Français | Türkçe | English | Castellano
Sürgün bir yolculuğa davet değil, çoğu zaman bilinmeyene kesilen tek yönlü bir bilettir.
Yakınlarını, çocukluğunu, kurulmuş düzenini, içinde doğulan coğrafyayı, terketmek zorunda kalmak; hayati bir tehlikeden, tehditten, baskıdan, ya da özgür olmanın hatta varolmanın imkansızlığından kurtulmaya çalışmak, isteyerek seçilmiş ‘başka toprakta başka yaşam’ projesinden çok farklı bir şey.
Sürgün, fransız dilinde Elbe adası, Victor Hugo ile kafiye kuruyor, Türkçe’de ise Nazım Hikmet, Ahmet Kaya, Yılmaz Güney ve diğerleri… Anarşist aktivist Louise Michel için sürgün, Yeni Kaledonya… Her biri için söz konusu olan: Cezalandırıcı bir tecrit.
Bugünkü küreselleşmiş ekonomi ve toplum sistemi içinde, baskıcı bir devlet dışında korunma arama ihtiyacı ile doğan ve çoğu zaman sığınma talebiyle sonuçlanan sürgün, gözlere “göç” gibi görünebilir. Sürgün günümüzde demokrasi ile cilalanarak daha az görünür kılınmış kurallarla çerçevelenmiş olmasına rağmen, hayatları paramparça eden niteliğini koruyor ve taşınan valizler, hiç bir zaman tam olarak açılamıyor. Günlük yaşamda gereken eşyaları içeren valizler, insanları oldukları kişiye dönüştüren anıların doldurduğu valizlerle yan yana…
Bir sürgüne hitap ettiğimizde sorduğumuz sorular, bir yolculuk güncesindeki anlatıları ya da konfor kaygısı ile yeni inşa edilen bir yaşamın öyküsünü anlamaya çalışan sorulardan çok farklıdır. Gitmenin, gitmek zorunda kalmanın acısı, yaşanılan ‘şimdi’ içinde de devam ediyor. Sürgünün fırlatıp attığı yerde bu acıyı dindirmenin iki seçeneği var: Ya kendin olarak kalmak ve direnmeyi sürdürmek, ya da asimile olmak ve dün reddettiğini bugün kabullenmek.
İşte Dilek Aykan da tam olarak gündeme getirmekte öncülük ettiği ve Kedistan’da bir yazı dizisi olarak paylaşmak istediği bu ikilemi sorguluyor. Bu yazı dizisi ayrıca, aynı zorlu ikileme, sürgünde bir kadın olarak, kendi adına da verdiği bir cevap.
Dilek kadınların sesini taşıyor. Hepsinin yolu, birbirinden zor ve karmaşık seçeneklerle örülmüş, hep de zorlama ve kısıtlamalarla. Hepsinin yaşamını birbirine yaklaştıran bağ ise, ya bir devletin ya da ataerkil düzenin onları diz çöktürmeye çalıştığı yerde gösterdikleri ayakta kalma iradesi. Hepsi yaşama iradesi yanında, yaşamlarını başka kadınların da yararlanabileceği bir direnç, bir dayanışma gücüne dönüştürmek isteğini taşıyor.
Bu sürgün hikayelerinin gücü de işte tam burada. Bunlar öylesine çizilmiş kadın portreleri değil, tıpkı Zehra Doğan’ın resimlerinin bir mekanı güzelleştirmek için çizilen resimler olmadığı gibi. Her portre, kişisel deneyimi ve anlatısıyla, farkındalık ve bilince, tepkiye çağırıyor. İşaret ediyor, ihtar ediyor, uyandırıyor.
Dilek Aykan’a, elimizden geldiğince çok dilde ve en geniş şekilde paylaşmaya çalıştığımız bu yazı dizisi ve bize olan güveni için teşekkür ediyoruz. Okunma istatistiklerimizi, reyting kaygısı ile değil, içerdikleri kadın sesinin taşıyıcısı olma görevi ve sorumluk duygusu ile gözlemleyince, bu tanıklıkların amaçlarına ulaşacağından emin olmaktan mutluluk duyuyoruz.
Fotoğraf : Zehra Doğan. Tual üzerine akrilik, 72 x 128 cm. 2017, Kaçak Günler, İstanbul.