Türkçe | Français
Göçmenler yurdunun göçmen fotoğrafçısı, Doğan Boztaş ile siyah beyaz fotoğrafçılık üzerine söyleştik.
Onunla ilk olarak 2019’un sonlarında ikinci Patagonya yolculuğumun arifesinde karşılaşmıştım. “Göçmenler yurdu” Marsilya’nın direniş mahallesi La Plaine’de gerçekleştirdiğim ilk siyah beyaz sergim, “Patagonya’ya yolculuk” projesinin hazırlık sürecinde…
Bu röportajı ise, Patagonya, Şili ve Ekvator Amazonu’na yaptığım dayanışma yolculuğumun dönüşünde, yani Covid-19 karantinasının kaldırıldığı günlerde, onunla birlikte Marsilya’da yaptığımız özel bir fotoğraf turundan sonra gerçekleştirmiştim.
Röportaja geçmeden önce Marsilya’yı yurt edinen göçmenlerin tarihine şöyle kısa bir yolculuk yapalım.
Marsilya nüfusu göç ardışık büyük dalgalar üzerine inşa edilmiş bir şehir. En büyük göçleri on dokuzuncu yüzyılın sonunda İtalyanlar, yirminci yüzyılın başında Ermeniler ve Korsikalılar, ve yirminci yüzyılın ikinci yarısında Cezayirliler oluşturdu. Oysa Marsilya bir göç şehri olmadan önce her zaman transit bir liman şehriydi. Avrupa’yı terk eden birçok gezgin veya zulümden kaçan mülteciler için de bir mola şehriydi. Özellikle 1930’larda, yoğunlaşan göç dalgası (Ermeniler, İspanyollar ve Korsikalılar) şehrin kozmopolit karakterini güçlendiren bir nüfus yenilenmesine neden oldu. Ermeniler çoğunlukla 1923 ve 1928 yılları arasında geldiler. Osmanlı soykırımından kaçan 60.000 Ermeni göçmen sosyo-ekonomik hayata hızla entegre edilmeden önce derme çatma kamplarda yaşadılar. Beaumont, Saint-Loup ve Sainte-Marguerite, Saint-Jérôme ve Saint-Mitre mahallelerinde köy çekirdekleri oluşturdular.
Marsilya ondokuzuncu yüzyılda yabancı işgücü gerektiren hızlı sanayileşme ile Doğu ile Batı arasında dönüştürülmüş bir buluşma noktası haline geldi. Birbirini izleyen göç dalgaları giderek şehrin kimliğini inşa ederken ve 1960’lardan itibaren dünyadaki üçüncü Ermeni şehri, ilk Korsikalı şehri, ilk Comorian şehri, Avrupa’daki üçüncü Yahudi şehri ve önemli Mağrip ve İtalyan toplulukları şehri olarak kabul edildi. Bu dönemde Orta Doğu’daki Lübnan ‘dan bile göç aldı.
90’lı yıllarda yaşanan yeni göç dalgasında ise yurtları özgürlükleri ırkçı ve inkarcı bir devlet tarafından yangın yerine çevrilen Türkiyeli Kürt mültecilerin sığındığı bir yurt haline geldi.
Gerisini artık Kürt göçmen fotoğrafçı Doğan Boztaş’tan dinleyelim.
Marseille — La Plaine, 2020
• Öncelikle, kimdir Doğan Boztaş? Nerede nasıl yaşar, ne yapar?
1981 Muş doğumlu Kürdüm, ve tabi ki fotoğraf tutkunuyum. hayatımın her anında yer almaya başladı. Fransa’nın Marsilya kentinde yaklaşık olarak on yıldır yaşıyorum. İlk geldiğim yıllarda şantiyede çalışarak geçimimi sağlıyordum. Daha sonra mağazada ve göçmenlerin kaldığı sığınma evinde bir süre çalıştım. Son üç yıldır sadece fotoğrafçılık yapıyorum huzur evi ve okullarda atölye çalışmarım vardı pandemi öncesine kadar. Şimdi ise işsiz birisiyim…
• Seni daha çok kendine has göçmen dokulu siyah beyaz fotoğraflarınla tanıyoruz. Neden siyah beyaz?
Siyah beyazı seviyorum ve bu benim tarzım. Uzun denemeler yaptıktan sonra siyah beyaza karar verdim. 5 yıldır siyah beyaz çalışıyorum. Siyah beyaz fotoğraflardaki kompozisyon, renkli fotoğraflardan çok daha doyurucu ve daha etkili geliyor bana. İnsanların aklında daha çok yer ediyor.
Öncelikle fotoğraf bir “an” soyutlama işidir. Yani belli bir kompozisyonu soyutlayarak kaydetme işidir. Böylece fotoğrafa bakan izleyici kadrajın dışında kalan kısmı ve o anın öncesi veya sonrasını kendi hayalinde canlandırabilir.
Tıpkı kitap okuduğunuzda okuduklarınızı hayalinizde görselleştirmeniz gibi. Fotoğrafın görsel sunumu ve illüzyonu kompozisyonu anlatmaya ve duyguları yansıtmaya daha müsait oluyor. Renkli bir fotoğraf ile siyah beyazın farkını ben şöyle düşünüyorum: gözümüz, genellikle çevremizdeki birçok rengi algılarken zihnimizde oluşturduğu renk esinini baskın bir şekilde ön planda tutuyor, siyah beyaz fotoğrafta ise iki renk arasındaki gri tonlar, renk cümbüşü olmadan duyguları ön plana çıkarıyor. Siyah beyaz fotoğrafta anlatılmak istenen olgu, size renklerin ve tonların çoğunluğunun, karmaşasını değil, ardına hüznü de alan bir yalınlığı ve sadeliği sunar. Fark etmeden sen de o gücün ve duygunun içinde olursun. Tonların sana sunduğu bir sihirdir aslında. Yılların eskittiği o eski siyah beyaz fotoğraflarda kişinin elbisesinin rengi değil, bakışı, duygusu ifadesidir akılda kalan. Tıpkı Charlie Chaplin’in kartpostallarında gördüğümüz gibi.
Siyah beyaz fotoğraf, için de asıl konu yoğunluğunu öne çıkarmaktadır. Kadraj, eylem odaklanma… Örneğin bir göç esnasında, savaşta, yeraltında madende, Afrika’da açlıkta, varoşlarda, yalnızlıklarda, kalabalıklarda kısacası yaşamın bütün “an“larında belgesel fotoğraf, duyguyu öne çıkaran odaklanmayı, konu yoğunluğunu öne çıkarır. Dolayısıyla siyah beyazın renkli fotoğrafa kıyasla daha güçlü olduğunu düşünüyorum.
• Avrupa’da göçmen bir fotoğrafçı olmak nasıl bir şey?
Göçmenlik denilince akla gelen büyük savaşların, yoksullukların yanında hepimizin yer değiştirmeleri de bir dünya göçmenliğinin hali aslında. Dünyanın bir kısmının evleri üstüne bombalar yağarken, dünyanın çok daha büyük bir kısmı farklı sebeplerle tercih ettiği bir hayat için yollara çıkıyor, göçüyor.
“Göç’” cevapsız ve sonsuz bir soru dilimizde ve zihnimizde; bulunduğumuz yere kimler geliyor? Vardığımız yerde bizi neler, kimler bekliyor? Göç yolları kime sevinç, kime hüzün, kime esaret, kime özgürlük, kime ölüm?…
Bu sonsuz döngüde zaman ve mekan hızla dönüşürken yeni gelen farklı, farklı olan öteki oluyor çoğunlukla. Kim sonradan geldi, kim yerli? Aslında herkes bir yerlerden geliyor ve başka yerlere gidiyor.
Göç olgusu çoğunlukla mecburiyetten kaynaklanır ve içinde büyük bir çeşitliliğe sahip zorlu, kederli hikayeler barındırır. Hele ki bir göçmen fotoğrafçı isen…
Bir yerliye göre on kat daha fazla çalışmalısın. Başta dil sorununu çözmek zorundasın. İşini kolaylaştırman için devamında insanlarla dialog kurmak ve konu seçmek… Hepsini bir bütün olarak puzzle şeklinde oluşturmalısın. Benim dördüncü göçüm ve her seferinde hayata sıfırdan başlamak yerine her seferinde yeni bir iskelet oluşturdum. Ama bu da beni her seferinde farklı güçlüklerle karşı kaşıya bıraktı. İlk etaplarda kendimi bir türlü bu yeni sürece adapte edemiyordum. Çok tabucu yaşıyordum. Düşünsel ve duygusal olarak sürekli geriye, geldiğim yere ülkeme dönüyordum, bir şeyleri hep eksik hissediyordum. Ancak bir süre sonra artık geriye dönüşümün olmadığını anladığımda bulunduğum yere alışmaya koyuldum.
Ve bu süreç beni motive etmeye başladı. Bir fotoğrafçı olarak kendi kendime şöyle dedim: “burası, yani Marsilya bölgesi, dünyanın giriş kapısı ve burada dünyanın hemen hemen her ülkesinden bir çok insan var. Sen bir fotoğrafçısın ve burdan bir sürü şey çıkarabilirsin”. Ve nitekim bir süre sonra beni sınırlayan göçmenlik duygusunu aşıp bu göçmenler yurdunun fotoğrafçısı olmaya karar verdim.
Gerçekten de göçmenlik duygusuna takılıp kalmak, sürekli o duyguyla yaşamak beni edilgen yapıyor, sınırlıyordu. Oysa ben bir fotoğrafçıydım ve bu beni özgürleştirecek yegane silahımdı. Çünkü artık göçmen olmaktan çok yaratıcılık önemliydi benim için.
• Tarihi sosyal demografisi daha çok göçmen nüfusuyla anılan bu kozmopolit Akdeniz kentinde seni fotoğrafçı olarak en çok kendine çeken şey nedir desem, Doğan Boztaş?
Marsilya gerçekten multi kültürel, ve göçmen popülasyonu çok zengin bir şehir. Bu anlamda bir fotoğrafçı olarak bu bölgenin her yerinde göçmenlik olgusunu istediğin anda istediğin yerde fotoğraflayabilirsin.
Dolayısıyla daha çok göçmen politikaları üzerine yoğunlaştım. Marsilya göçmen popülasyonundan ötürü jeokültürel olarak göçmenler üzerine pek çok politikanın denediği bir şehir. Göçmenleri sürekli bir şekilde şehrin uzağındaki alanlara kaydıran politikalar uygulanıyor. Bunu çok sonra, yani 2016’da farkettim ve sorgulamaya başladım. “Bu insanlar neden yersiz yurtsuz bırakılıyor, neden başka yerlere sürülüyor, neden eski binalarda yaşamak zorunda bırakılıyorlar?” diye sormaya başladım.
• Denizle iç içe tarihi mimarisi ve kendine has sosyal yerleşkeleri ile aynı zamanda bir turizm kenti olan Marsilya, son yıllarda tartışmalı kentsel dönüşüm projeleriyle anılmaya başladı. Eski bir halk mahallesi olan “La Plaine” ekseninde gelişen bu “yıkım” projeleri, mahalledeki mevcut konut sorununu çözmek yerine, yerleşkeyi emlak spekülatörlerine pazarlamak amacıyla gerçekleştiriliyor gibi. Bir fotoğrafçı olarak senin de birebir tanıklık ettiğin bu yıkım projeleri ile ilgili neler söylemek istersin?
Tam da dediğin gibi bir şey yaratmaya çalışıyorlar. Yani bir “Milli Barselona” yaratmaya çalışıyorlar. Özellikle göçmenlerin kuzey mahallelerine yerleştirilmeye çalışılmasının sebebi de budur. La Plaine, genellikle sol anarşist çevrelerin göçmenlerle dayanışma halinde iç içe yaşadığı bir mahalle ve son beş yıldır sürekli bir baskı ve taciz altında. Çünkü mahalle çok merkezi bir yerde ve eski tarihi evleriyle kendine has bir dokusu var. Dolayısıyla sistem bu demografik yapıyı bozup yerine sermayeyi konumlandıran bir planı hayata geçirmeye çalışıyor. Yani halka ait olan bir yerleşkeyi halkın elinden alıp sermaye ve mafya çevrelerine satmak istiyor.
İlk olarak 2018’de mahalle parkında başlatılan yıkım projesi halkın büyük bir kesiminin katıldığı büyük bir direnişle karşılandı. Parkta bulunan tarihi ağaçlık alanda savunma kollektifleri oluşturuldu. Çocuklara yönelik etkinlikler başta olamak üzere, günü birlik halk forumları düzenlendi. Bu nedenle Gezi direnişine benzetildi hatta… Parkın içindeki direnişi kırmak, uzaklaştırmak için büyük saldırılar, gözaltılar yapıldı. Direnişçiler park alanından zorla ve polis şiddetiyle çıkarılıp, parkın etrafı beton bariyerlerle kapatılmaya çalışıldı. Ancak halk bu beton bariyerleri yerle bir etti. Bunun üzerine proje uygulayıcıları halkın bu sert direnişi karşısında projeyi biraz yumuşatarak, revize ederek kabul edilebilir hale getirmeye çalıştılar. Polis güçleri refakatinde projeyi uygulamaya devam ettiler. Ama tamamen de parkı ortadan kaldıramadılar.
Bu süreç sadece parkla sınırlı kalmadı tabii. Bir çok bölgenin demografisini değiştirdiler. Örneğin göçmenlerin kalan yerlerini tamamen kuzey mahallelerine taşıdılar. Özellikle sahil ve kıyı mahallelerindeki insanları toplu olarak çıkarıp kuzeydeki HLM1dedikleri binalara yerleştirdiler. Bu süreçte yapılanlara ve protesto yürüyüşlerine bizzat tanık oldum. Yine aynı günlerde iki trajik olaya tanıklık ettim. Çöken iki eski binada dokuz göçmen hayatını kaybetti.
• Peki bununla ilgili bir çalışma yaptın mı?
Evet. “Marsilya Yasta” adlı bir çalışma yaptım. La Plaine parkındaki yıkım projesi öncesi ve sonrası ile çöken binaları konu alan bu projemi gerçekleştirdim ve bir kaç yerde sergiledim. Aynı zamanda dokuz fotoğrafçıdan oluşan bir gurup olarak, çöken binaların altında kalıp yaşamını kaybeden ailelerle dayanışmak için yardım amaçlı kollektif “Colère Blanche” (Beyaz Öfke) adlı iki günlük bir sergi düzenledik. Sergiden elde edilen geliri de Marsilya’daki “5 Kasım Kollektifi” (Le Collectif du 5 novembre) aracılığı ile ilgili ailelere ulaştırdık.
• Koronavirüs karantinası şu an da pek çok ülkede belli sınırlar içinde kalkmış olsa da, pandemi koşullarında yaşayan herkes gibi, fotoğrafçılar da haftalar süren bir “sosyal tecrit” yaşadılar. Bir fotoğrafçı olarak insanlığın yaşadığı bu tarihsel pandemi, senin için nasıl bir psikoloji yarattı? Bu koşulların gündelik hayata düşen fotoğraflarını kaydedebildin mi ya da bu konuda her hangi bir proje düşündün mü?
Dünya genelinde kimsenin sokaklarda olmayışı her halde ilk kez yaşanıyor ve buna da biz denk geldik. Bir fotoğrafçı olarak ben bu süreci her yönüyle şehir şehir arşivlemek isterdim. Şehir dışına çıkamasam da bulunduğum şehirde hemen hemen her gün dışarı çıktım. Hatta başka başka adresler bulup yer edinmeye çalışıyordum. Ama ne ne yazık ki herkes gibi bende şehir dışına çıkamadım. Ama Marsilya içinde iki ay boyunca insanların ruh hallerini fotoğraflamaya çalıştım. Örneğin buradaki bulvarda… Her gün üç kadının üç tasmalı köpeğiyle o bulvarda yürüyüşe çıkması çok enteresandı. Yine ayrıca bir ormanlık alanda, örneğin “Doğal Park“ta ya da denizde, doğanın kendisiyle nasıl baş başa daha özgür daha ahenkli olduğunu; hayvanların, ağaçların, otların, çiçeklerin nasıl bir arada birbirlerini tamamladığını gördüm.
Örneğin sahilde masmavi bir denizde yalnız başına bir balıkçı teknesi ile tertemiz masmavi bir gökyüzünü bir arada gördüğümde, “işte dedim, yaşadığımız bu özel tarihsel “an“ın fotoğrafı bu!”. Ya da güneşin denize vuruşuyla, balıkların bir arada oynaşması, bende bu olağanüstü günleri sorgulamam için önemli bir etki yarattı. Başka bir kaç fotoğraf “an“ından söz etmem gerekirse… Mesela, pandeminin ilk haftalarında sokakta karşılaşan iki insanın beş metre öteden yol değiştirip tedirgin bir şekilde birbirlerinden uzaklaşması, mesela sosyal mesafe halinde alışveriş kuyrukları, mesela elden ele yardımlaşmalar, mesela ıssız sokaklardaki derin ölü sessizliği…
• Son olarak, seni en çok etkileyen bir anınla söyleşimizi noktalayalım istersen…
İlk geldiğim zamanlarda Marsilya’nın kuzey mahallesinde (HLM) devlet konutlarında kalıyordum. O dönemlerde güney bölgesinde muhabirlik yapıyordum. Bir gün şehre gitmek için evden çıktım. Sitenin önüne doğru ilerlerken objektifimi evde unuttuğumu farkettim. Geri dönüp objektifimi almaya giderken arkamdan motorlu birisinin beni takip ettiğini farkettim. Durdum ve motosikletliye yarım yamalak fransızcamla “neden beni takip ediyorsun ?” dedim Bana, “sen burada mı oturuyorsun ?” diye sordu. “Evet, iki yıldır bu sitedeyim!” diye cevapladım. “ben seni hiç görmedim” dedi.
Tam binaya girdiğim sırada bir ıslık sesinin ardından etrafımda sekiz kişi toplandı, neye uğradığımı şaşırdım! Bir kaç saniye içinde, şişman koca gövdeli bir adam geldi ve benden kimliğimi istedi. Reddettim ve dedim ki “ben bu binada oturuyorum”. İnanmadılar ve benim polis olduğumu düşünüp fransızcayı da bilinçli olarak böyle konuştuğumu sandılar. “Eve çıkmak zorundayım ve gitmem gerekiyor” desem de bu epey bir zaman aldı tabii ! asansörde 4 kişi benle geri kalan 4 kişi ise merdivenle aynı anda evin kapısında oldular ! Ben kapıyı açıp içeri girdikten sonra da gittiler.
İkinci bir anı… Kuzey mahallesine kuzenimin evrak işlemlerine tercümanlık yapmak için gitmiştim. Akşam güneşinin altın ışıklarıyla aydınlattığı uzunca bir binanın önüne geldiğimizde binanın rengarenk balkonlarında asılı elbiseler, bisiklet ve bir grafitinin müthiş bir kompozisyon oluşturduğunu farkettim. Bu güzel illüzyon anını kaydetmeliydim. Kuzenime dedim ki “bekle, birazdan geleceğim”. Tam makinayı hazırlayıp fotoğraf çekiyordum ki, bir anda iki genç beni boğazladı ve makinamı kırmak istediler. Aynı anda bir grup da uzaktan izlemekteydi. Derken bir araba yaklaştı ve direksiyondaki adam onlara “kimmiş?” dedi. Onlar da cevaben, ve küfrederek “fotoğraf çekiyor burada!” dediler. Altmış yaşlarında beyaz saçlı koca göbekli adam, öfkeyle arabadan inip yanıma geldi ve “Uza buradan, uğrama bir daha! Ne olduğun umrumda değil” dedi. Geri dönüp kuzenime geldim ordan da okula gittik.
İşte böyle!…
Fotoğrafçı, sürekli büyülü ve manyetik bir alanda gezinir gibidir. Objeye yaklaştıkça daha derinlere inmek ister. Ama bazen bu derinlerde onu beklenmedik talihsiz sürprizler bekler. Fotoğrafçı, derinlik ayarının bedelini bazen büyük sürgünlerle, bazen esaretle ve bazen de hayatıyla öder. Dahası bütün iyi fotoğrafçılar bu bedeli bilerek yaşar. Tıpkı belge fotoğrafının savaşçısı, Robert Capa gibi…
Hayatlarının son anlarına kadar büyülü bir derinlik duygusuyla, unutulmaz fotoğraflar çeken yani gerçekliği , siyah beyazın güçlü duygu kontrastlarıyla “başka türlü” ve yeniden yaratan bütün belge fotoğrafçılarına sevgi ve saygıyla …
Teşekkürler, göçmen yurdunun siyah beyaz fotoğrafçısı!
Bir dahaki sefere ZAD’da görüşmek üzere…
Bu röportajın ardından, hazır karantina da kalkmışken, ben de kendi yurduma, ZAD’a doğru yola çıktım…
Nantes — ZAD NDDL, La Pruche
Fotoğraf: Sadık Çelik