İki genç kürt kadının Kopen­hag’­dan başlayan yürüyüşünü duy­muş olmalısınız…

Güney Fransa’­da­ki arkadaşlarımız “Exis­tence March — EM” Nice’te ola­cak diye haber ver­ince hemen sefer­ber olduk. Uza­k­lar­dan da olsa, Bahar’ı tele­fon­la yakaladım. Bir soh­bet etmişiz ki tadı­na doyum yok.

Bahar, yol­da diz­lerinin üstüne düşüp sakat­lan­mış. Nice has­tane­si acil servi­sine gir­erken yakaladım onu. Kon­troller bit­tik­ten son­ra, güzel haber­ler­le gel­di. “Kırık yok, çat­lak yok, ama dok­tor üç haf­ta din­len­mem gerek­tiği­ni söyle­di. Bakalım nasıl devam edeceğiz…”

Biz Bahar’la konuşurken, Saadet, Can­nes’­da 22 Ocak, Pazar günü düzen­le­nen gös­teri yürüyüşüne katıl­mak üzere ayağının tozuy­la yola koyul­muş­tu bile…

İlk cüm­lel­er­den itibaren, tatlı ve sıcak bir muhab­bet gelip yer­leşiy­or ve Bahar’ı kırk senedir tanıy­or gibiy­im. Bütün akşam soh­bet ediy­oruz. Önümde­ki en son say­fayı numar­alıy­o­rum: 20 say­fa doldur­muşum… Ve hikaye çok güzel.

Öğrendik­ler­i­mi size olduğu gibi aktar­mak istiy­o­rum, Bahar’ın sözünü kesmeden…


Gir­işi­miniz tam olarak nedir?” diye soruy­o­rum. Bahar gülüy­or, “Ben sana kim olduğu­muzu anlatayım istersen, bak o zaman daha iyi anlay­a­cak­sın” diy­or, ve devam ediyor:

Biliy­or musun, yürüyüşün ilk günün­den beri bir gün­lük tutuy­oruz. Daha doğrusu bugüne kadar defter­leri altılamışız. Ama biz öyle sadece yürümüy­oruz. Bir yürüyüşten öte birşey bu. Çünkü yol boyun­ca, kitap okuy­oruz, hat­ta okuduk­larımız­dan not­lar alıy­or, özet çıkarıy­oruz, araştırıy­oruz, tartışıy­oruz, bil­gileniy­oruz. Geçtiğimiz yer­ler­den, karşılaştığımız insan­lar­dan da çok şey öğreniy­oruz. Biraz hay­at oku­lu gibi yani. Aslı­na bakarsan, biraz san­ki yüzme bilme­den denize atlamışız gibi oldu. Başlangıç­ta zor­luk­lar yaşadık…

Yol­da ilerledikçe, yön­tem­ler­im­iz, güz­er­gahımız, bildirim­iz, mesajlarımız da yol katet­ti, değişim­lere uğradı, gelişti…

Karşılaşma ve yeniden buluşma

Saadet ve ben, 2001 yılın­da tanıştık. Ben­im ailem Koçhis­ar’lı. Biz Orta anadolu Kürt­leriy­iz. Ben Ankara’­da doğ­dum büyüdüm. Babam aktivist biri falan da değil, daha çok apoli­tik bir insan, bir işadamı. Buna rağ­men, 90’lı yıl­lar­da Türkiye’yi ter­ket­mek zorun­da kalmış. Ailem­iz 8 sene son­ra Norveç’te bir araya gelebil­di, yani ben 17 yaşın­dayken. Saadet, Konya’lı bir aile­den geliy­or, yani o da Orta Anadolu Kürdü. O ben­den çok önce, 8 yaşın­dayken, işçi olarak gelen babasıy­la bir­lik­te Norveç’e gelmiş. Ben Stra­vanger’e geldiğimde tanıştık. Ben­im için kolay değil­di, dil de bilmiy­or­dum. Saadet bana çok destek oldu. Arkadaşlığımız bir sene sürdü, son­ra Saade­t’in aile­si taşındı.

Bir­bir­im­izi, taa on yıl son­ra Oslo’­da yeniden bul­duk. O dönemde ben Bergen’de yaşıy­or­dum, yeniden görüşm­eye başlayın­ca Saadet de Bergen’e gel­di ve net­icede 2012’de ev arkadaşı olduk. Ben üniver­sit­ede sosy­olo­ji okuy­or­dum, Saadet de “restau­rant manager“i olarak çalışıyordu.

Üniver­sit­ede 1982’de Kürt öğren­ci­leri bir araya getirmek için kurul­muş bir dernek vardı ama aktif değil­di. Baş­ka arkadaşlar­la bir­lik­te bu kuru­luşu yeniden aktif hale getirdik. Bu tip kuru­luşlar genelde siyasi örgüt veya par­til­er tarafın­dan yön­lendirilir ama biz bağım­sız olsun iste­dik. Kürdis­tan’ın 4 böl­gesin­den, Suriye, Irak, Türkiye ve İran’d­an gelen Kürt öğren­ci­leri bir araya topladık.. Birçok etkin­lik düzen­ledik. Hem kendimiz düşün­mek, öğren­mek istiy­or hem de Kürt’­leri tanıt­mak istiy­or­duk. Kim bu Kürt’ler, ne yer­ler, ne içer­ler, nasıl giyinir­ler, dil­leri, kültür­leri nedir? 23 Ekim 2011 Van deprem­ine, hat­ta 3 Ağus­tos 2014’de Şen­gal’in Işid tarafın­dan ele geçir­ilme­sine kadar, poli­ti­ka ile ilgilen­medik. Van için düzen­lediğimiz yardım kam­pa­nyasının tecrübe­siyle, Şen­gal için de sefer­ber olduk. Para, giye­cek, yardım malzemeleri topladık. Saadet üniver­sit­ede öğren­ci değil­di ama bütün bu etkin­lik­lerde ama biz­im­le birlikteydi.

Köklere dönüş

İşte bu dönemde “Artık bir git­mem­iz gerek” dedik. Ata­larımızın toprak­larını görmek iste­dik. Oldukça huzurlu bir dönem­di, çünkü henüz “çözüm süre­ci” sürüy­or­du. Türkiye’ye git­tik, Urfa’ya, çünkü ata­larımızın o bölge­den geldiği söyleniy­or­du. Ama baş­ka yer­leri de dolaştık. Amed’e de git­tik, Hasankeyf’e de… Göbek­li Tepe tapı­nağını görmeyi çok istiy­or­duk. Ben sosy­olo­ji okuduğum için de biraz, arayışımız bu priz­madan geçiy­or­du. Göbek­li Tepe bizi çok etkiledi.

Gökyüzüne açık, düzen­siz bir kazı alanı gibiy­di. San­ki kim istese bişeyler alıp götüre­bile­cek gibi, sahip­siz gibi. İns­anl­arın kumaş parçası düğüm­leyip dilek tut­tuğu bir “Dilek ağacı” vardı. Üzer­im­izde kul­lan­abile­ceğimiz kumaş parçası yok­tu, biz de ayakkabı bağlarımızı çıkarıp bağladık. Bel­ki de bu anlar güldüğümüz tek anlar oldu. Bütün bu zengin­lik­lerin, yöre insan­larının eğitim­si­zliğin­den isti­fade edil­erek, onun bunun eline bırakılmış olması bizi hüzün­lendir­di. Tapı­nağın önünde bir güzel ağladık, “Bel­ki de burası keşfedilmemiş olsa daha iyi olur­du” dedik .İlg­inç olan şey, son­radan Göbek­li Tepe’yi keşfe­den alman arke­olog Klaus Schmidt’in 20 tem­muz 2014’de olduğunu öğrendik, yani biz­im gez­imizin akşamı. Tuhaf bir şey, ahımız tut­muş gibi sanki…

Devlet ve siviller arasındaki ilişki

Son­ra 2015’te, ben Türkiye’ye yeniden git­tim, ama bu kez Suruç’a yöneldim.

Birşeyler yap­mak istiy­or­dum. Okul yanın­da, sağlık sek­töründe de çalıştığım için, şizofreni, asperg­er hasta­ları gibi konu­lar­da tecrübem vardı ve göç­men kam­pların­da­ki şart­ların zor­luğun­dan hab­er­dard­ım. Bel­ki bir fay­dam olur, bel­ki çocuk­lar­la çalışa­bilir­im diye düşündüm. Mardin’e git­tim, ve yöre belediye­siyle iletişim kur­dum. Erte­si gün Suruç’a gide­cek­tim ki, 20 Tem­muz 2015 günü pat­la­ma oldu. 33 kişi öldü. Ben de gidemed­im. Mardin Belediye­si, durum sakin­le­sene kadar git­meme­mi söyle­di. Ora­da öyle bloke olun­ca da ben­den bir tur­izm pro­je­si için yardım iste­dil­er. Üç haf­ta bu pro­je üzerinde çalıştım ama yüreğim rahat değildi…

Sosy­olo­jik bir bakışla ve insani bir yak­laşım­la şöyle diye­bilir­im, bu Tem­muz-Ağus­tos 2015 döne­minde, bir takım şey­lerin farkı­na vardım. Devlet ve siviller arasın­da­ki ilişkinin ne nok­ta­lara gelebile­ceği­ni gördüm.

Kızıl­te­pe, Nusay­bin, tan­klar… evinin önünde öldürülen yaşlı kadın­lar, kaos… O döneme kadar, etno-poli­tik konu­lara özel bir ilgi duy­mamıştım… Saadet Norveç’ten beni görm­eye gel­di ve bir haf­ta boyun­ca ne yapa­bile­ceğimizi konuş­tuk. Örneğin, böl­g­eye gelen sivil­lerin oluş­tur­duğu can­lı-kalkan gir­işim­leri vardı… Aslın­da Norveç’e dön­mem gerekiy­or­du ama biliy­or­dum ki, hiç bir şey yap­mazsam, kendi­mi asla affedemezdim.

Gerçek­ten de dön­mem gerekiy­or­du, çünkü Norveç’te bir etkin­liğe katıl­maya söz ver­miş­tim. Sosy­olog, İsm­ail Beşikçi gele­cek­ti, bir çok etkin­lik düzen­len­mişti ve Bergen’de, çeviri yapa­bile­cek düzeyde dil bilen, sosy­olo­jik ter­mi­nolo­jiye sahip bir tek ben vardım. Bu sorum­lu­luğu yer­ine getirmek için döndüm. Ardın­dan, baş­ka bir etkin­lik için Saade­t’le bir­lik­te bir kaç gün Portek­iz’e git­mem­iz gerekiy­or­du. Gittik.

Karar anı

Portek­iz’de geçirdiğimiz üç gün boyun­ca, gün­dem­den, haber­ler­den uzak kaldık. İnt­ern­et­imiz bile yok­tu. Artık dön­erken, yani 10 ağus­tos günü, ancak uçak­tan indiğimizde İnt­ern­et’e bağ­landık ve biz yokken nel­er olmuş, ve o anda nel­er oluy­or bakabildik…

Oto­büstey­dik. Karşı karşıya otur­muş, tele­fon­larımıza dalmıştık. O anda ben Cizre’de olan­ları okudum. Bodrum­ları, yakılan sivil­leri… Başımı kaldırdım ve Saade­t’e bak­tım. O da bana bak­tı. Göz­leri dolu doluy­du. Aynı şey­leri gör­müştü. Sadece tek bir sözcük söyle­di “Cizre.…”. Ben ise söyleye­cek hiç bir şey bulamıy­or­dum. “N’apı­caz?” dedi Saadet. “Gidicez” diye cevap verdim. Saadet “Ner­eye?” diye sor­du. “Sorum­lu mer­ci nere­siyse oraya. Bir­leşmiş Mil­letler’e mi?” ded­im. Saadet dedi ki “Yürüye­ceğiz”.

İşte yürüyüşümüz böyle doğ­du. Yani beş dakika­da bile değil, ama karşı konul­maz ve damar­dan bir, “birşeyler yap­ma” gereksinimiyle.

Nasıl yürüye­ceğiz?”, “Çan­ta­larımızı alıp, yola koyulup yürüye­ceğiz işte”. Eve git­tik. Arkadaşımız Nina gel­di. Nina baş­tan beri yanımız­da olan bir arkadaşımız. Tamam­layıcı üçüncü kişi, bütün bun­ların şahi­di olan kişi… O geldiğinde, biz evde­ki eşyaları topla­maya başlamıştık bile. Erte­si gün diğer arkadaşlarımı­zla top­landık. Grup­ta fark­lı fark­lı insan­lar vardı. Öğren­ci Bir­liğinin başkanı, sanatçı, müzisyen, aktivist arkadaşlar, hat­ta Bergen has­tanesinin yöneti­cisi… bir avukat arkadaşımız da tele­fon bağlan­tısıy­la katıldı toplan­tıya. Biz açık­la­mamızı yap­tık “Biz karar verdik yürüye­ceğiz! Yürüyüşümüz varoluşu­mu­zla ilgili ola­cak. Çok uzun süredir yok sayılıy­oruz. Ken­di hay­at­larımız üzerinde­ki hük­mümüz yok sayılıy­or. Biz­den önce­ki nesil­lerin hay­at­larının parça­landığını gördük. 80’li, 90’li yıl­lar­da, ana-babalarımızın hay­at­ları altüst oldu… Şim­di sıra biz­im nes­lim­izde. Bun­ları insan­lara anlat­mak istiy­oruz. Ne diy­or­sunuz ?”. Bir tek arkadaşımız bizi uyardı, ve aslın­da hak­lıy­dı da:  “Hazır­lık yap­manız gerek” dedi, “Bu büyük bir pro­je, hazır­lık gerek­tirir. Bir plan pro­gram yap­malısınız. Malze­m­eye, finansa ihtiy­acınız ola­cak. 6 ay verin ken­di­nize, hazır­lanın.” Biz şöyle cevap verdik “Hayır hemen başlıy­oruz. Bize yardım edin”. O zaman arkadaşlarımız bize destek ver­di “Bu güzel ve karar­lı bir gir­işim. Arkanız­dayız.”.

O akşam bir de gazet­eye haber verdik. Onları bek­lerken eşyalarımızı hazır­la­maya başladık. Ama dolaplarımızı açtığımız­da böyle bir yürüyüş için hiç de donanım­lı olmadığımızı far­ket­tik. İpek göm­lek­ler­im­iz ve topuk­lu ayakkabılarımı­zla, hiç ama hiç… Ama önem­li değil­di. Bir arkadaşımız donanım­lı bir arkadaşının evine götürdü bizi. Bize yürüyüş ayakkabılarını ve baş­ka gereksin­im­leri o ver­di. İşte böyle, yürüyüşün başın­da uzun bir süre ayağım­da iki numara büyük bir ayakkabıy­la yürüdüm. Biz ora­dayken gazete­cil­er gel­di ve röpor­taj yap­tılar. Son­ra beş kişi yeniden biz­im eve geldik ve bütün daireyi boşalt­tık, her şeyi depoya indirdik. Evde kiracıy­dık ve uzun süre ora­da otur­may­a­cağımızı biliy­or­duk, kira kon­tratımız de sürüy­or­du. Alel acele de olsa Nina’nın yer­im­izi ala­cak bir arkadaşını bile bul­duk. Tabii ki ev sahib­ine haber vermeden.

Ardın­dan üç gün ve üç gece, neredeyse hiç uyu­madan konuş­tuk, bildirim­izin, şartımızın nasıl ola­cağını tartıştık, yürüyüşümüze isim ve logo düşündük… “Varoluş” kavramın­dan yola çık­mak istiy­or­duk. “Exis­tence Move­ment” dedik. Kısaca EM oluy­or­du, ki bu da çok güzel­di, çünkü “em” Kürtçe’de “biz” demek. Ama “Move­ment” kulağa biraz poli­tik hareket gibi geliy­or­du. “Biz kimiz ki, var­lığımız yok sayılıy­or, nasıl poli­tik bir bağlan­tımız olsun?”. Bağım­sı­zlığımız konusun­da da net olmak istiyorduk.
Sonun­da “Exis­tence March — EM” isminde karar kıldık.

O döne­min kar­ala­maların­dan, not­ların­dan bir kaç örnek…
em-cahi­er-de-route‑1

 

Önce Oslo’­da­ki dernek­ler­le, akademisyen­lere iletişim kur­duk ve yola çık­tık. Oslo’­da bir ön çalış­ma, strate­jik bir hazır­lık yapıp, oradan Kopen­hag’a geçmek ve yürüyüşe başla­mak niyetindey­dik. Bu ara­da aileler­im­izin hala pro­je­den haberi yok­tu. Yola çık­mıştık ki annem aradı. Gazete yazısını oku­muş­tu, kaygılı ve kızgındı. “Hemen sana geliy­o­rum, konuşa­cağız!” dedi. “Anne bunun için biraz geç, biz yola çık­tık bile” diye cevap verdim. Ailel­er­le de bu şek­ilde aramız bozuldu.

Başlangıcın başlangıcı

Oslo’ya ulaştık, ama düşünceler­im­iz netleşmemişti, hala neyi nasıl yapacağımız bilemiyorduk.

Oslo’­da, bağım­sız dernek­ler tarafın­dan karşı­landık “Sol­i­dar­i­ty with Kürdis­tan”, “Oslo Kürt Öğren­cil­er Bir­liği” ve “Oslo Barış Evi”… Barış Evinin öner­isiyle, gerçek bir strate­ji belir­lemek için bir sem­i­ner düzen­ledik. Madem Bir­leşmiş Mil­letlere yürümek istiy­or­duk, güz­er­gahımızı BM bünyesinde ağır­lığı olan ülkel­er­den geçe­cek şek­ilde çizmeliy­dik. Bir bildiri ve uğradığımız ülkelerin Dış İşl­eri Bakan­lık­ları­na ver­ilme üzere bir seri soru hazır­la­mak istiy­or­duk. Bakan­lık­ların bu soru­lara verdik­leri yanıt­ları da, BM’e ulaştığımız­da vere­ceğimiz dosyaya yürüyüş boyun­ca yavaş yavaş ekle­mek istiy­or­duk. Hep bir­lik­te çok şey öğrendik. Oslo sem­i­neri 25 katılım­cıy­la başladı, ve kısa sürede daha da genişle­di. Daha en başın­dayken, böyle bir gir­işim için ne kadar deney­im­siz olduğu­muzu far­ket­til­er, ama yüreğimizi ortaya koy­duğu­muzu da gördüler. Hiç finan­sımız yok­tu. Bir kam­pa­nya açalım dedil­er. İlk etap­ta nelere gereksin­im­imiz olduğunu sor­du­lar. Sırt çan­tamız bile yok­tu. Çan­ta­lar, o dönemde Oslo’­da alındı. Teknik ve lojis­tik konu­lar­da çok hata yap­tık. Sırt çan­tası örneği ile devam eder­sek, yürüyüş deney­im­imiz olmadığı için, uygun olmayan mod­eller seçmişiz, eşyalarımızı içine en iyi şek­ilde nasıl yer­leştirmem­iz gerek­tiği­ni de bilmiy­or­duk. Deney­erek ve yanılarak öğrendik.

İlk bildirim­iz ve soru­larımız da Oslo’­da hazır­landı. Zar zor da olsa bakan­lık­tan iki kişiye ulaşa­bildik, ama bizi binadan içeri bile sok­madılar. Sırt çan­ta­larımı­zla, iki saat son­ra Kopen­hag’a hareket ede­cek­tik. Bu iki bakan­lık görevlisi, bel­geleri onlara dışar­da ver­mem­izi iste­dil­er, yani kapının önünde…

Ardın­dan gemiye bindik ve en sonun­da Kopen­hag’a geldik. Artık yürüyüşümüze başlayabilirdik…

Hatalardan ders almak

Daha son­ra, soru­larımız için yön­tem­ler bul­duk. Yeni bir ülk­eye girme­den önce, bize  mil­let vekil­ler­ine ulaştıra­bile­cek arkadaşlar arıy­oruz, ve mil­let vekil­leri ile iletişim kur­maya çalışıy­oruz. Soru­larımızın bakana, biz­im adımıza vekiller tarafın­dan sorul­masını sağla­maya çalışıy­oruz. Adım adım iler­liy­oruz yani… Bu şek­ilde Berlin, Ams­ter­dam, Brük­sel ve Paris’ten geçtik. Son­ra Roma’ya devam ede­ceğiz. Son durak ise Cenevre. Roma’­dan son­ra, Kuzey’e doğru aynı yolu tekrar yürümemek için, son etap Lyon ve Cenevre arasın­da yürünecek.

Ha, soru­larımıza cevap ver­il­di mi ?

Norveç cevap ver­di örneğin.

Karşılan­ma şart­ları ülke­den ülk­eye değişiy­or. Dan­i­marka’­da dosyamızı bir kori­dor köşesinde aldılar. Almanya’­da gazete­cil­er vardı, 45 daki­ka mis­afir edildik. Hol­lan­da’­da, çok kişiyle karşılaştık, danış­man­lar, vekiller, ama Bakan bize ran­de­vu ver­me­di. Brük­sel’de, Dış İşl­eri Bakan­lığın­da, 4 kişiyle bir saat­lik bir toplan­tı yap­tık. İçl­erinde, Türkiye, Orta-Doğu ve Kuzey Afri­ka uzmanı danış­man­lar vardı.
Fransa’­da 5 ay geçirdik. Çok yorgun­duk ve tam da Par­la­men­to’un yaz tatili döne­minde gelmişiz. Aslın­da fena da olmadı. Neden mi ?

Fransa’­da karşılaştığımız bir hukukçu arkadaş bizi karşısı­na aldı dedi ki : “Bildiriniz iyi yazıl­mamış. Diplo­matik mer­ci­lerin sizi dikkate almaları, cevap ver­meleri için, bildiriniz üzerinde çalış­manız gerek. Bildiriniz, bir yan­dan fazla mil­liyetçi gibi ve diğer azın­lık­lar umu­runuz­da degilmiş gibi algılanıy­or. Aslın­da umu­runuz­da, ve bu ken­di­nizi ifade ettig­inizde hemen ve net görülüy­or ama bildiri­den bu anlaşılmıy­or. Yap­mak iste­diğiniz şeyle bu bildiri arasın­da dağlar kadar fark var. Gir­işi­minizi net bir şek­ilde çerçevele­memek­le ken­di ken­di­nizi baltalıyorsunuz.”

İlk kez, birisi bize bu tarz şeyler söylüy­or­du… Bunu hal­let­mem­iz gerekiy­or­du. Bir de her ülkede, soru­ları o anda­ki gün­deme göre değiştiriy­or­duk. Anlaşılan bu da doğru bir yön­tem değildi.

Şim­di bildiri ve solu­larımızın üzerinde yeniden çalışıy­oruz. Fransa’ya da yeni yoru­mu vere­ceğiz. Ve bil­m­enizi istiy­oruz, Fransa dış İşl­eri Bakan­lığı­na ulaş­mamız gerekiy­or. Temaslar­da aracı ola­bile­cek ve vekiller­den tanıdık­ları olan arkadaşlar arıyoruz.

Marsilya’­da da bir baş­ka avukat da bize Bir­leşmiş Mil­letler’e iki birey olarak kab­ul edile­meye­ceğimiz, bir legal var­lığa sahip olmamız gerek­tiği­ni hatır­lat­tı. Azın­lık­lar­la ilgile­nen 700 kuru­luş var ve bun­lar­dan bir ya da birkaç tanesi­ni aracı olarak ala­bilirdik, ama aracı istemiy­oruz. Gir­işimin bir kuru­luşlar etkin­liği haline gelmesi­ni de istemiy­oruz, siv­il toplum kuru­luşlarının desteği­ni ama gir­işimin “siv­il itaat­sı­zlık” niteliğin­den uza­k­laş­ma­masını istiyoruz.

Peki biz tam olarak ne istiyoruz ?

Gir­işim­imizin “diplo­matik” yönün­den bah­set­meyi şun­ları söyley­erek bitire­bilir­im: BM’de birey­lerin, Kürt azın­lık­ların, ve hat­ta böl­ge­sine göre çoğun­luk­ların kültürel hak­larıy­la ilgilenecek bir masanın eksik olduğunu gözlem­liy­oruz. Poli­tik olarak değil, kültürel olarak… Net­icede, bir dil­im­iz, bir müz­iğimiz, bir kültürümüz var. BM’de Kürtler yok. Kori­dor­da bile yok­lar. Kim bu insan­lar? Mil­let mi desek, halk mı desek, insan­lar mı desek, göl­gel­er mi desek? “Kürt“lerden res­mi şek­ilde bah­set­mem­iz gerek­tiğinde, taa Sèvres anlaş­masını gömülü olduğu yer­den çıkar­mak zorun­da kalıy­oruz. Çünkü res­mi olarak tek söz konusu edildik­leri, yani “tanındık­ları” yer bu anlaş­ma. Kürt­lerin var­lığının az çok da olsa “res­mi olarak” tanın­masını istiy­oruz. Bir örnek alalım. Türkiye’de çoğun­luk olarak kürt­lerin yaşadığı bir şehir etnik neden­ler­le saldırıya uğradığın­da, saldırıya uğrayan halk türk vatan­daşı olarak kab­ul ediliy­or mesela! Suriye’le ilgili bir otu­rum düzen­lendiğinde, Kürtler tem­sil edilemiy­or, hat­ta gözlem­ci olarak bile katıl­ma olanakları yok. Örneğin, Ezidil­er tanındık­ları için, onların tem­sil­ci var, azın­lık­lar masası­na ve Irak hüküme­tine bağlı. Araştır­malar yap­tık ve öğrendik ki, tem­sil edilmeyen bir tek Kürtler değilmiş. Baş­ka halk­lar da var. Hindis­tan ve Sri Lanka’­da yaşayan Tamiller gibi. 80 mily­on­luk nüfus­ları­na rağ­men, onlar da tem­sil edilmiyor.

Bu yapılan­ma eksik­liği yüzün­den, rapor­lar da gereken yer­lere ulaşamıy­or ya da gecikiy­or. Örneğin Eylül’de ölen­lerin raporu bir­i­lerinin masası­na ancak mayıs ayın­da ulaşıy­or. İnanılm­az gecik­mel­er var. Bek­leme kam­pların­da tutu­lan­ların da dosyaları bu yüz­den iler­lemiy­or. Sorun­lar lis­te­si dil der­s­ler­ine kadar gide­biliy­or. Yabancı ülkel­erde­ki genç­lerin anadil­leri­ni öğren­meleri, koru­maları için gereken öğret­men­lerin atan­malarını bile etkileyebiliyor.

Eee, Avru­pa Par­lemen­to­su’n­da Kürtler için gözlem­cil­er yok mu? Var. Hol­lan­da’­da var, Almanya’­da Brük­sel’de var. Öyleyse neden Bir­leşmiş Mil­letler’de yok?

Kendini saydıracaksın!

Bütün bun­ların tek suçlusu savaş değil. Kürt­lerin, “Yak­laşık 40–45 mily­on Kürdün” sorum­lu­luk payı var. Bak­sanıza, içinde yaşadığımız çağ­da, Caret­ta caret­ta kaplumbağalarının bile sayısını biliy­oruz, ama Kürtler­den bahsederken hala “yak­laşık”, “aşağı yukarı”, “civarın­da”, “tah­min­lere göre”, gibi şeyler söyle­mek zorun­da kalmak öfke veri­ci. Neden ken­di sayımızı kendimiz bile bilmiy­oruz ? Kaplumbağalar­dan da mı önem­siz­iz biz?

Bir de kendimizi say­dır­mamız gerek. Bunun için de mağ­duriyet man­tığını bir kenara bırak­malıyız diye düşünüy­o­rum ben. Saadet hep der ki “Herkes ken­disi için ağlar”. Ben Kürtler­den sürek­li şunu duyuy­o­rum: “Bedel ödüy­oruz”. Hayır, ben hiç bir şeyin bedeli­ni ödemiy­o­rum. Ben de diye­bilir­im “Başımıza bir sürü şey gel­di, sokak­lar­da uyu­mak zorun­da kaldık, hat­ta yerde.… Parasız kaldık, yiye­cek birşey bula­madığımız oldu, ay aman of, çok bedel ödedik…” Hayır! Bir sis­teme son ver­mek istiy­or­san, başkaların­dan bek­le­meye­ceksin. Kaç kişi olduğu­muzu bilmiy­or­sak, kalkar ken­di kendimizi sayarız. Yasa dışı sayım yap­mak mesela, neden olmasın? Hadi sayalım…

Yok sayılan, red­dedilen şey biz­im özümüz. San­ki “yama” olmak gibi… Bir kumaş parçasını, ren­garenk bir elbis­eye değişik ren­kler kat­sın diye ekle­mek bir şey, yama gibi bir köş­eye, birşeyler sak­la­maya çalışır gibi yama­mak baş­ka bir şey. Bu “yama gibi his­setme” duy­gusu aile ilişk­i­ler­im­ize bile etki ediy­or. Bunu her yerde hissede­biliy­or­sun, her köşe başın­da karşılaşıy­or­sun. Ben “yama” olmak istemiy­o­rum ve başkaları da “yama” olsun istemiyorum.

16 aydır yürüy­oruz. Baş­ta “Kürt­lerin var­lığı için yürüy­oruz” dedik, ama kilo­me­treleri aştıkça, tanış­malar­dan söyleşilere, oku­malar­dan tartış­malara, herşey bam­baş­ka bir boyut kazandı.

Eee, Peki bundan sonrası ?

Baş­ta güz­er­gahımızı belir­lerken 4000 km yürüye­ceğiz demiştik. Şimdiye dek 2900 km yol katet­tik. Kaldı yak­laşık 1100 km. Bun­dan son­ra­ki eta­plarımız Nice-Roma 650 km’­lik bir yol. Bir de ara­da, ayak burkul­ması gibi neden­ler­den eksik kalan güz­er­gah parçaları vardı, onlar da yürünecek. Ve ardın­dan son 250 km Lyon-Cenevre…

Bu ara­da bir de imza kam­pa­nyası başlatacağız.

Yürüyüşün sonu geldiğinde de, yani Cenevre’de, dosyamızı Bir­leşmiş Mil­letler’e verdik­ten son­ra, cevap­larını bek­lerken, bir otur­ma eyle­mi yapacağız.

Onlara diye­ceğiz ki: “Biliy­oruz, ‘evet’ ya da ‘hayır’ diye bir cevap ver­meye­ceksiniz… Ama biz siz­den en azın­dan bize ses­imizin duyul­duğunu kanıt­layan bir cevap ver­m­enizi bek­liy­oruz. Bu bir söz hakkı ola­bilir, ve/veya üye ülkel­er­den biri bir masa açıl­masını talep ettiğine dair bir açık­la­ma yapabilir…”

Bu final eyle­mi için, Cenevre, çevre­si ve daha uza­k­lar­dan arkadaşlarımızın desteği­ni de bek­liy­oruz. Otur­ma eyle­mi için bir çok fikrim­iz, hay­al­im­iz var. Örneğin, desteğe gele­cek mis­afir­leri, gazete­ci­leri ağır­la­mak ve bir yan­dan imza kam­pa­nyasını sürdürmek için çadır hay­al ediy­oruz. Bazı eğiti­ci düşündürücü oyun­lar düşünüy­oruz “Bak bana, dokun bana. Var mıyım? Yok muyum?” gibi… Yürüyüşümüzün tar­i­hçesi­ni, yaşadık­larımızı, vide­o­larını, fotoğraflarını sergile­mek, öğrendik­ler­im­izi, tanıdığımız insan­ları anlat­mak istiy­oruz. Deney­im­imizi, pay­laş­mak istiy­oruz, baş­ka deney­im­lere cesaret versin, gele­cek dayanış­ma gir­işim­ler­ine ilham versin diye…

Bir gün, Fransa’nın küçücük bir köyünde, ora­da yaşayan­lar­la soh­bet ediy­or­duk. Bir köylü adam vardı, adı da Jean-Paul, yanı­ma gel­di, koluma, omuzu­ma dokun­du ve şöyle dedi “Nasıl ben yokum diye­bilirsin? Sen varsın. Seni görüy­o­rum, göz­lerin, kulak­ların var. Sana dokunuy­o­rum. Elbette ki varsın ve var olmaya devam ede­ceksin. Hadi yürüm­eye devam et, ben­im için de yürü…”

Siz ne yapabilirsiniz ?

Saadet ve Bahar’a destek olmak için yapa­bile­ceğiniz şeyler var. Olmaz mı?

  • Önce­lik­le Exis­tence March — EM Face­book say­fası­na abone olun ve takip edebilirsiniz.
  • Unut­mayın, şu anda Fransa Dış İşl­eri Bakan­lığı ile iletişime geçm­eye çalışıy­or­lar. Anahtar ola­bile­cek dost­larınız varsa, yardım­cı olabilirsiniz.
  • Gele­cek hedef şim­di­den bel­li: “Bütün yol­lar Roma’ya çıkar!” Güz­er­gah üzerinde otu­ruy­or­sanız, kon­akla­marı ve insan­lar­la tanış­maları için hazır­lık yapabilirsiniz.
  • Bacak­larınıza güveniy­or­sanız, son etap­ta Saadet ve Bahar’e eşlik ede­bilir, Lyon-Cenevre yol­unu yürüyebilirsiniz.
  • Cenevre’dey­s­eniz, final hazır­lık­ları, otur­ma eyle­mi süresince yapıla­bile­cek etkin­lik­lerin düzen­len­mesi sizi bek­liy­or. İzlem­e­ye devam!

Kedis­tan Saadet ve Bahar’­dan siz­leri hab­er­dar etm­eye devam ede­cek ve imza kam­pa­nyası açılır açıl­maz da paylaşacak…

» Yazının Fran­sız­cası­na buradan ulaşabilirsiniz.

Söyleşimizin ertesi günü, Saadet ve Bahar, Cannes’daki arkadaşlarımızın yanıbaşındaydı, bu kez Sakine, Rojbîn ve Leyla için adalet istemek üzere…
Video Penaber Redur / Mala Kurda

Traductions & rédaction par Kedistan. | Vous pouvez utiliser, partager les articles et les traductions de Kedistan en précisant la source et en ajoutant un lien afin de respecter le travail des auteur(e)s et traductrices/teurs. Merci.
Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Kerema xwe dema hun nivîsên Kedistanê parve dikin, ji bo rêzgirtina maf û keda nivîskar û wergêr, lînk û navê malperê wek çavkanî diyar bikin. Spas
Naz Oke on EmailNaz Oke on FacebookNaz Oke on Youtube
Naz Oke
REDACTION | Journaliste 
Chat de gout­tière sans fron­tières. Jour­nal­isme à l’U­ni­ver­sité de Mar­mara. Archi­tec­ture à l’U­ni­ver­sité de Mimar Sinan, Istanbul.