Endüstriyel toplum pek çok alanda olduğu gibi barınma alanını da beton mimari ile kuşatmakta… Şehirler, köyler, mahalleler bütün doğal, toprak, su ve bitki çeşitliliğiyle birlikte bu yağmacı, talancı mimarinin tahakkümü altında, beton bombardımanına tutulmakta her an, her saniye.Toplumsal yaşamın “betonarme hayatlar“a dönüştürüldüğü bu iğreti yapılanma süreçi, dünyadaki ekolojik sürdürülebilirliğin önünde çok ciddi engeller oluşturuyor. Ancak yine de her şeye rağmen yeryüzü o kendi doğal savunma dokusuyla ve dostlarıyla bu karşıt gidişata direnmeye devam ediyor.
Endüstriel modern çağın doğa, insan, hayvan ve yeryüzünün bütün yaşam dengeleri üzerinde yarattığı tahrifat ve yabancılaşmaya karşı, yeryüzü dostları bilinçli bir tepki ile ilk başlardaki kendi doğalarına dönmeye çabalıyorlar. Dünyanın pek çok bölgesinde, doğal yaşam alanlarında yaşanan talan ve yağmalanmaya koşut olarak gelişen, ve kendi içinde sosyo-kültürel ve politik mücadele dinamikleri de olan bu alternatif yaşam projeleri, yaşam pratikleri ve deneyleri bizlere herşeye rağmen yaşanılabilir başka bir dünyanın mümkün olduğunu göstermektedir.
Binlerce yıl sonra bugün, mahvettiğimiz doğal dünyanın geride kalan dokusunda, “tıpkı ilk başlardaki doğal ekolojik tarz ve yöntemlerle yeniden doğayla uyumlu yaşamlar kurabiliriz” düşüncesi, artık doğrudan alternatif bir yaşam arayışı olarak dünyanın pek çok yerleşkesinde “başka bir dünya, başka bir mimari” anlayışıyla deneyimlenmektedir.
Sosyal bir varlık olarak insanın kendisini var eden doğal dünya ile kurduğu, “barınma” eksenli o ilk hayati ilişkinin daha iyi anlaşılabilmesi için, insanlığın toplumsallaşma süreçleri boyunca hangi “barınma” evrelerinden ve yöntemlerinden geçtiğine mimari bir yaklaşımla da bakmamız gerekiyor.
İnsanlığın ilk evrelerinde Orta ve Doğu Avrupa’daki yerleşmelerde şekillenen bu “ilk mimarı serüven“e tarihsel bir yaklaşımla bakacak olursak; Buğday Ekoloji kollektifi’nin yazdığı gibi :
İlk zamanlarda doğada hazır bulunan ortamlarda barınan insan, zaman içinde kolay ulaşabildiği dal ve sazlardan hazırladığı mekanlara sığınmış, büyük hayvan kemikleriyle oluşturulan bir iskeletin üzerini derilerle kaplayarak, basit barınaklar inşa etmiştir.
Bu yapılara ilişkin örneklerin, günümüzden yaklaşık 40 bin yıl öncesinde Orta ve Doğu Avrupa’da olduğu bilinmektedir.
İnsan, bir dönem dünyanın farklı coğrafyalarında, ısınma sorununu bir ölçüde çözebildiği, üzeri dallarla örtülü çukur barınaklar yapmıştır. Bu yapıların tümünün yuvarlak planlı olduğu göze çarpar. Yuvarlak planın seçiminde, uygulamanın basitliği ve dörtgen planlı yapılarda karşılaşılan köşe oluşturmak gibi sorunların olmayışı etkilidir. Duvarlar ile çatıyı tek bir örtüye indirgeyen yuvarlak planlı yapılar, o dönemdeki insanın ihtiyaçlarını ve eriştiği teknolojiyi algılamamıza yardımcı olur.
Günümüzden 16 bin yıl öncesine gelindiğinde, artık uzmanlaşmış balıkçı-toplayıcı topluluklar, açık alanlarda yine dal, saz, çamur gibi doğada rahatça bulunabilecek malzemelerden barınaklara sahiptir. Yuvarlak plan uygulamasının devam ettiği bu dönemlerde yapılar, yatmak ve sınırlı işleri gerçekleştirmek için kullanılırken, günlük işler için yapı önleri ya da yapılar topluluğunun ortasındaki alanlar kullanılır.
İÖ 11 binli yıllara gelindiğinde özellikle Yakındoğu ve Anadolu’da sabit yerleşmeler kurulmaya başlanır. Rahatça ulaşılabilen taş, ahşap, dal, saz ve çamur gibi doğal yapı malzemeleri kullanarak inşa edilen yapılar ortaya çıkar.
Mezopotamya (Diyarbakır), Aşıklı (Aksaray) gibi yerlerdeki, bilinen yerleşik topluluklarda, toplayıcılığın arttığı, bazı hayvanların evcilleştirildiği ve çevrenin sunduğu diğer olanaklardan da yararlanıldığı anlaşılır. Mekanların içinde yiyecek işlemek, depolamak gibi bazı işlerin yürütüldüğü ve yapıların çevresinde barınma işlevi olmayan, depolamaya yönelik bazı ek yapıların yer aldığı görülür. Hâlâ yuvarlak plana sahip olan yapılar, ahşap direklerin arasını dallarla örmek suretiyle oluşturulan sepet görünümünde duvarlara, ve yine saz, sap gibi hafif malzemeden yapılmış çatı örtüsüne sahiptir. Bu yapılar Hallan Cemi örneğinde olduğu gibi çapları dört metreye kadar ulaşan boyutlarda olabilmektedir.
Ev içi ekonomisinin gelişmesi, daha kalıcı depolama ve işleme alanlarına ihtiyaç duyulması, yapı içini farklı işlevlere yönelik bölümleme ihtiyacını doğurur. Bütün bu ihtiyaçlar yapıların şekillendirilmesinde, yuvarlak planlı yapılardan dörtgen planlı yapılara geçilmesine neden olur. Bu geçiş, mimarlık tarihi açısından, köşe bağlantısı, çatı gibi teknik olarak çözümü uzun bir birikim gerektiren sorunların çözülmesi anlamına da gelir. İnsanlar artık sabit yerleşmelerde dörtgen planlı yapılardan oluşan, olasılıkla önceden tasarlanmış bir düzene sahip köyler kurmaya başlarlar. Dörtgen plan, yapı içinde bölümlemeye olanak sağladığı gibi, yine ihtiyaca göre bir takım eklerle büyütülmeye de uygun bir plan anlayışıdır.
Neolitik dönemde Anadolu’nun farklı kesimlerinde farklı yerleşim düzenleriyle karşılaşılır; Orta Anadolu’da bitişik düzende evlerin oluşturduğu köyler kurulurken, Mezopotamya’daki yerleşkeler bağımsız konut birimlerinden oluşur.
Sonuç olarak, bütün bunlar bize konut ve yerleşmenin bugünkünden çok farklı bir mimari anlam taşıdığını; bir bakıma kutsallaştırıldığını ve “toplumsal bir hafıza“ ‘nın ürünü olduğunu göstermektedir.
Şimdi bu sonuçtan yola çıkarak bugünkü insan, hayvan ve yeryüzü ilişkisinin “başka bir dünya, başka bir mimari” ile nasıl yeniden sürdürülebilir bir eko-toplumsal ve sosyal gerçeklik kazandığını, ve kazanacağını, gelişmekte olan yeni ekolojik toplumsal evrimin küçük adımlarında irdeleyebiliriz.
Yeryüzünü beton ve plastikle kaplayan (zehirleyen) endüstriyel dünyanın efendilerine, herşeye rağmen sürdürülebilir, alternatif ve ekolojik başka bir dünyanın var olduğunu haykıran iki önemli alternatif eko-yaşam deneyini ele aldık:
ZAD NDdL ve Alakır Nehri Kardeşliği’nin deneyimi :
“toprak ve çuval evler”
Başka bir mimari mümkün:
Alakır’da bir “Çuva”
Geçen yaz ZAD’dan Alakır nehrine uzanan dayanışma yolculuğumun hafızamda kalan en güzel hediyesi olan Çuva ile başlayalım…
Alakır nehrinin iki güzel insanı, iki kadim dostu Tuğba ve Birhan’la yaptığımız Alakır ekoloji sohbetlerinin ana konusunu, ‑Alakır’da farklı bir mimari anlayış ve kollektif emekle inşaa edilen Çuva deneyinden hareketle- “başka bir dünya, başka bir mimari” oluşturmaktaydı.
Şimdi gelin, Alakır’da deneyimlenen bu “başka mimari” eserin, Çuva’nın serüvenini Tuğba ve Birhan’dan dinleyelim:
Öncelikle; toprağa, “maddi, manevi ve ahlaki maliyeti” az, “sağlık, huzur ve farkındalık” niyetinin ötesinde bir Çuva yerleştirmeyi ilk kez deneyimledik. Böyle bir niyeti olup, hiç deneyimi olmayanlarla paylaşma isteğindeyiz. Ve baştan bilinmesi gereken; her bireyin, kendi deneyimini, kendi koşullarında doğal olarak yaşayacağı hakikatidir.
Neden mi?
Günümüz yaşamına küresel olarak hakim olan “şehir ve tüketim” odaklı yaşantıda erişemediğimiz 3 temel fiziksel gereksinimin peşinden düştük biz bu yola.
Su
Gıda
ÇuvaBirincisinin plastik şişede, ikincisinin poşette, üçüncüsünün de dört duvar arasında, türlü maliyetlerle sunulduğu ortamlardan uzaklaşıp, içinde bir parmak kadar da olsa kaynak suyu olan bir toprak parçası, doğal olarak, size ilk ikisine erişim olanağı sunar. Bu sunum, üçüncü gereksinimle ilgili deneyimin paylaşımıyla ilgili. İlk ikisi için unutulmaması gereken ise, şehirlere yönelen göçle boşalan kırsal alanların, ranttan uzak ücra köşelerinin, doğal olarak, ya hiç, ya da çok az bir bedelle elde edilebilecek, en bağımsız olanaklara sahip, temiz toprak parçaları oluşudur.
Malzeme
Çuva’mızı yapacağımız araziden ve onun da içinde bulunduğu tabiattan, etraftaki canlılara en az rahatsızlık veren bir duyarlılık ve farkındalıkla topladıklarımız ile, en yakındaki yerleşimlerin atıklarının, mantıklı ve uyumlu bir şekilde bir araya getirilmesiyle oluştu Çuva’mız.
Biz, kendimize özgü koşullarımızın yönlendirdiği tasarımımızın inşası için, Çuva’mızı kuracağımız yerden ve etrafından; taş, toprak, çalı, gübre ve ağaç, en yakın yerleşimin atıklarından ise; kapı, pencere, tahta, lavabo, lastik, musluk, cam… temin ettik.
“En yakın malzeme, en doğru malzemedir!”
Yerin seçimi
Arazinin kuzeyindeki tepeciğe sırtını verdiğimiz Çuva, kuzeyden gelen soğuğa karşı korunaklı ve güneyden gelen kış güneşine karşı açık olarak yerleşerek, ısınma, havalandırma ve aydınlatma tüketimini baştan en aza indirmiş oldu.
Kurulum
94 günlük bu sürecin 74 günü, günde 8 saat, 2 kişi çalışarak tamamladığımız Çuva’nın kurulumu sırasında, bedenimizin farklı yerlerini dönüşümlü olarak çalıştırmaya özen gösterdik. Yoga ile nefesimize (prana) ve yaptığımız işin farkındalığına odaklı (vipassana) olarak, ayın (biodinamik) ve hava koşullarının (dona) ritmine uygun çalışarak, herhangi bir sağlık sorunu yaşamadan, yorgun ve bitkin düşmeden, aksine sağlık, güç ve huzur kazanarak tamamladık Çuva’nın kurulumunu.
ZAD Otonomunda Doğrudan inşaa:
“özgür toprak evler”
ZAD NDdL otonomu, bağrında taşıdığı özgür, yatay, demokratik ve kollektif, 60’dan fazla yaşam alanıyla “21. yüzyılın insan, hayvan, yeryüzü dostluğu“na örnek, alternatif bir proje. Ve üstelik her geçen gün kendini yenileyen, daha da önemlisi, başka diyarlardaki benzer oluşumlara ilham veren bir etkiye sahip.
ZAD’ın pek çok alanda deneylediği projelerinin belki de en önemlisi barınma alanında “doğrudan inşaa” anlayışıyla gerçekleştirdiği “özgür toprak evler“dir. Tıpkı Alakır Nehri Kardeşliği’nin “başka bir dünya, başka bir mimari” anlayışıyla doğrudan deneylediği Çuva’sı gibi, ZAD yaşayanları da aynı anlayışla “özgür toprak evler“i deneylemekteler…
ZAD toprak yaşam evlerinden iki örnek:
- “La Boîte Noire” kollektifi
- “La Noé Bernard” keçi kollektifi
La Boîte Noire kollektifi
Orman içinde yer alan bu kollektif, oldukça otantik bir mimari tarz ile (“şaman mimarisi” de diyebiliriz buna) inşaa edilmiş.
La Boîte Noire, kil, saman, ot, ve kestane, bambu ya da benzeri esnek ağaç dallarının birlikte harmanlanarak, doğal bir plan üzerinde, kollektif bir çalışma ile “doğrudan inşaa” edilmiş. Ayrıca şarap, bira şişeleri ve atık camlarla desteklenerek dekore edilmiş.
İç ve dış dekorasyonunda kullanılan dayanıklı esnek ağaç dalları, aynı estetik ve felsefi yaklaşımla dış peyzajda da şaman sembolleri ve figürleriyle bezenmiş. La Boîte Noire kollektifi bütün bu hassas, büyüyleyici, mistik dokusuyla gerçekten de bir şaman mimarisi özelliği taşımakta. Nitekim bu değerli yaşam alanının baş mimarı da şaman felsefesi ile anarşist yaşam tarzını birbirine uyarlamış bir ZAD’lı.
Sonuç olarak, ZAD’daki diğer yerleşklere “başka bir mimari” model olarak ilham kaynağı olan La Boîte Noire kollektifi, genç ZAD’lıların özgür mimari denemelerini motive etmekte.
Noé Bernard keçi kollektifi
ZAD otonomunun kendi halinde (kendine has) yerleşkelerinden biri olan Noé Bernard keçi kollektifi, kestane ormanı ve tarlalarla çevrili bir alan üzerinde, eski, terkedilmiş bir taş evin çevresinde yeniden inşaa edilerek (2013), kollektif bir yaşam alanına dönüştürülmüş. Kollektife adını veren keçiler ise, alana ilk gelen bir grup ZAD’lının, “özgür hayvan yetiştiriciliği” fikri ile kollektifin ilk diğer sakinleri olarak, yıkık taş evde konumlandırılmışlar. Keçiler sayıca ZAD’lılardan daha kalabalık olmaları ve alandaki dolaşım özgürlükleri nedeniyle kollektifin sembolü olmuşlar. Kollektifin onların adıyla anılması boşuna değil. Doğrusu, keçilerin adıyla anılmak da biz inatçı ZAD’lılara pek yakışıyor!
Kollektifte keçi barınağı dışında, bir yurtluk ve bir de ortak yaşam alanı olarak inşaa edilen, ve mutfak ve kütüphaneyi barındıran üçüncü bir yapı bulunmakta. Gündelik rutin işleyişin ana merkezi olan bu yapının mimari özelliği ise, tıpkı La Boîte Noire gibi, kil, saman ve ağacın harmanlanması ile yapılmış olmasıdır. Yapıldığı günden beri ilk kez, yakın bir zaman önce, benim de kollektife dahil olduğum günlerde, restore edildi. Yine kil, saman ve ağaç dalları kullanılarak gerçekleştirilen, ve her aşaması, farklı ama doğal ve basit tekniklerle gerçekleşen bu yenilenme, La Boîte noire’ın doğal mimarı Mathieu’nun ikinci bir kollektif model denemesiydi.
.
Ben de hem gözlemci, hem de Noé Bernard keçi kollektifi yaşayanlarından biri olarak bu çalışmalara katıldım. Bu yazının ana fikri de bu restorasyon çalışmasında ortaya çıktı. Benzer örnek deneylerden biri olarak gözlemlediğim Alakır Nehri Kardeşliği’nin Çuva’sıyla birleştirip “başka bir dünya,başka bir mimari” başlığı altında kaleme almaya karar verdim.
Ve nihayet, Noé Bernard keçi kollektifi’ndeki restorasyon çalışmasında Mathieu ile başladığımız söyleşiyi, Mathieu’nün yaşadığıLa Boîte Noire kollektifi’nde gerçekleştirdiğim çekimlerin ardından tamamladım.
Şimdi söz Mathieu’nün, ama altyazılara tıklamayı unutmayın…