Bedende ya da ruhta açılan yaralar, ömür boyu taşınan izler… İzlerimiz çeşit çeşit… Kimi etimizde, cildimizdedir. Yani görünür. Yırtık, çizik, ısırık, sıyrık, kesik, çatlak, kırık, yanık, yarık… Bazı izler içimizde, kalbimizde, canımızdadır ve derinliğine, hazmedilmişliğine göre, son derece bariz, veya görünmez ya da zor görünür haldedir. Nedenler ise binbir tane… Eksiklikler, yokluklar, başarısızlıklar, umutsuzluklar, pişmanlıklar, kırgınlıklar, baskı, zulüm, şiddet ve akıp giden zaman… Nasıl çare bulmalı ? Teknikler gani gani… Tamir etmek, dikmek, yapıştırmak, birleştirmek, doldurmak, kapatmak, yamalamak… Merhemler ise, sevgi, anlayış, şefkat, dostluk, barışma, kavuşma, varlık, başarma, teselli, krem, makyaj, lazer, ameliyata kadar yolu var…
Bedensel yaralardan bazılarını oldukları gibi kabulleniriz. Zamanla bizden bir parça olurlar ve onları benimseriz ve hatta severiz. Benimsenen izleri savaş ganimetleri gibi taşırız, sergileriz. Mini etek giyerken diz üstündeki kesik izi rahatsız etmez, boğazdaki izi saklamak için eşarp takma ihtiyacı hissedilmez. Sorana hikayesini anlatırken ballandırırız, kahramanlık öyküleri gibi anlatırız… Bazı yara izlerindense nefret ederiz. Ya estetik olarak rahatsız edici bulduğumuz içindir ya da bize hatırlattığı bir şeyler vardır ve ruhumuzda da bir yara açmıştır… Sevdiğimiz yaralara bakarız ve hatırlarız, ruhumuzu besleriz. Sevmediklerimizi unutmaya çalışırız, silmeye, tamir etmeye uğraşırız. Onları saklarız, daha ileri derecelerde aynalara küseriz kendimizi kandırırız, insanlardan saklanırız.
Vücutlarımızda bazı izler var ama ruhlarımız ne kadar yaralı. Bir düşünün… Hayatlarımız yama yama değil mi ? İlişkilerimiz parça parça. Kimi sıkı sıkı, girift, kimi ise sökük, yırtık pırtık. Takıntılarımız var, unutamadıklarımız var, bilinçaltındaki yaralarımız var… Çocukluktan bu yana taşıdıklarımızı bir düşünün… Kamyon yüklü ! “Bir bisikletim bile olmadı benim !”. Pişmanlıklarımız saymakla bitmez. “Ona söylemiş olmayı isterdim ama hiç söyleyemedim, ve artık çok geç.”, “Keşke, ah keşke…”. Kızgınlıklarımız dinmez, “Bana yaptıklarını hala affedemiyorum”, “Beni çok kırdı çok !”. İçimizdeki yaralar bedensel yaralardan çok daha fazla sayıda, daha derin, daha acılı.
İzler serisinden… — Naz Oke. Angers, 2010. 9 x 9 cm, kolaj, kumaş, kağıt, karton, dikiş.
Ruhsal yaraları kabullenmek daha zordur. Her şeyden önce bazı yaraları, nedenlerini, net bir şekilde görmek başlı başına çaba ister. Görünmez yaralar kapanmak bilmez. Onlar kanamaya devam ettikçe biz de bir şekilde sürüklenir gideriz. En acıtan yerde koca koca delikler yamanmak ister… Yama yerini tutacak seçenek çok ! Bizi mükemmel tüketicilere dönüştüren sistemin esirleri olarak, içimizden bir şeyler dürttükçe ayakkabı alırız. Kutular dolapta sıra sıra. En gıcırından araba alırız. Arabamızla özel bir aşk yaşarız. İçimizdeki yara ne kadar derinse, motorumuzun metrekübü o kadar yüksektir… Evlerimizi bir sürü gereksiz döküntüyle doldururuz. Çarşaf, masa örtüsü, peçete, çifter çifter mumluklar. Hepsi bir gedik kapatır sanki. İlgi alanına göre, imkanlara göre, yaraların berelerin cinsine göre, uzar da gider bu liste… Ben koleksiyon merakının da kökeninde yaralar olduğuna inanırım hep…
Görünmeyen yaralar eşya ile yamalanmaya çalışılabildiği gibi, daha ruhani yollarla da tedavi edilmeye uğraşıldığı da olur. İnsanlara yardım etmek için yırtınılması gibi. Yardım isteyene el uzatılması, yardım istemeyene boğana kadar ısrar edilmesi, arada uyanıklara kol kaptırılması gibi… Mahallenin bütün kedilerini beslemekten tut, ona buna illa ki akıl vermeye kadar giden lüzumlu lüzumsuz bir takım davranış biçimleri…
Hepimizin ateşten çıkan demirle dağlanmış bir yeri var
Meslek seçerken bile, insan kendi deneyimlerinden, yaralarından yola çıkmıyor mu? Öyle bedavadan psikolog olmak, doktor, politikacı, müzisyen olmak yok… Ya meslek seçiminin ardında yamanacak bir delik vardır, ya meslek yokuşunun ucunda varılacak yer bir şey ifade eder. Ya da yaralar bereler ayağa dolanır, bir baltaya sap olunmaz…
Örneklerde kendinizi tanıdıysanız sıkılıp utanmayın. Saydıklarım size uzak göründüyse, aklıma gelmeyen örneklerden birinin ucu mutlaka size dokunur. Hepimiz aşağı yukarı aynı dertlerden muzdaribiz. Yeni bir çift ayakkabı aile bütçesini delmiyorsa size kim sitem edebilir ki? Elinizde paket eve mutlu dönüyorsanız iki kül tablası dürtü alış verişidir diye sizi kim yargılayabilir? Evde koyacak yer kaldıysa ne ala! Kapı çalınca “Amaniiin, yandaki teyze geldi, gene iki saat bacak ağrısını dinliycez” diye kalbiniz sıkışarak gene de o kapıyı açıyorsanız, komşu teyzeye gülen yüzünüz de bir yerlerde bir yaraya dikiş atıyor olmalı…
Kabullenilsin, reddedilsin, sevilsin, nefret edilsin, izlerimiz hayatımızın ve hafızamızın bedensel ve ruhsal yazılarıdır. Hepimizin ateşten çıkan demirle dağlanmış bir yeri var.
Kat ettiğimiz yollar, kişisel bellek
Dikiş, sürfile, teyel, kat ettiğimiz yollardan parçalar sayılmaz mı ? Boşlukları dolduran, acıları kapatan yamalar yaşamlarımızdan küçüklü büyüklü parseller değil mi ? Gezegenin katmanları gibi, ağacın kabuğu gibi, kat kat, kalın, ince tabakalar. Üst üste, renk renk, birbirine girift ya da yapışık, ya da incecik bir dengeyle bir araya gelmiş.. Her biri bir dönem, bazen toplumsal belleğe de paralel bir iz bırakan, kişisel bellek, bir arşiv parçası, kısalı uzunlu, acılı, mutlu, iki arada bi derede….
Katmanlar bireyin hafızası, ama insanlığın tarihi de öyle. Toprakların, halkların kaderini etkileyen katman katman yaralar var. Doğanın yapısı da katmansal değil mi?
Geçen zamanın, yaşananların mirası olan her şey, tek sözcükle tarih, izlerin bir haritası…
“Dostlar birbirlerini yaralarından tanır”
İzler bizden hem bir parçadır hem de bizi biz yapan elementlerden biridir. Hayatımızın, yani yaşamışlığımızın izleri olarak sosyal yaşantımıza da bir şekilde katılır yara izleri. Görünenleri gittiğimiz her yere götürürüz, o tamam. Görünmeyenler de sosyal bagajımızın bir parçasıdır. Yakınlık hissettiğimiz insanlarla ya aynı yaraları paylaşırız, ya da birbirimizin yaralarına merhem oluruz. Alexandre Kaufmann şöyle demiş ve boşuna dememiş : “Dostlar birbirlerini yaralarından tanır.”
Kimler neler demiş diye araştırıyorum. Arkadaşım Google’ın ooooo’ları uzayıp gidiyor. İzler hakkında yazıp çizmemiş kimse kalmamış. Sanat eserlerine konu olmuş, şarkılar, şiirler… Yaraların yalnızca ağlayan arabesk kültüründe yer aldığını sanmayın, yüzyıllara saçılmış bütün akımların ve dönemlerin göz bebeği olmuş…
Herkesin en az bir yara izi var!
Ben 2000’lerin başında bu yazıyı yazdıktan seneler sonra, 2015’te Leyla ile Mecnun dizisinin 31. bölümünün sonunda Köksal Engür’ün seslendirdiği “Herkesin bir yara izi vardır” metni gönüllere dokunmuş…
Aslında ilk yara izimiz göbek deliği! Hayata onunla başlayıp, onunla bitiriyoruz. Hepimizin de bir tane var. Hayata bir yara izi ile başladığımızı hiç düşünmemiştiniz değil mi ? “Yaralar kapanır ama izleri bizimle büyümeye devam eder” demiş Stanislaw Jerzy Lec. Evet, aynen öyle ! Yaş ilerledikçe yenileri ekleniyor bir şekilde.
Göze görünür izlerden, yürümeye başladığımız dönemde diz yaraları, bisikletten düşme izleri, sokakta oynama kazaları, kafa yarılması, dudak patlaması… Kırılan pencere camının izi, parmak üzerine kapanan kapının izi, sapandan fırlayan taşın izi, elden kayan bıçağın izi, dökülen sıcak çayın izi, apandisit, sezaryen… Ya şiddet izi, işkence izi, zulüm izi, savaş izi… Bunlar nasıl silinebilir ki?
Çıplak gözle görünmeyen, aile sorunlarına şahitliğinin saf izi. Nesil farklılıklarının ızdıraplı izi. Arkadaş kırmalarının ihanet gibi algılanan izi. Sevilenlerin zamanlı zamansız kaybının isyan ettiren, özleten izi. İlk aşk acılarının “ölüyorum” sandıran izi. Son aşk yaralarının deneyim falan dinlemeden acıtan izi. Küçüklü büyüklü incinmeler. Çoğunlukla yersiz ve gereksiz utanmalar. En derin izlerden kendi kendine kızmaların izi… Hani şu “Neden beni yaralamalarına izin verdim ?” dedirten cinsten. Shakespeare de bizimle aynı fikirde : “insanın kendi kendine açtığı yaralar en zor iyileşenlerdir.”
Çıplak gözle görünmeyen izler için, bir kez daha yazıyorum, şiddet, ötekileştirme, haksızlıklar, zulüm, işkence, savaş…
Saf yün — Naz Oke. Angers, 2010. Kompozisyon 9 x 9 cm, kolaj, kumaş, kağıt, mürekkep, dikiş.
İçimdeki boşluklar — Naz Oke. Angers, 2010. Kompozisyon 9 x 9 cm, kolaj, kumaş, kağıt, karton, dikiş
“Bilinçlilik güneşe en yakın yaradır”
Ben oturdum bir izler listesi yaptım. Bir de baktım oldukça yaralı bereliymişim meğer. İzlerimin kağıda dökülmüş halini görünce ışıldadığımı hissettim. René Char’in dediği gibi “Bilinçlilik güneşe en yakın yaradır”. Ne kadar doğru değil mi ? Kendi kendime dedim ki : “Bir çok hayatım oldu, hepsinden izler taşıyorum. Yara izlerim, kırılmış, dağlanmış bir yüreğim, içine bal doldurulmuş ısırıklarım, ve artık kırışıklıklarım var… Ve ben bu izlerin hepsini seviyorum”. Siz de kendinizle baş başa kalın ve yapın listenizi, ama dürüstçe !
Hayata bir yara izi ile geliyoruz ama ne olursa olsun, nefes almak kocaman bir armağan. George Sand umutsuz bakmış ve şöyle demiş : “Yaşam, nadiren uyuyan ve hiç kapanmayan bir yaradır.” Phil Bosmans ise atasözü olabilecek akıllı ve pratik bir laf etmiş: “Bugüne dünün yarasıyla başlama”! Ama elde değil işte… Çok sevdiğim bir söz var, son noktayı onunla koymak istiyorum: “Yaralarını kuma yaz, neşelerini taşa kazı.”
Bu makalem güncellenmemiş hali ile Hillsider dergisinin 59 uncu sayısında yayınlanmıştır.
Diğer yazılara buradan ulaşabilirsiniz