Türkçe | Français

Göç­men­ler yur­dunun göç­men fotoğrafçısı, Doğan Boz­taş ile siyah beyaz fotoğrafçılık üzer­ine söyleştik.

Onun­la ilk olarak 2019’un son­ların­da ikin­ci Patagonya yol­cu­luğu­mun arifesinde karşılaşmıştım. “Göç­men­ler yur­du” Marsilya’nın direniş mahalle­si La Plaine’de gerçek­leştirdiğim ilk siyah beyaz sergim, “Patagonya’ya yol­cu­luk” pro­jesinin hazır­lık sürecinde…

Bu röpor­ta­jı ise, Patagonya, Şili ve Ekva­tor Amazonu’na yap­tığım dayanış­ma yol­cu­luğu­mun dönüşünde, yani Covid-19 karan­ti­nasının kaldırıldığı gün­lerde, onun­la bir­lik­te Marsilya’da yap­tığımız özel bir fotoğraf turun­dan son­ra gerçekleştirmiştim.

Röpor­ta­ja geçme­den önce Marsilya’yı yurt edi­nen göç­men­lerin tar­i­hine şöyle kısa bir yol­cu­luk yapalım.

Marsilya nüfusu göç ardışık büyük dal­galar üzer­ine inşa edilmiş bir şehir. En büyük göç­leri on dokuzun­cu yüzyılın sonun­da İtalyanl­ar, yirmin­ci yüzyılın başın­da Erme­nil­er ve Kor­sikalılar, ve yirmin­ci yüzyılın ikin­ci yarısın­da Ceza­yirlil­er oluş­tur­du. Oysa Marsilya bir göç şehri olmadan önce her zaman tran­sit bir liman şehriy­di. Avru­pa’yı terk eden birçok gez­gin veya zulüm­den kaçan mül­te­cil­er için de bir mola şehriy­di. Özel­lik­le 1930’larda, yoğun­laşan göç dal­gası (Erme­nil­er, İsp­anyo­ll­ar ve Kor­sikalılar) şehrin koz­mopolit karak­teri­ni güçlendiren bir nüfus yenilen­me­sine neden oldu. Erme­nil­er çoğun­luk­la 1923 ve 1928 yıl­ları arasın­da geldil­er. Osman­lı soykırımın­dan kaçan 60.000 Ermeni göç­men sosyo-ekonomik hay­a­ta hızla ente­gre edilme­den önce derme çat­ma kam­plar­da yaşadılar. Beau­mont, Saint-Loup ve Sainte-Mar­guerite, Saint-Jérôme ve Saint-Mitre mahal­lelerinde köy çekird­ek­leri oluşturdular.

Marsilya ondokuzun­cu yüzyıl­da yabancı işgücü gerek­tiren hızlı sanay­ileşme ile Doğu ile Batı arasın­da dönüştürülmüş bir buluş­ma nok­tası haline gel­di. Bir­biri­ni izleyen göç dal­gaları giderek şehrin kim­liği­ni inşa ederken ve 1960’lardan itibaren dünyada­ki üçüncü Ermeni şehri, ilk Kor­sikalı şehri, ilk Como­ri­an şehri, Avru­pa’­da­ki üçüncü Yahu­di şehri ve önem­li Mağrip ve İtalyan toplu­luk­ları şehri olarak kab­ul edil­di. Bu dönemde Orta Doğu’­da­ki Lüb­nan ‘dan bile göç aldı.

90’lı yıl­lar­da yaşanan yeni göç dal­gasın­da ise yurt­ları özgür­lük­leri ırkçı ve inkar­cı bir devlet tarafın­dan yangın yer­ine çevrilen Türkiyeli Kürt mül­te­ci­lerin sığındığı bir yurt haline geldi.

Gerisi­ni artık Kürt göç­men fotoğrafçı Doğan Boztaş’tan dinleyelim.

Doğan Boztaş © sadik celik

Pho­to © Sadık Çelik

Mar­seille — La Plaine, 2020

• Önce­lik­le, kimdir Doğan Boz­taş? Nerede nasıl yaşar, ne yapar?

1981 Muş doğum­lu Kürdüm, ve tabi ki fotoğraf tutkunuyum. hay­atımın her anın­da yer almaya başladı. Fransa’nın Marsilya kentinde yak­laşık olarak on yıldır yaşıy­o­rum. İlk geldiğim yıl­lar­da şan­tiyede çalışarak geçim­i­mi sağlıy­or­dum. Daha son­ra mağaza­da ve göç­men­lerin kaldığı sığın­ma evin­de bir süre çalıştım. Son üç yıldır sadece fotoğrafçılık yapıy­o­rum huzur evi ve okullar­da atö­lye çalış­marım vardı pan­de­mi önce­sine kadar.  Şim­di ise işsiz birisiyim…

• Seni daha çok kendine has göç­men doku­lu siyah beyaz fotoğrafların­la tanıy­oruz. Neden siyah beyaz?

Siyah beyazı seviy­o­rum ve bu ben­im tarzım. Uzun den­emel­er yap­tık­tan son­ra siyah beyaza karar verdim. 5 yıldır siyah beyaz çalışıy­o­rum. Siyah beyaz fotoğraflar­da­ki kom­pozisy­on, ren­kli fotoğraflar­dan çok daha doyu­ru­cu ve daha etk­ili geliy­or bana. İns­anl­arın aklın­da daha çok yer ediyor.

Önce­lik­le fotoğraf bir “an” soyut­la­ma işidir. Yani bel­li bir kom­pozisy­onu soyut­la­yarak kay­detme işidir. Böylece fotoğrafa bakan izleyi­ci kadra­jın dışın­da kalan kıs­mı ve o anın önce­si veya son­rasını ken­di hay­alinde canlandırabilir.

Tıp­kı kitap okuduğunuz­da okuduk­larınızı hay­alin­izde görselleştir­m­eniz gibi. Fotoğrafın görsel sunumu ve illüzy­onu kom­pozisy­onu anlat­maya ve duygu­ları yan­sıt­maya daha müsait oluy­or. Ren­kli bir fotoğraf ile siyah beyazın farkını ben şöyle düşünüy­o­rum: gözümüz, genel­lik­le çevrem­izde­ki birçok ren­gi algılarken zih­n­i­mizde oluş­tur­duğu renk esini­ni baskın bir şek­ilde ön plan­da tutuy­or, siyah beyaz fotoğrafta ise iki renk arasın­da­ki gri ton­lar, renk cüm­büşü olmadan duygu­ları ön plana çıkarıy­or. Siyah beyaz fotoğrafta anlatıl­mak iste­nen olgu, size ren­k­lerin ve ton­ların çoğun­luğu­nun, kar­maşasını değil, ardı­na hüznü de alan bir yalın­lığı ve sadeliği sunar. Fark etmeden sen de o gücün ve duy­gu­nun içinde olur­sun. Ton­ların sana sun­duğu bir sihirdir aslın­da. Yıl­ların eskit­tiği o eski siyah beyaz fotoğraflar­da kişinin elbis­esinin ren­gi değil, bakışı, duy­gusu ifade­sidir akıl­da kalan. Tıp­kı Char­lie Chaplin’in kart­postal­ların­da gördüğümüz gibi.

Siyah beyaz fotoğraf, için de asıl konu yoğun­luğunu öne çıkar­mak­tadır. Kadraj, eylem odak­lan­ma… Örneğin bir göç esnasın­da, savaş­ta, yer­altın­da madende, Afrika’da açlık­ta, varoşlar­da, yal­nı­zlık­lar­da, kal­a­balık­lar­da kısacası yaşamın bütün “an“larında belge­sel fotoğraf, duyguyu öne çıkaran odak­lan­mayı, konu yoğun­luğunu öne çıkarır. Dolayısıy­la siyah beyazın ren­kli fotoğrafa kıyasla daha güçlü olduğunu düşünüyorum.

  • Doğan Boztaş

• Avrupa’da göç­men bir fotoğrafçı olmak nasıl bir şey?

Göç­men­lik denil­ince akla gelen büyük savaşların, yok­sul­luk­ların yanın­da hep­imizin yer değiştirmeleri de bir dünya göç­men­liğinin hali aslın­da. Dünyanın bir kıs­mının evleri üstüne bom­balar yağarken, dünyanın çok daha büyük bir kıs­mı fark­lı sebe­pler­le ter­cih ettiği bir hay­at için yol­lara çıkıy­or, göçüyor.

Göç’” cevap­sız ve son­suz bir soru dil­im­izde ve zih­n­i­mizde; bulun­duğu­muz yere kim­ler geliy­or? Vardığımız yerde bizi nel­er, kim­ler bek­liy­or? Göç yol­ları kime sev­inç, kime hüzün, kime esaret, kime özgür­lük, kime ölüm?…

Bu son­suz döngüde zaman ve mekan hızla dönüşürken yeni gelen fark­lı, fark­lı olan öte­ki oluy­or çoğun­luk­la. Kim son­radan gel­di, kim yer­li? Aslın­da herkes bir yer­ler­den geliy­or ve baş­ka yer­lere gidiyor.

Göç olgusu çoğun­luk­la mecburiyet­ten kay­naklanır ve içinde büyük bir çeşitlil­iğe sahip zor­lu, ked­er­li hikayel­er barındırır. Hele ki bir göç­men fotoğrafçı isen…

Bir yer­liye göre on kat daha fazla çalış­malısın. Baş­ta dil soru­nunu çözmek zorun­dasın. İşini kolay­laştır­man için devamın­da insan­lar­la dia­log kur­mak ve konu seçmek… Hep­si­ni bir bütün olarak puz­zle şek­linde oluş­tur­malısın. Ben­im dördüncü göçüm ve her seferinde hay­a­ta sıfır­dan başla­mak yer­ine her seferinde yeni bir iskelet oluş­tur­dum. Ama bu da beni her seferinde fark­lı güçlük­ler­le karşı kaşıya bırak­tı. İlk eta­plar­da kendi­mi bir tür­lü bu yeni sürece adapte edemiy­or­dum. Çok tabu­cu yaşıy­or­dum. Düşünsel ve duy­gusal olarak sürek­li geriye, geldiğim yere ülkeme dönüy­or­dum, bir şey­leri hep eksik hissediy­or­dum. Ancak bir süre son­ra artık geriye dönüşümün olmadığını anladığım­da bulun­duğum yere alış­maya koyuldum.

Ve bu süreç beni motive etm­eye başladı. Bir fotoğrafçı olarak ken­di kendime şöyle ded­im: “burası, yani Marsilya böl­ge­si, dünyanın gir­iş kapısı ve bura­da dünyanın hemen hemen her ülkesin­den bir çok insan var. Sen bir fotoğrafçısın ve bur­dan bir sürü şey çıkara­bilirsin”. Ve nitekim bir süre son­ra beni sınır­layan göç­men­lik duy­gusunu aşıp bu göç­men­ler yur­dunun fotoğrafçısı olmaya karar verdim.

Gerçek­ten de göç­men­lik duy­gusuna takılıp kalmak, sürek­li o duyguy­la yaşa­mak beni edil­gen yapıy­or, sınır­lıy­or­du. Oysa ben bir fotoğrafçıy­dım ve bu beni özgür­leştire­cek yegane silahımdı. Çünkü artık göç­men olmak­tan çok yaratıcılık önem­liy­di ben­im için.

• Tar­i­hi sosyal demografisi daha çok göç­men nüfusuy­la anılan bu koz­mopolit Akd­eniz kentinde seni fotoğrafçı olarak en çok kendine çeken şey nedir desem, Doğan Boztaş?

Marsilya gerçek­ten mul­ti kültürel, ve göç­men popülasy­onu çok zen­gin bir şehir. Bu anlam­da bir fotoğrafçı olarak bu böl­genin her yerinde göç­men­lik olgusunu iste­diğin anda iste­diğin yerde fotoğraflayabilirsin.

Dolayısıy­la daha çok göç­men poli­tikaları üzer­ine yoğun­laştım. Marsilya göç­men popülasy­onun­dan ötürü jeokültürel olarak göç­men­ler üzer­ine pek çok poli­tikanın denediği bir şehir. Göç­men­leri sürek­li bir şek­ilde şehrin uza­ğın­da­ki alan­lara kay­dıran poli­tikalar uygu­lanıy­or. Bunu çok son­ra, yani 2016’da far­ket­tim ve sorgu­la­maya başladım. “Bu insan­lar neden yer­siz yurt­suz bırakılıy­or, neden baş­ka yer­lere sürülüy­or, neden eski binalar­da yaşa­mak zorun­da bırakılıy­or­lar?” diye sor­maya başladım.

• Deni­zle iç içe tar­i­hi mimarisi ve kendine has sosyal yer­leşkeleri ile aynı zaman­da bir tur­izm ken­ti olan Marsilya, son yıl­lar­da tartış­malı kentsel dönüşüm pro­jeleriyle anıl­maya başladı. Eski bir halk mahalle­si olan “La Plaine” eks­eninde gelişen bu “yıkım” pro­jeleri, mahallede­ki mev­cut konut soru­nunu çözmek yer­ine, yer­leşkeyi emlak spekülatör­ler­ine pazarla­mak amacıy­la gerçek­leştir­iliy­or gibi. Bir fotoğrafçı olarak senin de bire­bir tanık­lık ettiğin bu yıkım pro­jeleri ile ilgili nel­er söyle­mek istersin?

Tam da dediğin gibi bir şey yarat­maya çalışıy­or­lar. Yani bir “Mil­li Barselona” yarat­maya çalışıy­or­lar. Özel­lik­le göç­men­lerin kuzey mahal­leler­ine yer­leştir­ilm­eye çalışıl­masının sebe­bi de budur. La Plaine, genel­lik­le sol anarşist çevrelerin göç­men­ler­le dayanış­ma halinde iç içe yaşadığı bir mahalle ve son beş yıldır sürek­li bir baskı ve taciz altın­da. Çünkü mahalle çok merkezi bir yerde ve eski tar­i­hi evleriyle kendine has bir dokusu var. Dolayısıy­la sis­tem bu demografik yapıyı bozup yer­ine ser­mayeyi kon­um­landıran bir planı hay­a­ta geçirm­eye çalışıy­or. Yani hal­ka ait olan bir yer­leşkeyi halkın elin­den alıp ser­maye ve mafya çevreler­ine sat­mak istiyor.

İlk olarak 2018’de mahalle parkın­da başlatılan yıkım pro­je­si halkın büyük bir kes­i­minin katıldığı büyük bir direnişle karşı­landı. Park­ta bulu­nan tar­i­hi ağaçlık alan­da savun­ma kollek­ti­fleri oluş­tu­rul­du. Çocuk­lara yöne­lik etkin­lik­ler baş­ta ola­mak üzere, günü bir­lik halk forum­ları düzen­len­di. Bu neden­le Gezi direnişine ben­zetil­di hat­ta… Parkın için­de­ki direnişi kır­mak, uza­k­laştır­mak için büyük saldırılar, gözaltılar yapıldı. Direnişçil­er park alanın­dan zor­la ve polis şid­de­tiyle çıkarılıp, parkın etrafı beton bariy­er­ler­le kap­atıl­maya çalışıldı. Ancak halk bu beton bariy­er­leri yer­le bir etti. Bunun üzer­ine pro­je uygu­layıcıları halkın bu sert direnişi karşısın­da pro­jeyi biraz yumuşatarak, revize ederek kab­ul edilebilir hale getirm­eye çalıştılar. Polis güç­leri refakatinde pro­jeyi uygu­la­maya devam ettil­er. Ama tama­men de parkı ortadan kaldıramadılar.

Bu süreç sadece park­la sınır­lı kalmadı tabii. Bir çok böl­genin demografisi­ni değiştirdil­er. Örneğin göç­men­lerin kalan yer­leri­ni tama­men kuzey mahal­leler­ine taşıdılar. Özel­lik­le sahil ve kıyı mahal­lelerinde­ki insan­ları toplu olarak çıkarıp kuzey­de­ki HLM1dedik­leri binalara yer­leştirdil­er. Bu süreçte yapılan­lara ve protesto yürüyüş­ler­ine biz­zat tanık oldum. Yine aynı gün­lerde iki tra­jik olaya tanık­lık ettim. Çöken iki eski bina­da dokuz göç­men hay­atını kaybetti.

• Peki bunun­la ilgili bir çalış­ma yap­tın mı?

Evet. “Marsilya Yas­ta” adlı bir çalış­ma yap­tım. La Plaine parkın­da­ki yıkım pro­je­si önce­si ve son­rası ile çöken binaları konu alan bu pro­je­mi gerçek­leştirdim ve bir kaç yerde sergiled­im. Aynı zaman­da dokuz fotoğrafçı­dan oluşan bir gurup olarak, çöken binaların altın­da kalıp yaşamını kaybe­den ailel­er­le dayanış­mak için yardım amaçlı kollek­tif “Colère Blanche” (Beyaz Öfke) adlı iki gün­lük bir ser­gi düzen­ledik. Sergi­den elde edilen geliri de Marsilya’daki “5 Kasım Kollek­ti­fi” (Le Col­lec­tif du 5 novem­bre) aracılığı ile ilgili ailelere ulaştırdık.

• Koron­avirüs karan­ti­nası şu an da pek çok ülkede bel­li sınır­lar içinde kalk­mış olsa da, pan­de­mi koşulların­da yaşayan herkes gibi, fotoğrafçılar da haf­ta­lar süren bir “sosyal tecrit” yaşadılar. Bir fotoğrafçı olarak insan­lığın yaşadığı bu tar­ih­sel pan­de­mi, senin için nasıl bir psikolo­ji yarat­tı? Bu koşulların gün­de­lik hay­a­ta düşen fotoğraflarını kayd­ede­bildin mi ya da bu konu­da her han­gi bir pro­je düşündün mü?

Dünya genelinde kim­s­enin sokak­lar­da olmayışı her halde ilk kez yaşanıy­or ve buna da biz denk geldik. Bir fotoğrafçı olarak ben bu süre­ci her yönüyle şehir şehir arşivle­mek ister­dim. Şehir dışı­na çıka­masam da bulun­duğum şehirde hemen hemen her gün dışarı çık­tım. Hat­ta baş­ka baş­ka adresler bulup yer edin­m­eye çalışıy­or­dum. Ama ne ne yazık ki herkes gibi bende şehir dışı­na çıka­madım. Ama Marsilya içinde iki ay boyun­ca insan­ların ruh hal­leri­ni fotoğrafla­maya çalıştım. Örneğin burada­ki bul­var­da… Her gün üç kadının üç tas­malı köpeğiyle o bul­var­da yürüyüşe çık­ması çok entere­sandı. Yine ayrı­ca bir orman­lık alan­da, örneğin “Doğal Park“ta ya da denizde, doğanın ken­disiyle nasıl baş başa daha özgür daha ahen­kli olduğunu; hay­van­ların, ağaçların, otların, çiçek­lerin nasıl bir ara­da bir­bir­leri­ni tamam­ladığını gördüm.

Dogan Boztas

Örneğin sahilde mas­mavi bir denizde yal­nız başı­na bir balıkçı tek­ne­si ile tertem­iz mas­mavi bir gökyüzünü bir ara­da gördüğümde, “işte ded­im, yaşadığımız bu özel tar­ih­sel “an“ın fotoğrafı bu!”. Ya da güneşin denize vuruşuy­la, balık­ların bir ara­da oynaş­ması, bende bu olağanüstü gün­leri sorgu­la­mam için önem­li bir etki yarat­tı. Baş­ka bir kaç fotoğraf “an“ından söz etmem gerekirse… Mesela, pan­dem­i­nin ilk haf­ta­ların­da sokak­ta karşılaşan iki insanın beş metre öte­den yol değiştirip tedir­gin bir şek­ilde bir­bir­lerinden uza­k­laş­ması, mesela sosyal mesafe halinde alışver­iş kuyruk­ları, mesela elden ele yardım­laş­malar, mesela ıssız sokak­lar­da­ki derin ölü sessizliği…

Dogan Boztas

• Son olarak, seni en çok etk­ileyen bir anın­la söyleşimizi nok­ta­lay­alım istersen…

İlk geldiğim zaman­lar­da Marsilya’nın kuzey mahallesinde (HLM) devlet konut­ların­da kalıy­or­dum. O dönem­lerde güney böl­gesinde muhabir­lik yapıy­or­dum. Bir gün şehre git­mek için evden çık­tım. Sitenin önüne doğru iler­lerken objek­ti­fi­mi evde unut­tuğu­mu far­ket­tim. Geri dönüp objek­ti­fi­mi almaya giderken arkam­dan motor­lu birisinin beni takip ettiği­ni far­ket­tim. Dur­dum ve moto­sik­letliye yarım yamalak fran­sız­cam­la “neden beni takip ediy­or­sun ?” ded­im Bana, “sen bura­da mı otu­ruy­or­sun ?” diye sor­du. “Evet, iki yıldır bu sit­edey­im!” diye cevap­ladım. “ben seni hiç görmed­im” dedi.

Tam binaya girdiğim sıra­da bir ıslık sesinin ardın­dan etrafım­da sek­iz kişi top­landı, neye uğradığımı şaşırdım! Bir kaç saniye içinde, şiş­man koca gövdeli bir adam gel­di ve ben­den kim­liği­mi iste­di. Red­det­tim ve ded­im ki “ben bu bina­da otu­ruy­o­rum”. İnanm­adılar ve ben­im polis olduğu­mu düşünüp fran­sız­cayı da bil­inçli olarak böyle konuş­tuğu­mu sandılar. “Eve çık­mak zorun­dayım ve git­mem gerekiy­or” desem de bu epey bir zaman aldı tabii ! asan­sörde 4 kişi ben­le geri kalan 4 kişi ise mer­di­ven­le aynı anda evin kapısın­da oldu­lar ! Ben kapıyı açıp içeri girdik­ten son­ra da gittiler.

İki­nci bir anı… Kuzey mahalle­sine kuzen­imin evrak işlem­ler­ine ter­cü­man­lık yap­mak için git­miş­tim. Akşam güneşinin altın ışık­larıy­la aydın­lat­tığı uzun­ca bir binanın önüne geldiğimizde binanın ren­garenk balkon­ların­da asılı elbisel­er, bisik­let ve bir grafi­tinin müthiş bir kom­pozisy­on oluş­tur­duğunu far­ket­tim. Bu güzel illüzy­on anını kay­det­meliy­dim. Kuzen­ime ded­im ki “bek­le, biraz­dan gele­ceğim”. Tam mak­i­nayı hazır­layıp fotoğraf çekiy­or­dum ki, bir anda iki genç beni boğa­zladı ve mak­i­namı kır­mak iste­dil­er. Aynı anda bir grup da uza­k­tan izle­mek­tey­di. Derken bir ara­ba yak­laştı ve direk­siyon­da­ki adam onlara “kim­miş?” dedi. Onlar da cev­aben, ve küfred­erek “fotoğraf çekiy­or bura­da!” dedil­er. Alt­mış yaşların­da beyaz saçlı koca göbek­li adam, öfkeyle arabadan inip yanı­ma gel­di ve “Uza buradan, uğra­ma bir daha! Ne olduğun umrum­da değil” dedi. Geri dönüp kuzen­ime geldim ordan da oku­la gittik.
İşte böyle!…

Dogan Boztas

Fotoğrafçı, sürek­li büyülü ve manyetik bir alan­da gezinir gibidir. Obj­eye yak­laştıkça daha derin­lere inmek ister. Ama bazen bu derin­lerde onu bek­len­medik tal­ih­siz sür­pri­zler bek­ler. Fotoğrafçı, derin­lik ayarının bedeli­ni bazen büyük sürgün­ler­le, bazen esare­tle ve bazen de hay­atıy­la öder. Dahası bütün iyi fotoğrafçılar bu bedeli bil­erek yaşar. Tıp­kı belge fotoğrafının savaşçısı, Robert Capa gibi…

Hay­at­larının son anları­na kadar büyülü bir derin­lik duy­gusuy­la, unutul­maz fotoğraflar çeken yani gerçek­liği , siyah beyazın güçlü duygu kon­trast­larıy­la “baş­ka tür­lü” ve yeniden yaratan bütün belge fotoğrafçıları­na sev­gi ve saygıyla …

Teşekkür­ler, göç­men yur­dunun siyah beyaz fotoğrafçısı!
Bir daha­ki sef­ere ZAD’da görüşmek üzere…

Bu röpor­ta­jın ardın­dan, hazır karan­ti­na da kalk­mışken, ben de ken­di yur­du­ma, ZAD’a doğru yola çıktım…

Nantes — ZAD NDDL, La Pruche


Fotoğraf: Sadık Çelik

Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Sadık Çelik on EmailSadık Çelik on Facebook
Sadık Çelik
REDACTION | Journaliste 
Pho­tographe activiste, lib­er­taire, habi­tant de la ZAD Nddl et d’ailleurs. Aktivist fotoğrafçı, lib­ert­er, Notre Dame de Lan­des otonom ZAD böl­gesinde yaşıy­or, ve diğer otonom bölge ve mekan­lar­da bulunuyor.