından yönlendirilir ama biz bağımsız olsun istedik. Kürdistan’ın 4 bölgesinden, Suriye, Irak, Türkiye ve İran’dan gelen Kürt öğrencileri bir araya topladık.. Birçok etkinlik düzenledik. Hem kendimiz düşünmek, öğrenmek istiyor hem de Kürt’leri tanıtmak istiyorduk. Kim bu Kürt’ler, ne yerler, ne içerler, nasıl giyinirler, dilleri, kültürleri nedir? 23 Ekim 2011 Van depremine, hatta 3 Ağustos 2014’de Şengal’in Işid tarafından ele geçirilmesine kadar, politika ile ilgilenmedik. Van için düzenlediğimiz yardım kampanyasının tecrübesiyle, Şengal için de seferber olduk. Para, giyecek, yardım malzemeleri topladık. Saadet üniversitede öğrenci değildi ama bütün bu etkinliklerde ama bizimle birlikteydi.
Köklere dönüş
İşte bu dönemde “Artık bir gitmemiz gerek” dedik. Atalarımızın topraklarını görmek istedik. Oldukça huzurlu bir dönemdi, çünkü henüz “çözüm süreci” sürüyordu. Türkiye’ye gittik, Urfa’ya, çünkü atalarımızın o bölgeden geldiği söyleniyordu. Ama başka yerleri de dolaştık. Amed’e de gittik, Hasankeyf’e de… Göbekli Tepe tapınağını görmeyi çok istiyorduk. Ben sosyoloji okuduğum için de biraz, arayışımız bu prizmadan geçiyordu. Göbekli Tepe bizi çok etkiledi.
Gökyüzüne açık, düzensiz bir kazı alanı gibiydi. Sanki kim istese bişeyler alıp götürebilecek gibi, sahipsiz gibi. İnsanların kumaş parçası düğümleyip dilek tuttuğu bir “Dilek ağacı” vardı. Üzerimizde kullanabileceğimiz kumaş parçası yoktu, biz de ayakkabı bağlarımızı çıkarıp bağladık. Belki de bu anlar güldüğümüz tek anlar oldu. Bütün bu zenginliklerin, yöre insanlarının eğitimsizliğinden istifade edilerek, onun bunun eline bırakılmış olması bizi hüzünlendirdi. Tapınağın önünde bir güzel ağladık, “Belki de burası keşfedilmemiş olsa daha iyi olurdu” dedik .İlginç olan şey, sonradan Göbekli Tepe’yi keşfeden alman arkeolog Klaus Schmidt’in 20 temmuz 2014’de olduğunu öğrendik, yani bizim gezimizin akşamı. Tuhaf bir şey, ahımız tutmuş gibi sanki…
Devlet ve siviller arasındaki ilişki
Sonra 2015’te, ben Türkiye’ye yeniden gittim, ama bu kez Suruç’a yöneldim.
Birşeyler yapmak istiyordum. Okul yanında, sağlık sektöründe de çalıştığım için, şizofreni, asperger hastaları gibi konularda tecrübem vardı ve göçmen kamplarındaki şartların zorluğundan haberdardım. Belki bir faydam olur, belki çocuklarla çalışabilirim diye düşündüm. Mardin’e gittim, ve yöre belediyesiyle iletişim kurdum. Ertesi gün Suruç’a gidecektim ki, 20 Temmuz 2015 günü patlama oldu. 33 kişi öldü. Ben de gidemedim. Mardin Belediyesi, durum sakinlesene kadar gitmememi söyledi. Orada öyle bloke olunca da benden bir turizm projesi için yardım istediler. Üç hafta bu proje üzerinde çalıştım ama yüreğim rahat değildi…
Sosyolojik bir bakışla ve insani bir yaklaşımla şöyle diyebilirim, bu Temmuz-Ağustos 2015 döneminde, bir takım şeylerin farkına vardım. Devlet ve siviller arasındaki ilişkinin ne noktalara gelebileceğini gördüm.
Kızıltepe, Nusaybin, tanklar… evinin önünde öldürülen yaşlı kadınlar, kaos… O döneme kadar, etno-politik konulara özel bir ilgi duymamıştım… Saadet Norveç’ten beni görmeye geldi ve bir hafta boyunca ne yapabileceğimizi konuştuk. Örneğin, bölgeye gelen sivillerin oluşturduğu canlı-kalkan girişimleri vardı… Aslında Norveç’e dönmem gerekiyordu ama biliyordum ki, hiç bir şey yapmazsam, kendimi asla affedemezdim.
Gerçekten de dönmem gerekiyordu, çünkü Norveç’te bir etkinliğe katılmaya söz vermiştim. Sosyolog, İsmail Beşikçi gelecekti, bir çok etkinlik düzenlenmişti ve Bergen’de, çeviri yapabilecek düzeyde dil bilen, sosyolojik terminolojiye sahip bir tek ben vardım. Bu sorumluluğu yerine getirmek için döndüm. Ardından, başka bir etkinlik için Saadet’le birlikte bir kaç gün Portekiz’e gitmemiz gerekiyordu. Gittik.
Karar anı
Portekiz’de geçirdiğimiz üç gün boyunca, gündemden, haberlerden uzak kaldık. İnternetimiz bile yoktu. Artık dönerken, yani 10 ağustos günü, ancak uçaktan indiğimizde İnternet’e bağlandık ve biz yokken neler olmuş, ve o anda neler oluyor bakabildik…
Otobüsteydik. Karşı karşıya oturmuş, telefonlarımıza dalmıştık. O anda ben Cizre’de olanları okudum. Bodrumları, yakılan sivilleri… Başımı kaldırdım ve Saadet’e baktım. O da bana baktı. Gözleri dolu doluydu. Aynı şeyleri görmüştü. Sadece tek bir sözcük söyledi “Cizre.…”. Ben ise söyleyecek hiç bir şey bulamıyordum. “N’apıcaz?” dedi Saadet. “Gidicez” diye cevap verdim. Saadet “Nereye?” diye sordu. “Sorumlu merci neresiyse oraya. Birleşmiş Milletler’e mi?” dedim. Saadet dedi ki “Yürüyeceğiz”.
İşte yürüyüşümüz böyle doğdu. Yani beş dakikada bile değil, ama karşı konulmaz ve damardan bir, “birşeyler yapma” gereksinimiyle.
“Nasıl yürüyeceğiz?”, “Çantalarımızı alıp, yola koyulup yürüyeceğiz işte”. Eve gittik. Arkadaşımız Nina geldi. Nina baştan beri yanımızda olan bir arkadaşımız. Tamamlayıcı üçüncü kişi, bütün bunların şahidi olan kişi… O geldiğinde, biz evdeki eşyaları toplamaya başlamıştık bile. Ertesi gün diğer arkadaşlarımızla toplandık. Grupta farklı farklı insanlar vardı. Öğrenci Birliğinin başkanı, sanatçı, müzisyen, aktivist arkadaşlar, hatta Bergen hastanesinin yöneticisi… bir avukat arkadaşımız da telefon bağlantısıyla katıldı toplantıya. Biz açıklamamızı yaptık “Biz karar verdik yürüyeceğiz! Yürüyüşümüz varoluşumuzla ilgili olacak. Çok uzun süredir yok sayılıyoruz. Kendi hayatlarımız üzerindeki hükmümüz yok sayılıyor. Bizden önceki nesillerin hayatlarının parçalandığını gördük. 80’li, 90’li yıllarda, ana-babalarımızın hayatları altüst oldu… Şimdi sıra bizim neslimizde. Bunları insanlara anlatmak istiyoruz. Ne diyorsunuz ?”. Bir tek arkadaşımız bizi uyardı, ve aslında haklıydı da: “Hazırlık yapmanız gerek” dedi, “Bu büyük bir proje, hazırlık gerektirir. Bir plan program yapmalısınız. Malzemeye, finansa ihtiyacınız olacak. 6 ay verin kendinize, hazırlanın.” Biz şöyle cevap verdik “Hayır hemen başlıyoruz. Bize yardım edin”. O zaman arkadaşlarımız bize destek verdi “Bu güzel ve kararlı bir girişim. Arkanızdayız.”.
O akşam bir de gazeteye haber verdik. Onları beklerken eşyalarımızı hazırlamaya başladık. Ama dolaplarımızı açtığımızda böyle bir yürüyüş için hiç de donanımlı olmadığımızı farkettik. İpek gömleklerimiz ve topuklu ayakkabılarımızla, hiç ama hiç… Ama önemli değildi. Bir arkadaşımız donanımlı bir arkadaşının evine götürdü bizi. Bize yürüyüş ayakkabılarını ve başka gereksinimleri o verdi. İşte böyle, yürüyüşün başında uzun bir süre ayağımda iki numara büyük bir ayakkabıyla yürüdüm. Biz oradayken gazeteciler geldi ve röportaj yaptılar. Sonra beş kişi yeniden bizim eve geldik ve bütün daireyi boşalttık, her şeyi depoya indirdik. Evde kiracıydık ve uzun süre orada oturmayacağımızı biliyorduk, kira kontratımız de sürüyordu. Alel acele de olsa Nina’nın yerimizi alacak bir arkadaşını bile bulduk. Tabii ki ev sahibine haber vermeden.
Ardından üç gün ve üç gece, neredeyse hiç uyumadan konuştuk, bildirimizin, şartımızın nasıl olacağını tartıştık, yürüyüşümüze isim ve logo düşündük… “Varoluş” kavramından yola çıkmak istiyorduk. “Existence Movement” dedik. Kısaca EM oluyordu, ki bu da çok güzeldi, çünkü “em” Kürtçe’de “biz” demek. Ama “Movement” kulağa biraz politik hareket gibi geliyordu. “Biz kimiz ki, varlığımız yok sayılıyor, nasıl politik bir bağlantımız olsun?”. Bağımsızlığımız konusunda da net olmak istiyorduk.
Sonunda “Existence March — EM” isminde karar kıldık.
O dönemin karalamalarından, notlarından bir kaç örnek…
em-cahier-de-route‑1
Önce Oslo’daki derneklerle, akademisyenlere iletişim kurduk ve yola çıktık. Oslo’da bir ön çalışma, stratejik bir hazırlık yapıp, oradan Kopenhag’a geçmek ve yürüyüşe başlamak niyetindeydik. Bu arada ailelerimizin hala projeden haberi yoktu. Yola çıkmıştık ki annem aradı. Gazete yazısını okumuştu, kaygılı ve kızgındı. “Hemen sana geliyorum, konuşacağız!” dedi. “Anne bunun için biraz geç, biz yola çıktık bile” diye cevap verdim. Ailelerle de bu şekilde aramız bozuldu.
Başlangıcın başlangıcı
Oslo’ya ulaştık, ama düşüncelerimiz netleşmemişti, hala neyi nasıl yapacağımız bilemiyorduk.
Oslo’da, bağımsız dernekler tarafından karşılandık “Solidarity with Kürdistan”, “Oslo Kürt Öğrenciler Birliği” ve “Oslo Barış Evi”… Barış Evinin önerisiyle, gerçek bir strateji belirlemek için bir seminer düzenledik. Madem Birleşmiş Milletlere yürümek istiyorduk, güzergahımızı BM bünyesinde ağırlığı olan ülkelerden geçecek şekilde çizmeliydik. Bir bildiri ve uğradığımız ülkelerin Dış İşleri Bakanlıklarına verilme üzere bir seri soru hazırlamak istiyorduk. Bakanlıkların bu sorulara verdikleri yanıtları da, BM’e ulaştığımızda vereceğimiz dosyaya yürüyüş boyunca yavaş yavaş eklemek istiyorduk. Hep birlikte çok şey öğrendik. Oslo semineri 25 katılımcıyla başladı, ve kısa sürede daha da genişledi. Daha en başındayken, böyle bir girişim için ne kadar deneyimsiz olduğumuzu farkettiler, ama yüreğimizi ortaya koyduğumuzu da gördüler. Hiç finansımız yoktu. Bir kampanya açalım dediler. İlk etapta nelere gereksinimimiz olduğunu sordular. Sırt çantamız bile yoktu. Çantalar, o dönemde Oslo’da alındı. Teknik ve lojistik konularda çok hata yaptık. Sırt çantası örneği ile devam edersek, yürüyüş deneyimimiz olmadığı için, uygun olmayan modeller seçmişiz, eşyalarımızı içine en iyi şekilde nasıl yerleştirmemiz gerektiğini de bilmiyorduk. Deneyerek ve yanılarak öğrendik.
İlk bildirimiz ve sorularımız da Oslo’da hazırlandı. Zar zor da olsa bakanlıktan iki kişiye ulaşabildik, ama bizi binadan içeri bile sokmadılar. Sırt çantalarımızla, iki saat sonra Kopenhag’a hareket edecektik. Bu iki bakanlık görevlisi, belgeleri onlara dışarda vermemizi istediler, yani kapının önünde…
Ardından gemiye bindik ve en sonunda Kopenhag’a geldik. Artık yürüyüşümüze başlayabilirdik…
Hatalardan ders almak
Daha sonra, sorularımız için yöntemler bulduk. Yeni bir ülkeye girmeden önce, bize millet vekillerine ulaştırabilecek arkadaşlar arıyoruz, ve millet vekilleri ile iletişim kurmaya çalışıyoruz. Sorularımızın bakana, bizim adımıza vekiller tarafından sorulmasını sağlamaya çalışıyoruz. Adım adım ilerliyoruz yani… Bu şekilde Berlin, Amsterdam, Brüksel ve Paris’ten geçtik. Sonra Roma’ya devam edeceğiz. Son durak ise Cenevre. Roma’dan sonra, Kuzey’e doğru aynı yolu tekrar yürümemek için, son etap Lyon ve Cenevre arasında yürünecek.
Ha, sorularımıza cevap verildi mi ?
Norveç cevap verdi örneğin.
Karşılanma şartları ülkeden ülkeye değişiyor. Danimarka’da dosyamızı bir koridor köşesinde aldılar. Almanya’da gazeteciler vardı, 45 dakika misafir edildik. Hollanda’da, çok kişiyle karşılaştık, danışmanlar, vekiller, ama Bakan bize randevu vermedi. Brüksel’de, Dış İşleri Bakanlığında, 4 kişiyle bir saatlik bir toplantı yaptık. İçlerinde, Türkiye, Orta-Doğu ve Kuzey Afrika uzmanı danışmanlar vardı.
Fransa’da 5 ay geçirdik. Çok yorgunduk ve tam da Parlamento’un yaz tatili döneminde gelmişiz. Aslında fena da olmadı. Neden mi ?
Fransa’da karşılaştığımız bir hukukçu arkadaş bizi karşısına aldı dedi ki : “Bildiriniz iyi yazılmamış. Diplomatik mercilerin sizi dikkate almaları, cevap vermeleri için, bildiriniz üzerinde çalışmanız gerek. Bildiriniz, bir yandan fazla milliyetçi gibi ve diğer azınlıklar umurunuzda degilmiş gibi algılanıyor. Aslında umurunuzda, ve bu kendinizi ifade ettiginizde hemen ve net görülüyor ama bildiriden bu anlaşılmıyor. Yapmak istediğiniz şeyle bu bildiri arasında dağlar kadar fark var. Girişiminizi net bir şekilde çerçevelememekle kendi kendinizi baltalıyorsunuz.”
İlk kez, birisi bize bu tarz şeyler söylüyordu… Bunu halletmemiz gerekiyordu. Bir de her ülkede, soruları o andaki gündeme göre değiştiriyorduk. Anlaşılan bu da doğru bir yöntem değildi.
Şimdi bildiri ve solularımızın üzerinde yeniden çalışıyoruz. Fransa’ya da yeni yorumu vereceğiz. Ve bilmenizi istiyoruz, Fransa dış İşleri Bakanlığına ulaşmamız gerekiyor. Temaslarda aracı olabilecek ve vekillerden tanıdıkları olan arkadaşlar arıyoruz.
Marsilya’da da bir başka avukat da bize Birleşmiş Milletler’e iki birey olarak kabul edilemeyeceğimiz, bir legal varlığa sahip olmamız gerektiğini hatırlattı. Azınlıklarla ilgilenen 700 kuruluş var ve bunlardan bir ya da birkaç tanesini aracı olarak alabilirdik, ama aracı istemiyoruz. Girişimin bir kuruluşlar etkinliği haline gelmesini de istemiyoruz, sivil toplum kuruluşlarının desteğini ama girişimin “sivil itaatsızlık” niteliğinden uzaklaşmamasını istiyoruz.
Peki biz tam olarak ne istiyoruz ?
Girişimimizin “diplomatik” yönünden bahsetmeyi şunları söyleyerek bitirebilirim: BM’de bireylerin, Kürt azınlıkların, ve hatta bölgesine göre çoğunlukların kültürel haklarıyla ilgilenecek bir masanın eksik olduğunu gözlemliyoruz. Politik olarak değil, kültürel olarak… Neticede, bir dilimiz, bir müziğimiz, bir kültürümüz var. BM’de Kürtler yok. Koridorda bile yoklar. Kim bu insanlar? Millet mi desek, halk mı desek, insanlar mı desek, gölgeler mi desek? “Kürt“lerden resmi şekilde bahsetmemiz gerektiğinde, taa Sèvres anlaşmasını gömülü olduğu yerden çıkarmak zorunda kalıyoruz. Çünkü resmi olarak tek söz konusu edildikleri, yani “tanındıkları” yer bu anlaşma. Kürtlerin varlığının az çok da olsa “resmi olarak” tanınmasını istiyoruz. Bir örnek alalım. Türkiye’de çoğunluk olarak kürtlerin yaşadığı bir şehir etnik nedenlerle saldırıya uğradığında, saldırıya uğrayan halk türk vatandaşı olarak kabul ediliyor mesela! Suriye’le ilgili bir oturum düzenlendiğinde, Kürtler temsil edilemiyor, hatta gözlemci olarak bile katılma olanakları yok. Örneğin, Ezidiler tanındıkları için, onların temsilci var, azınlıklar masasına ve Irak hükümetine bağlı. Araştırmalar yaptık ve öğrendik ki, temsil edilmeyen bir tek Kürtler değilmiş. Başka halklar da var. Hindistan ve Sri Lanka’da yaşayan Tamiller gibi. 80 milyonluk nüfuslarına rağmen, onlar da temsil edilmiyor.
Bu yapılanma eksikliği yüzünden, raporlar da gereken yerlere ulaşamıyor ya da gecikiyor. Örneğin Eylül’de ölenlerin raporu birilerinin masasına ancak mayıs ayında ulaşıyor. İnanılmaz gecikmeler var. Bekleme kamplarında tutulanların da dosyaları bu yüzden ilerlemiyor. Sorunlar listesi dil derslerine kadar gidebiliyor. Yabancı ülkelerdeki gençlerin anadillerini öğrenmeleri, korumaları için gereken öğretmenlerin atanmalarını bile etkileyebiliyor.
Eee, Avrupa Parlementosu’nda Kürtler için gözlemciler yok mu? Var. Hollanda’da var, Almanya’da Brüksel’de var. Öyleyse neden Birleşmiş Milletler’de yok?
Kendini saydıracaksın!
Bütün bunların tek suçlusu savaş değil. Kürtlerin, “Yaklaşık 40–45 milyon Kürdün” sorumluluk payı var. Baksanıza, içinde yaşadığımız çağda, Caretta caretta kaplumbağalarının bile sayısını biliyoruz, ama Kürtlerden bahsederken hala “yaklaşık”, “aşağı yukarı”, “civarında”, “tahminlere göre”, gibi şeyler söylemek zorunda kalmak öfke verici. Neden kendi sayımızı kendimiz bile bilmiyoruz ? Kaplumbağalardan da mı önemsiziz biz?
Bir de kendimizi saydırmamız gerek. Bunun için de mağduriyet mantığını bir kenara bırakmalıyız diye düşünüyorum ben. Saadet hep der ki “Herkes kendisi için ağlar”. Ben Kürtlerden sürekli şunu duyuyorum: “Bedel ödüyoruz”. Hayır, ben hiç bir şeyin bedelini ödemiyorum. Ben de diyebilirim “Başımıza bir sürü şey geldi, sokaklarda uyumak zorunda kaldık, hatta yerde.… Parasız kaldık, yiyecek birşey bulamadığımız oldu, ay aman of, çok bedel ödedik…” Hayır! Bir sisteme son vermek istiyorsan, başkalarından beklemeyeceksin. Kaç kişi olduğumuzu bilmiyorsak, kalkar kendi kendimizi sayarız. Yasa dışı sayım yapmak mesela, neden olmasın? Hadi sayalım…
Yok sayılan, reddedilen şey bizim özümüz. Sanki “yama” olmak gibi… Bir kumaş parçasını, rengarenk bir elbiseye değişik renkler katsın diye eklemek bir şey, yama gibi bir köşeye, birşeyler saklamaya çalışır gibi yamamak başka bir şey. Bu “yama gibi hissetme” duygusu aile ilişkilerimize bile etki ediyor. Bunu her yerde hissedebiliyorsun, her köşe başında karşılaşıyorsun. Ben “yama” olmak istemiyorum ve başkaları da “yama” olsun istemiyorum.
16 aydır yürüyoruz. Başta “Kürtlerin varlığı için yürüyoruz” dedik, ama kilometreleri aştıkça, tanışmalardan söyleşilere, okumalardan tartışmalara, herşey bambaşka bir boyut kazandı.
Eee, Peki bundan sonrası ?
Başta güzergahımızı belirlerken 4000 km yürüyeceğiz demiştik. Şimdiye dek 2900 km yol katettik. Kaldı yaklaşık 1100 km. Bundan sonraki etaplarımız Nice-Roma 650 km’lik bir yol. Bir de arada, ayak burkulması gibi nedenlerden eksik kalan güzergah parçaları vardı, onlar da yürünecek. Ve ardından son 250 km Lyon-Cenevre…
Bu arada bir de imza kampanyası başlatacağız.
Yürüyüşün sonu geldiğinde de, yani Cenevre’de, dosyamızı Birleşmiş Milletler’e verdikten sonra, cevaplarını beklerken, bir oturma eylemi yapacağız.
Onlara diyeceğiz ki: “Biliyoruz, ‘evet’ ya da ‘hayır’ diye bir cevap vermeyeceksiniz… Ama biz sizden en azından bize sesimizin duyulduğunu kanıtlayan bir cevap vermenizi bekliyoruz. Bu bir söz hakkı olabilir, ve/veya üye ülkelerden biri bir masa açılmasını talep ettiğine dair bir açıklama yapabilir…”
Bu final eylemi için, Cenevre, çevresi ve daha uzaklardan arkadaşlarımızın desteğini de bekliyoruz. Oturma eylemi için bir çok fikrimiz, hayalimiz var. Örneğin, desteğe gelecek misafirleri, gazetecileri ağırlamak ve bir yandan imza kampanyasını sürdürmek için çadır hayal ediyoruz. Bazı eğitici düşündürücü oyunlar düşünüyoruz “Bak bana, dokun bana. Var mıyım? Yok muyum?” gibi… Yürüyüşümüzün tarihçesini, yaşadıklarımızı, videolarını, fotoğraflarını sergilemek, öğrendiklerimizi, tanıdığımız insanları anlatmak istiyoruz. Deneyimimizi, paylaşmak istiyoruz, başka deneyimlere cesaret versin, gelecek dayanışma girişimlerine ilham versin diye…
Bir gün, Fransa’nın küçücük bir köyünde, orada yaşayanlarla sohbet ediyorduk. Bir köylü adam vardı, adı da Jean-Paul, yanıma geldi, koluma, omuzuma dokundu ve şöyle dedi “Nasıl ben yokum diyebilirsin? Sen varsın. Seni görüyorum, gözlerin, kulakların var. Sana dokunuyorum. Elbette ki varsın ve var olmaya devam edeceksin. Hadi yürümeye devam et, benim için de yürü…”
Siz ne yapabilirsiniz ?
Saadet ve Bahar’a destek olmak için yapabileceğiniz şeyler var. Olmaz mı?
- Öncelikle Existence March — EM Facebook sayfasına abone olun ve takip edebilirsiniz.
- Unutmayın, şu anda Fransa Dış İşleri Bakanlığı ile iletişime geçmeye çalışıyorlar. Anahtar olabilecek dostlarınız varsa, yardımcı olabilirsiniz.
- Gelecek hedef şimdiden belli: “Bütün yollar Roma’ya çıkar!” Güzergah üzerinde oturuyorsanız, konaklamarı ve insanlarla tanışmaları için hazırlık yapabilirsiniz.
- Bacaklarınıza güveniyorsanız, son etapta Saadet ve Bahar’e eşlik edebilir, Lyon-Cenevre yolunu yürüyebilirsiniz.
- Cenevre’deyseniz, final hazırlıkları, oturma eylemi süresince yapılabilecek etkinliklerin düzenlenmesi sizi bekliyor. İzlemeye devam!
Kedistan Saadet ve Bahar’dan sizleri haberdar etmeye devam edecek ve imza kampanyası açılır açılmaz da paylaşacak…
» Yazının Fransızcasına buradan ulaşabilirsiniz.
Söyleşimizin ertesi günü, Saadet ve Bahar, Cannes’daki arkadaşlarımızın yanıbaşındaydı, bu kez Sakine, Rojbîn ve Leyla için adalet istemek üzere…
Video Penaber Redur / Mala Kurda
Traductions & rédaction par Kedistan. | Vous pouvez utiliser, partager les articles et les traductions de Kedistan en précisant la source et en ajoutant un lien afin de respecter le travail des auteur(e)s et traductrices/teurs. Merci.
Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Kerema xwe dema hun nivîsên Kedistanê parve dikin, ji bo rêzgirtina maf û keda nivîskar û wergêr, lînk û navê malperê wek çavkanî diyar bikin. Spas
Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Kerema xwe dema hun nivîsên Kedistanê parve dikin, ji bo rêzgirtina maf û keda nivîskar û wergêr, lînk û navê malperê wek çavkanî diyar bikin. Spas