Türkçe | Français | English

Sürgün yaşarken erime­den ayak­ta kal­a­bil­menin ken­disi başlı başı­na bir direniştir. Bir yan­dan bulun­duğunuz yer­den, ikti­darın sizi mahkum etm­eye çalıştığı savrul­malara, ses­si­zliğe, pasi­fizme karşı mücadele veriy­or­sunuz, öte yan­dan geldiğiniz ülkelerin dili, yaşam biçim­leri, anla­manın hiç de kolay olmadığı bürokrasi­leri, belir­si­z­lik­ler içinde sıfır­dan ken­di­nize yeni yol­lar, yeni alan­lar açıy­or­sunuz. Direniş­lerin bir baş­ka zor­lu safhası.”

Şehbal Şenyurt Arın­lı Türkiye’nin ilk kadın kam­era­manı. Ken­di sorgu­la­malarını mücadel­eye dönüştür­erek ülkesinin en kri­tik dönem­ler­ine nefes aldır­mış başarılı bir belge­sel yapım­cısı. Sis­tem­le mücadele etmeyi daha gazete­ci­lik yıl­ların­da, haber arkasın­da kalan insan öykü­lerinin gerçek­liğiyle öğren­miş. Kadın rengi­ni ve bakış açısını kadra­jı­na alıp her hay­at­tan bir film yarat­mış, her bir fil­mi ile tar­i­hin belleğine bir not düşmüş.

Bugün ise Şehbal, bir mücadele olan yaşamı­na, ezilen­lerin deney­im­leri­ni öyküley­erek, kadra­jla­yarak Almanya’da devam ediyor.

Dire­nen­lerin sürgün­lüğüne hiç bu kadar tanık olmamıştı Avru­pa… Türkiye’den gelen sanatçı, siyasetçi, akademisyen bir birinden kıymetli entelek­tüeller bugün Avrupa’da mücade­le­sine devam ediy­or, çünkü onların yaşamı halkın çıkar­ların­dan ve daha iyi bir dünyanın hay­alin­den baş­ka hiçbir şeye hizmet etmemişti.

Zulme, adalet­si­zliğe dire­nen­lerin yol­cu­luğu ağır ve zah­metlidir. Gelin bu mücadelede sürgünün ner­eye denk düştüğünü Şehbal Şenyurt Arınlı’nın yaşamın­dan okuyalım.

sürgün

2018 Frank­furt Kitap fuarı: Reg­u­la Venske, Şehbal Şenyurt Arın­lı, Aslı Erdoğan… (Pho­to PEN Almanya)

Bir kadın olarak erkek ege­men sis­temin bütün alan­ların­da var olma hali çok küçük yaşlar­dan beri olan bir dürtüy­dü. Sadece belir­li roller içinde kalma mese­le­si çok erken yaşlar­da zih­n­imde tartıştığım bir konuy­du. Erkek ve kadın­ların yük­lendiği toplum­sal roller çocuk­luk yaşlarım­dan itibaren ben­im için soru işaretiydi. 

Üniver­site eğitim­i­mi Siyasal Bil­im­ler Fakül­te­si Basın Yayın Yük­sek Okulu’nda gördüm. Okuduğum yıl­lar­da bu bölüm­ler bir­lik­tey­di. Türkiye’nin en karışık döne­mi olan 12 Eylül askeri cun­tasının yaşandığı o dönemde, bir yan­dan siyaset bil­im­leri eğiti­mi alırken bir yan­dan gazete­ci­lik ve tele­vizy­on­cu­luk yapıy­or­dum. Döne­min aktif poli­tikaları içinde hem mesleği­mi icra etmek, hem de bir kadın olarak ken­di var oluş mücadele­mi sürdürürken “ken­di rengimiz, dil­im­iz, üslubu­muz nasıl ola­bilir?” sorusunu sor­mak ben­im için önem­liy­di. Kadın­ların görme ve gördüğünü tahlil etme biçim­lerinin fark­lılığını his­set­miş­tim. Erkek ege­men sis­temin bir parçası olarak baş­ka tür­lü görüy­or­sunuz, bu sis­te­mi dönüştürm­eye çalışan soru­lara sahip biri olarak ise baş­ka görüy­or­sunuz. Dolayısıy­la kadın­ların ken­di görme biçim­leri­ni bütün alan­lar­da aktara­bile­cek donanı­ma sahip olmasını hep önemsedim.

Mesleğe başladığım yıl­lar sine­ma alanın­da teknik kısım­da yer almak çok zor­du. Bugün bile alan­da çalış­mak zorken o döne­mi düşünün artık. Malzemel­er çok ağır taşı­mak­ta güçlük çekiy­or­sunuz, 12 kilo kam­era, 8 kilo recorder ve bunun­la haber koş­tu­ra­cak­sınız. Kayıt ciha­zları, devasa kablo­lar… İri kıyım adamların arasın­da bu işi yap­mak ken­di tar­i­himde ben­im için oldukça zor bir döneme karşılık geliyor.

İlk olarak sine­ma­da senaryo yazarlığı ve yönet­men yardım­cılığı gibi alan­lar­dan başladım, ancak baş­ka tür­lü görmek, baş­ka tür­lü kay­det­menin ihtiy­acıy­la kendi­mi teknik alan­da bul­dum. Kablo topla­madan, asis­tan olma süreç­ler­ine kadar teknik anlam­da birçok işi göğüsled­im. Türkiye’nin ilk kadın kam­era­manı oluşum, kadın kim­liğimin kendine sor­duğu soru­ların sonu­cuy­du aslında. 

Bir kadının bu zor­lu alan­da ken­di­ni nasıl var ettiği pratiği­ni kendim deney­im­ledik­ten son­ra eğitim­lere başla­maya karar verdim. Birçok kadı­na kam­era ve teknik alan eğiti­mi verdim, yürek­lendirm­eye, destek­le­m­eye çalıştım.

Gazete­ci­lik hay­atımı çok fazla sürdürmed­im, çünkü gün­lük haberin arkasın­da kalan­lar beni daha çok ilgilendirm­eye başlamıştı. 90’lı yıl­lar Türkiye’nin sıcak zaman­larıy­dı her zaman olduğu gibi. Ancak, o yıl­lar biraz daha ağırdı diye­bilir­im. Özel­lik­le köy yak­maların, köy boşalt­maların yaşan­ması ile Kürt mese­lesinin yoğun bir şek­ilde gün­demde olduğu yıl­lardı. Bu dönemde ulus­lararası bası­na haber yapıy­or­dum. Ardın­dan 32. Gün pro­gramın­da uzun yıl­lar Mehmet Ali Birand ile kam­era arkasın­da yapım­cı olarak çalıştım. Bütün bun­ların ardın­dan bende gün­lük haber­leri ve olay­ları daha kap­sam­lı anlat­ma ihtiy­acı açığa çık­tı. Gün­lük haber, haf­talık haber, dosya haberin ötesinde, tar­i­hi per­spek­tif içinde gele­ceğe vizy­on oluş­tura­bile­cek tarz­da çalış­ma yap­ma arayışım belge­sel yapım­cılığı­na yönelme­mi sağladı. Türkiye’nin temel sorun­ları her zaman gün­demimde oldu ve film­ler­imde ağır­lık­lı olarak bu sorun­ları işledim.

O zaman­lar belge­sel kavramı daha çok doğa ve hay­van belge­sel­leri olarak algılanıy­or­du. Belge­sel yapım­cılığı insan hay­at­ları ve öykü­leri üzerinden henüz tartışılmıy­or­du. Arkadaşlarımı­zla buluş­tuk, konuş­tuk, her fır­sat­ta bu algıyı nasıl değiştirip dönüştüre­bile­ceğimizi tartıştık ve aynı zaman­da bugünün yaşanan­larını kay­detme anlamın­da mil­i­tan sine­mayı nasıl açığa çıkara­bil­i­riz sorusunu yanıt­la­maya çalıştık. Akabinde geniş bir sinemacı kitle­si ile Belge­sel Sinemacılar Birliği’ni kur­duk, dolayısıy­la bu bir­liğin fikir annesi olduğu­mu da söyleye­bilir­im. Böylece insan öykü­leri per­spek­ti­fi belge­sel kavramının içinde yeri­ni ala­bilmiş oldu. Özel­lik­le sine­ma alanın­da belge­sel yokken bizler gezi­ci sine­ma çalış­ması yaparak insan öykü­leri­ni kitlel­er­le buluş­tur­duk. Film­ler­im­iz genel olarak insan öykü­leri­ni ve doğası gereği Türkiye’ye ait sorun­ların altını çiziy­or olmasın­dan kay­naklı tele­vizy­on kanal­ları tarafın­dan kab­ul gör­müy­or­du, ken­di yön­temimizi geliştirmek duru­mun­da kalmıştık. Köyler ve şehirler, film­ler­im­izin küçük kitlel­er­le buluş­tuğu tüm alan­lar Türkiye’nin sorun­larının tartışıldığı anlara dönüşüy­or­du. Bir köyde Kürt sorunu filmi­ni, Ermeni mese­lesi­ni, azın­lık­lar gibi konu­ları izleyip Türkiye’nin temel sorun­larını insan­lar­la konuş­ma, tartış­ma fır­satı yakalıyorduk.

Şehbal Şenyurt Arınlı sürgünMesle­ki hay­atım devam ederken bir aktivist olarak poli­tik süreç de mesle­ki hay­atım­la bir­lik­te yürüdü. Özel­lik­le Kürt mese­le­si, Ermeni soykırımı gibi konu­lar­da söz söyle­mek­te geç kaldığımız duy­gusu bende hakim olmaya başlamıştı. Hırant Dink’in katledilme­si bu düşüncenin yoğun­laş­masın­da ben­im için önem­li bir kırıl­ma nok­tasıdır. Ermeni mese­lesi­ni sadece Erme­nil­er konuş­ma­malı, Kürt soru­nunu sadece Kürt halkı konuş­ma­malıy­dı, aklınıza gelebile­cek bütün mücadele alan­ları için bunu söyleyebilirim.

Toplum­da­ki önyargıların ve algıların başkalaşa bilme­si için aktif yapılar içinde yer almak gerek­tiğine ina­narak kendi­mi bir siyasi par­ti içinde var etme ihtiy­acı duy­dum. O dönem, Kürt Özgür­lük Hareketi’nin siyasal mücade­le­si çerçevesi içinde Barış ve Demokrasi Par­tisi (BDP) vardı ve bu par­tinin mil­letvek­ili adayı oldum. İlk bu öneri geldiğinde düşündüm, zat­en aktif siyasi hay­atın içindey­dim. Ancak Türkiyeli çok az insan Kürt mese­le­si üzerinden sorum­lu­luk alıy­or­du ve artık Kürtler dışın­da da bir­i­lerinin bu sorun üzerinden söz söyleme­si gerekiy­or­du. O dönem­ler sayısal olarak çok azdık, ancak ilerleyen zaman içinde Halk­ların Demokratik Partisi’nin (HDP) bir çatı olarak kurul­ması ile baş­ka bir süreç başladı. Ben­im mil­letvekil­liği adaylığım sadece mücade­leyi fark­lı alan­lara, halk­lara taşıya­bile­ceğimizin örneği­ni oluş­tura­bil­menin katkısıy­dı. Ege böl­gesin­den aday­dım ve bura­da seçilmem mümkün değil­di, ancak mil­liyetçil­iğin ağır bastığı bu bölgede Kürt­leri ve mücadeleleri­ni anlat­mak önem­liy­di. Ben bunun çalış­masını yürüt­tüm. Nitekim siyasi par­ti yaşamım BDP par­ti meclisi göre­vi ile devam etti.

Türk halkı­na Kürt­lerin yaşadık­larını, tale­p­leri­ni, Kürt halkı­na da Türk halkının korku­larını anlat­ma çabasının bir yoluy­du bu. Fark­lı bir yaşam mod­eli­ni nasıl oluş­tura­bile­ceğimizin yanıtını ara­manın bir yolu diyebilirim.

Kuzey Kürdistan’ın Amed (Diyarbakır) şehrine yer­leş­tim. Demokratik Toplum Kon­gre­si (DTP) ile devam eden siyasi yaşamımın temeli­ni Türkiye’de kalıcı barışın sağlan­ması üzer­ine yap­tığımız çalış­malar oluş­tu­ruy­or­du. Bir mod­el arayışı içindey­dik. Türkiye nasıl bir yöne­tim şek­li ile kalıcı barışı sağlaya­bilir­di? Bütün bu soru­ların yanıtını ararken bir yan­dan özerk­lik mod­eli­ni araştırarak Türkiye’de uygu­lan­abilir­liğinin tartış­malarını yürüt­tük. Bütün bu tartış­maların içinde ben­im ağır­lık­lı çalış­ma alanım ekolo­jik ekono­mi üzer­ine yoğun­laşmıştı. Bir kadın olarak kadın mücade­le­si her daim yaşamımın bir parçasıy­dı, ekolo­ji ve cin­siyet özgür­lükçü yak­laşım sorun­larımıza ufuk aça­cak bir yaklaşımdı.

Bizler bu tartış­maları yürütürken Türkiye’de barış süre­ci başlamıştı, ancak biz mev­cut ikti­darın bu barış­ta ne kadar sami­mi olup olmadığını hep gözlem­ledik, hep tartıştık. Barış masasın­da olmak, Türkiye’nin yüzyılı aşmış bu soru­nunu en azın­dan ilk kez açık­tan devlet katın­da tartış­mak demek­ti. Toplum­sal alan­da bil­gi akışının, kıs­men de olsa, soluk alması demek­ti. Ne yazık ki barış rüz­garı çok kısa bir süre esti, kuru­lan masa devril­di ve bütün süreç ter­sine döndü.

Şehbal Şenyurt Arınlı

Sürgün edilme­den önce­ki son 7 yılım Türkiye ve Kürdistan’da halk­ların barışa olan ihtiy­acı­na cevap ara­ma çabaları ile geçti. Bütün barış eksen­li yürütülmüş çalış­malar suç unsu­ru olarak görüldü. Cizre, Sur… Devlet yine eski reflek­sleriyle topy­ekûn bir halkı yok etm­eye yönel­di. Katliamlar, gözaltılar, tutuk­la­malar… Aslın­da sürgün yolu o zaman­dan görünüy­or­du, çünkü barış için yap­tığımız çalış­malar devleti yık­ma başlığı altın­da iddi­anamelere dönüştürülmüştü çok­tan. Kobanê olay­ları sırasın­da kısa bir süre gözaltı­na alın­mıştım zat­en. O sıra “ben bu adamların iki dudağı arasın­da­ki karar­lara tes­lim olmay­a­cağım” diye aklım­dan geçirdiği­mi hatır­lıy­o­rum. Son­ra tekrar gözaltı­na alındım ve yargılan­maya baş­landım. Dosyalarımız­da gizlilik kararı vardı, avukat­larım dahi neden gözaltın­da olduğu­mu öğren­e­memişti. 2011 yılın­da yap­mış olduğum tek bir konuş­madan dolayı gözaltı­na alındığımı daha son­ra öğrendim. Yal­nız­ca ken­di düşünce­mi ifade etmiş olmanın sonu­cu olarak gözaltı­na alınışım gele­cek adı­na hiç iç açıcı değil­di. “Kim bilir biz­leri daha nel­er bek­liy­or” diy­erek, ülkeyi terk etme kararı aldım.

Şehbal Şenyurt Arınlı sürgün

 

Bugün Türkiye’de kalan arkadaşlarımız büyük bir emek ve mücadele için­del­er. Mücadele her yerde mücadeledir. Dünyanın neresinde olur­sa olsun biz­leri sus­tu­ra­ma­zlar. Bizler bir şek­ilde yapılan hak­sı­zlık­ları dil­lendirme, aktar­ma çabasını her yerde sürdürüy­oruz ve sürdüre­ceğiz. Ben kişisel olarak, yal­nız­ca, Türkiye’deki yürüt­müş olduğum mücade­lenin son nok­tası­na gelmiş­tim ve fark­lı biçim­lerde devam ede­bilmek için yurt­dışı­na çıktım.

Almanya’ya geldiğimde bura­da uzun süre kalmanın yol­larını ararken çeşitli yapılara başvur­muş­tum. PEN Almanya hemen destek oldu ve burs aldım.

Üç yılı aşkın bir süredir sürgündey­im. Elbette ben de sürgün yaşamının çok ağır bir süreç olduğunu söyleye­ceğim. Ülkede olan biten­leri takip ederken çoğu zaman nerede olduğunuzu bile bilmiy­or­sunuz, gece uyandığınız­da kısa bir süre nerede olduğunuzu bile algılayamıy­or­sunuz, Türkiye’de mi, bir baş­ka ülkede mi… böyle­si garip bir duygu. Bir yanıy­la parçalan­mışlığı yaşarken diğer yanıy­la bulun­duğunuz yerde sağlam durup sözünüzü söyle­menin donanım­larını kazan­ma mücade­le­sine giriy­or­sunuz. Yaşadığınız coğrafyanın dili­ni konuş­mak gibi, bulun­duğunuz ülkeyi tanı­maya çalış­mak gibi, yapılarını, kurum­larını, poli­tikalarını öğren­mek gibi… Yaşanan­ları duy­mayan­lara onların diliyle anlata­bilmek gibi…

Şehbal Şenyurt Arınlı kitap livres

Şimdil­erde ağır­lık­lı olarak ede­biy­a­ta yoğun­laşmış bulunuy­o­rum, diğer mücadele alan­larım­la beraber yaz­maya odak­lı bir yaşamım var. PEN’in desteğiyle Terezia Mora ile mek­tu­plaş­mam­dan oluşan bir kitabım yayın­landı. “Sürgün Günce­si” kitabımı ve bir “novel­la” tamam­ladım ve şu an yayın evin­de. Almanya’daki dergilere yaz­maya ise devam ediy­o­rum. Çeşitli etkin­lik­lerde konuş­malar yapıy­o­rum, poli­tik mücadele elbette ki devam ediy­or. Öte yan­dan sadece Türkiye değil, diğer göç­men — sürgün halk­lar­la dayanış­ma çalış­maları­na da katkı ver­m­eye çalışıy­o­rum. Anti­demokratik ülkelerin sürgün­leri olarak sorun­larımız ortak. Bu neden­le enter­nasy­on­al­ist dayanış­ma büyük önem taşıyor.

Sürgün yal­nız­ca bizlere ait bir kim­lik değil.

Yaşamım­dan çıkardığım ve sürgün hay­atım­la pekiştirdiğim gerçek, arayışı içinde olduğu­muz cevap­lar­dan ziyade, her yeni koşul­da, sürek­li değişen ve dönüşen soru­ların var­lığı.

Bütün bir yaşamı mücadele içinde ve soru­ları­na cevap ara­yarak geçen Şehbal’in son cüm­lesinde vur­gu­ladığı gibi, her yeni koşul­da yenisiyle karşılaştığın soru­lara cevap ara­manın gerçek­liği ile devam eden bir mücade­lenin yegane yolu elbette ki dayanış­ma içinde olmak.

Bunun içindir ki Şehbal Şenyurt Arın­lı “Bir ken­ti tanı­mak… Ken­di­ni yeniden tanı­mak…” adlı yazısın­da mücade­lesi­ni şöyle özetliyor;
“Bel­ki bin­lerce kez, bin­lerce örnek­te yaşandığı gibi; şim­di, isim­ler, yer­ler değişti… Ama diren­menin, hak­sı­zlık­lara karşı dayanış­manın gücü her daim baki!”.


Şehbal Şenyurt Arın­lı • sehbalsenyurtarinli.net • YouTube SU Film Face­book • Twit­ter @SehbalSA / @SehbalSenyurt



Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Dilek Aykan
REDACTION | Auteure
Gazete­ci, siyasetçi, insan hak­ları savunucusu. Jour­nal­iste, femme poli­tique, défenseure des droits humain. Jour­nal­ist, polit­i­cal woman, defendor of human rights.