Emine Özkaya geçtiğimiz günlerde Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu’nun Datça’ya geleceğini duymuş. Kalkmış gitmiş, dinlemiş, sohbet etmiş ve gözlemlerini yazmış.Edindiği olumlu izlenimi sizlere aktarmak istiyorum.
Dünyanın tepetaklak gittiği bu dönemde, sisteme kafa tutan, halk için alternatif çözümlerin halk tarafından arandığı denemelere büyüteç tutmakta yarar var. Amaç, denenlerin yeni girişimlere örnek olması, ve her girişimin bir önceki deneyimlerin ışığında, yeni çözümler bulması, kendini aşması değil mi ?
Emine’nin kaleminden…
Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu bugün Datça’yı ziyaret etti.
Çok merak ediyordum kendisini ve çalışmalarını. Oldukça kalabalık ve coşkulu karşılayanlar arasına ben de katıldım.
Ovacık’ta ne tür çalışmalar yürüttüklerini somut örneklerle anlattı. Bir kez bile sesinin tonunu yükseltmedi. Canlı, dinamik bir şekilde konuştu. Salon tıklım tıklım doluydu. Can kulağıyla dinlendi. Can kulağıyla dinleyip notlar aldım. Bu notların da yardımıyla, ben de sizlere tanıtmak istiyorum bu güzel insanı ve çalışmalarını.
Öncelikle, bölge hakkında bilgi verdi. Yazın onbinleri aşan nüfusu, kışın üç binlere düşebiliyormuş. Dersim ve Ovacık’ın fiziksel önemini, dağlarını, meralarını, hala bozulmamış bakırlığını, suyunu, toprağını, hayvanını, insanını kısaca tanıttı. Bu konumunun, baraj yapmak, maden çıkarmak isteyen rantçıların iştahını kabarttığına vurgu yaptı. Rant peşinde olanları kastederek, olanların maksatlarının enerji üretmek olmadığını, çünkü enerjiyi rüzgar gücüyle, güneş enerjisiyle de sağlayabileceklerini söyledi. “Onların esas amaçları, bizleri yerimizden yurdumuzdan etmektir” dedi.
Çevre meselesine bakışı, ‘insan merkezli bir bakışı’ dışlayıcıydı. Hayvanları, dağı, taşı, börtü böceği bir bütün olarak ele aldı. Halka giderek, güvenerek, halktan öğrendiğini söyledi. Halk Yönetim Meclisleri, kooperatifleşme deneyimlerine değindi. Birçok güçlük ve engele karşı, tarımsal ürünleri (nohut, fasulye üretimi gibi..) nasıl ekip biçtiklerini, nasıl pazarladıklarını anlattı.
Halk Meclisleri pratiğinden bahsederken iki önemli prensibi esas aldıklarını söyledi:
1. Şeffaflık
2. Yalan söylememekBir ay süreyle, gönüllülük esasına göre bu meclislerin pratik çalışması gözlemlenip, ondan sonra belediye meclisinde değerlendiriliyormuş. Halk Meclislerinin çalışmalarında azami konsensüs ve doğrudan demokrasi ilkelerinin pratiğe konulduğu izlenimine kapıldım. Kooperatifleşme yoluyla da, kadınların, yoksul köylülerin, işsizlerin , üretime katılıp, emeklerinin değerlendirildiğini öğrendim. Politik örgütlenmenin, üretimle birlikte, dönüştürerek yapıldığından söz etti.
Şurası açık ki, insanlara güvenerek, bizzat onlarla birlikte, öğretilmiş, üstten, buyurgan, bürokratik anlayış ve kurallar yıkıldığında, Ovacık’ta olduğu gibi çok güzel şeyler yaratılabiliyor.
Üreten de, yöneten de insanlar. Bu tür kolektif, doğrudan demokrasiyi hedef alan örgütlenmeler hiç de zor değil. Mümkün. Doğruyu, yanlışı da birlikte deneyerek öğrenmek diğer başka bir güzel yanı. Emir komutayla, bürokratik, hiyerarşik örgütlenmelerle, insanların inisiyatifi kırılmakla kalmıyor, ürettiklerine, emeklerine de yabancılaşıyor ve kendi yaşadıkları yerde dışlanıyorlar.
Bu deneyim de gösteriyor ki, insan toprağa, ağaca tutunduğunda, yaşadığı yere de sağlam basıyor. Eşit bakıyor, mutlu bakıyor…
Bu tür deneyimlerin Ovacıkla kalmayıp yaygınlaşması demek, iç ve dış göçe darbe vurmak demek. Yaşadığımız yere, kaynaklarına sahip çıkmak demek. Dağ, taş, ırmaklar, hayvanlarla, eşit ve sağlıklı yaşam demek… Ovacıklı dostumuzun sözleriyle noktalarsak: “Biz ağacın gölgesine aşığız, aşık olduğumuz bir şeyi vermeyeceğiz, paylaşmayacağız” demek…
dAyanışma tek silahımızdır…
Emine Özkaya
25 Şubat 2017, Datça
04:22
Emine Özkayan’nın, Ovacık belediye başkanının Datça’da yaptığı sunuma dair kaleme aldığı ve dAyanışmayla biten sözünü, ben de dayanışmayla ele alıp, yine bu ülke topraklarında yaşanmış bir kaç örnekle çoğaltmak istiyorum.
Bu ülkenin başka demokratik “özyönetim” deneyleri de oldu! Her ne kadar politik argümanları kendi dönemlerinin özgün politik koşullarında şekillenseler de, öz itibariyle, halkın toplumsal kültürel gerçekliği üzerinde varolan, kendi kendine yeten ve kendi kendini yönetebilen ve dinamiği halka dayanan deneyimler…
Özyönetimci toplumsal rönesans dönemi olarak :
KÖY ENSTİTÜLERİ
Köy Enstitüleri, kemalist devlet inşaa sürecinin toplumsal seferberliği olarak projelendirilen, ama kendi özgül koşullarında devlet anlayışını sollayıp başka bir dinamiğe; “özyönetim” dinamiğine yönelen bir deneyimdi.
O günün koşullarında, üzerindeki devlet eline rağmen devletçi olmayan bu “özyönetimci toplumsal rönesans” dönemi, kız çocuklarını okula dahi göndermeyen bir topluma, olağanüstü bir aydınlanmayı ve beraberinde kendi kendini yönetebilme becerisini kazandırmıştır.
İnternet ortamında Köy Enstitüleriyle ilgili şu açıklama sıkça kullanılmakta: “Öğrenim konusunda dünyada benzeri görülmemiş bir emsal oluşturmuş ve birçok akademik inceleme ve araştırmaya örnek olmuştur. Halk yönetimi, demokrasi, eğitimle başlar ve gerçekleşir. Yani kısaca Köy Enstitüleri, öğrencilerini öğretime katarak, insan gelişimine özgürlük tanıyarak, tartışma ve eleştirme geleneğini kurarak, tabana dayalı bir demokratik düzenin gerçek örneğini vermiştir..”
Ancak Mustafa Kemal ve devletin diğer bileşenleri eğitimin fazla kuramsal olmasını istememekte ve eğitimin pratik sonuçlara yönelmesi gerektiğini ifade etmekteydi. Mustafa Kemal’in dediği gibi, “Yazarların ve nazariyatçıların bir taraflı dinleyicisi vaziyetinde kalan Türkiye’nin çocukları hayata çıktıkları zaman eleştirel, karamsar, milli bilince ve disipline riayetsiz kitleler teşkil ederler .” Bu yaklaşımı haklı çıkaran Köy Enstitüleri, 1946’ya kadar devletin icazetinin dışında bir seyir izlemeye devam etti. Ancak bu dönemi kendileri için bir tehdit olarak algılayanlar da boş durmadılar 1946 ‘daki çok partili seçim sonrasında Meclis Başkanı olan Kazım Karabekir ve yanındaki yardımcıları Şemsettin Günaltay’la Feridun Fikri, Meclis adına enstitülerle ilgili gizli soruşturmalarında şunları soruyorlardı: “Enstitü çıkışlılar valilere, kaymakamlara kafa tutuyor, onları Cumhurbaşkanına sikâyet ediyorlarmış… Anarşi değil mi bu?”
Haklıydılar, köyü canlandırmak için oluşturulmaya çalışılan toplumsal kurum, toplum düzeninde bir yenileşmeydi. Bu yenileşme ile yerleşik yönetimin (İçişlerinin) uyguladığı katı hiyerarşi ve kırtasiyecilik kurallarını yıkan, doğrudan en alt basamakta çalışanla en üst basamakta çalışan arasında iletişim kurmayı kolaylaştıran kurallar getiriyordu. En kötüsü de hiyerarşideki kişiler, yaptıkları kötü yönetim yüzünden hiç beklemedikleri bir biçimde, ast saydıkları kişilerce eleştiriliyorlardı.
CHP ile meclisi paylaşan ve çoğunlukla toprak ağalarını temsil eden DP’nin Köy Enstitülerine yönelik sürdürdüğü karşı kampanyalar, sonraki eğitim yönetiminde geleneksel “il idaresi” sistemine dönülmesini sağladı. Böylelikle köy okulları ve öğretmenlerinin enstitülerle hiçbir bağlantısı kalmadı ve fiilen Köy Enstitüleri kapatılmış oldu. 1950’deki DP ‘nin iktidara geldiği genel seçimden sonra ise, Köy Enstitüleri, bütün sonuçlarıyla birlikte tasfiye edildi.
CHP Van milletvekili olan Kinyas Kartal’ın yıllar sonra gelen itirafında geçen şu sözler tasfiye sürecinin asıl niyetini açıklamakta:
“Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. DP ile pazarlığa girdik, kapattık.”
Yarım kalan bir halk yönetimi :
FATSA
Fatsa’da 14 Ekim 1979’da yapılan seçimlere, solun ortak adayı olarak katılan Fikri Sönmez, “Terzi Fikri”, oyların yüzde 60’ını alarak başkan seçildi.
Bir türlü tamamlanmamış kanalizasyon çalışmaları nedeniyle ilçeyi çamur ve sivrisinek sarmış, koleradan 50 kişi ölmüştü. Hatta bir milletvekili sivrisinek seslerini teybe alıp Meclis’te dinletmişti. İlçedeki 11 mahallede halk meclisleri ve komiteler oluşturan Fatsalılar, el arabası, traktör gibi araçlarla kenti kısa sürede temizlediler. Özellikle rüşvet ve karaborsanın üzerine giden Terzi Fikri, tüm borçları kapattıktan sonra çalışanların ücretlerini de düzenli ödemeye başladı. Ardından halkla birlikte karaborsayı, kaçakçılığı ve tefeciliği bitirdi. Arsa sahiplerini ikna ederek, ilçeye 5 giriş yolu açtı. Ve bütün bunları da 8 ay gibi kısa bir sürede yaptı.
8 Temmuz 1980’de önce askerler, ertesi gün de dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanları ilçeye geldi. 11 Temmuz günü, ilçeye “ ‘Nokta operasyonu’ ” diye tabir edilen bir askeri operasyon düzenlendi. Operasyon bizzat Kenan Evren tarafından yönetiliyordu. Operasyondan önce Fatsa AP, CHP ve MSP ilçe başkanlarının yaptıkları “Fatsa’da komünist işgal yoktur. Fatsa’da ateş ile barut yoktur. Böylesine huzurlu bir yerde olay çıkartmayı istemek niye?” açıklamaları da operasyonu durduramadı.
Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa’ya
O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla
Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar
Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından!
Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını
Can Yücel
11 Temmuz 1980 günü gözaltına alınıp cezaevine konulan Fikri Sönmez, 12 Eylül 1980’de iktidarı ele geçiren cuntanın şefi Orgeneral Kenan EVREN tarafından şöyle suçlanacaktır: “Orada Terzi Fikri diye biri çıkmış. Devlet benim diyor. Komite kurmuş. Fatsa’yı o komite yönetiyor. Ne yapılıp, yapılmayacağının kararını halk veriyor. Veya halk adına o komite. Yani kararı devlet vermiyor. Devlet otoritesi sıfır. Devletin kanunları Fatsa’da işlemiyor.”
Terzi Fikri, 4 Mayıs 1985 günü Erzincan cezaevinde kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Fatsa ise Türkiye’nin, bir halk meclisine sahip olan, ilk “özyönetim“i olarak tarihe geçti.
Gezi’nin en önemli miraslarından biri :
KAZOVA
Şişli’de bulunan Kazova Tekstil fabrikası patronunun işçilerin ücretlerini ve diğer alacaklarını ödemeden kaçması üzerine işçiler Şubat 2013’te direnişe başlamışlardı. Kazova işçilerinin direnişi bir süre sonra işgalle sürdü ve patronun kaçıramadığı makineleri tamir ederek üretime başladılar.
işgal et diren üret
Gezi direnişiyle birlikte Türkiye’nin pek çok bölgesinde yapılan forumlarda Kazova işçilerinin mücadelesi de konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. Bir sonraki adım olan fabrikayı işgal etme fikri de işte bu günlerde gerçeğe dönüştü. Kazova işçileri fabrikayı işgal ettiler. Ancak fabrikada düzenli üretim yapılamaz durumdaydı. Onlar da çatıda buldukları bir kısım tamamlanmamış ürünü onarıp, Gezi direnişi ekseninde gelişen forumlarda satarak fabrikadaki aletlerin eksiklerini tamamlayıp üretim yapmaya başladılar. Gezi direnişinin hemen yanıbaşında kendi halinde bir seyir izleyen Kazova direnişi, fabrika işgaliyle birlikte, Gezi’den Kazova’ya, Kazova’dan Gezi’ye taşan yeni bir moral değer oldu. Bu aynı zamanda, kendi gerçekliğinde yeni bir özyönetim deneyinin de başlangıcıydı. Direniş süresince özgür Kazova işçilerine destek veren pek çok aktivist ve araştırmacı da dünyadaki diğer işçi eylemlerinden hareketle ne yapılması gerektiği konusunda fikir üretiyor, bir grup insan da işçilerin yasal haklarına kavuşmaları için mücadele yürütüyordu.
İşte bu koşulları takip eden zaman içinde Kazova işçileri işgal-direniş ve üretimle devam eden özyönetimlerini kalıcılaştıracak bir adım daha atmaya karar verdiler. “Özgür Kazova Tekstil Kolektifi” diye de anılacak bir dayanışma kooperatifi için çalışmalarını yoğunlaştırdılar.
2013’un Ekim ayında mahkeme icra yoluyla binada kalan makineleri, maaş ve kıdem tazminatları karşılığı, çalışanlara verdi. Makineler daha sonra, satılmış olan fabrika binasından işçilerin üretim yapacağı Kağıthane’ye sonra da Rami’de bir iş merkezine taşındı. Bu sırada grup arasında ayrılıklar yaşanmadı değil… Bir grup hazır kazak alarak satmaya karar verdi ama diğer grup işin ‘üretim’ kısmında yer alma konusunda direndi ve yola “Özgür Kazova” olarak devam edildi.
Çok geçmeden Özgür Kazova Tekstil Kooperatifi’ni kuran işçiler, kendi özyönetim ilkelerini de belirleyip deklare ettiler.
Özgür Kazova kollektifinin internet sitesinde yayınlanan ilkeler şunları söylüyor :
Uluslararası Kooperatif Birliği’nin ilkelerini biz de benimsiyoruz:
- Üyeler arası demokratik öz-yönetim.
- Yeni üyelere açık ve gönüllülük esasına dayalı bir yapı.
- Eşitlikçi paylaşıma dayalı ekonomik model.
- Öz-yönetime dayalı bağımsız üretim.
- Sürekli eğitim, öğretim ve bilgi paylaşımı.
- Kooperatifler arası işbirliği.
- Tüm toplumsal mücadelelerle dayanışma.
Yaşasın patronsuz üretim!
Kapitalizmin önlenemez çöküş dönemini karakterize eden en önemli şey ekosistem ve buna koşut toplumsal yaşam üzerinde yarattığı ağır tahrifatlardır. Kapitalist sistemin biricik örgütü olan devletlerin bu çöküş evresini de toplumlar üzerinde uyguladıkları ‘daha çok baskı, daha çok kontrol ve her türden şiddet’ yönetimi, insanları bu sistemin dışında yeni arayışlara yöneltiyor. Bu yeni bunalım dönemi sistem açısından yine savaş ve talan üzerine kurulu bir strateji ile sürdürülse de, insanlık artık bu sistemle bir yere varılmayacağını anlamaya başlamış, ve acı faturalarla ödemekten de yorulmuş, bugün ve gelecekte onu neler beklediğinden emin olmadan yaşayan varlıklar haline gelmiş durumda.
Amaaaa, bütün bu kırılmaya rağmen, kendine sistem dışı yollar bulmaya, başka bir dünya yaratmaya çalışanların varlığı da azımsanmamalı! İnatla mücadelelerini sürdürüyorlar… Tıpkı Ovacık yerel belediyesi, Özgür Kazova kollektifi gibi, halkla birlikte deneyimlenen özyönetim biçimleri dünyanın pek çok yerinde farklı örneklerle çoğalıyor.