Türkçe | FrançaisEnglish

Sürgün, hay­a­ta yeniden başla­manın serüven­lerinden biridir aslın­da: baş­ka bir toprak­ta, baş­ka bir iklimde yeşer­menin yol­larını ara­mak­tır bel­ki de. Kök­leriniz­den edilmişken bu hiç de kolay olmay­a­cak­tır ama bir yer­den başla­mak gerektir.

Türkiye’den poli­tik sebe­pler­le göç etmiş kadın­lara, yine poli­tik göç­men bir kadın olarak mer­ak ettik­ler­i­mi sor­maya başla­mam­la bir­lik­te, bunu bir yazı dizi­sine dönüştürme fikri gelişti. Ezilen­lerin deney­im­lerinin yeni gelen göç­men­ler üzerinde nasıl bil­giye dönüştüğünü biz­zat yaşa­yarak yaz­maya başladım.


sengul koker exil surgun

Şengül Kök­er ile başla­mak istiy­o­rum. 1980 darbesinin ardın­dan mesleği elin­den alın­mış bir öğret­men olan Şengül Kök­er’le ken­di sürgünümü yaşa­maya adım attığım coğrafya­da tanıştım. Şengül Kök­er dediğime bak­mayın, bulun­duğu­muz kan­ton­da hep­imizin en eskisi ve Şengül Abla’sıdır. Kan­tona trans­feri yapılan göç­men­ler­le ilk Şengül Abla tanışır. Komünistliğine ter­cü­man­lığı eklen­ince, devlet bütçe­siyle kıt kanaat geçi­nen ve ter­cü­mana ihtiy­acı olan ilti­cacıların çaldığı ilk kapı olu­ver­miştir. Öyle ya! Ben de şahidim, kim­s­enin yüzüne kapan­mamıştır o kapı.

Ben de çalıy­o­rum kapısını Şengül Abla’nın. Bu defa bize sürgünün ter­cü­man­lığını yap­masını istiy­o­rum. “Nere­den başladı sürgünün, Şengül Abla?” diy­o­rum ve başlıy­or anlatmaya…

15 Yaşındaki kız çocuklarından korkan bir hükümet ne zamana kadar yaşayabilir?”

1970’ te, 15 yaşın­dayken Maraş Öğret­men Oku­lu’­na başladım, diy­or ve devam ediyor:

Oku­la git­tiğimiz yıl­lar kitap oku­maya başladığımız yıl­lar oldu. Elim­ize geçen her şeyi okuy­or­duk. Döne­min gün­cel fikir­leri hakkın­da bir şeyler öğren­m­eye başlamıştık. On sek­iz kişi­lik bir grubu­muz vardı. Kitap alışver­işi yapıy­or­duk ve son­ra edindiğimiz bil­gi­leri tartışıy­or­duk. Hiçbir­im­iz bu alışver­işin bir gün okul­dan atıl­mamıza sebep ola­cağını düşün­memiştik, demeyi çok ister­dim ama ne acıdır ki bilindik gün­ler­di. Ve okul­dan atılışımız­dan birkaç ay son­ra, Deniz Gezmiş ve arkadaşları darağacı­na gön­der­ilmişti. Gerçi şim­di bakın­ca anlıy­or insan, o bilindik gün­ler Türkiye’de hiç değişme­di, yal­nız­ca siv­il ve askeri olmak üzere her seferinde kılık değiştirdi.

Okul­dan atıl­mamız büyük bir skan­dal olarak görülmüş ve tep­kilere yol açmıştı. Hiç unut­muy­o­rum, Gazete­ci Uğur Mum­cu o dönemde köşesin­den duru­mu­mu­zla ilgili hükümete şu soruyu yönelt­mişti; “15 yaşın­da­ki kız çocuk­ların­dan korkan bir hükümet ne zamana kadar yaşaya­bilir?” demişti.

Dava süre­ci ve son­rasın­da kararın iptali iki yılımıza mal olmuş­tu. Mahkeme karın­da, ken­di okul çevrem­iz dışın­da yani baş­ka bir ilde okuya­bile­ceğimiz takdir edilmişti! Sürgünüm böylece başlamış oldu ve toplam­da dört yıl olan öğret­men oku­lunu altı yıl­da bitirdim. Öğren­cil­iğimin ilk sürgünü değil­di bu. Sırasıy­la önce Kay­seri, Antep, Adıya­man Besni, Adana ve son olarak Mersin Öğret­men Oku­lu olmak üzere altı fark­lı okul gezdim. Mersin Öğret­men Oku­lu’n­dan diplo­mamı aldım.

Özel­lik­le Adana Öğret­men Oku­lu’n­dan atılışım çok ilginç oldu.

Adıya­man Öğret­men Oku­lu’n­dan atıldık­tan son­ra Adana’ya git­tim. Bura­da hiçbir okul kab­ul etmek isteme­di beni. O dönem hükümette Erbakan-Ece­vit koal­isy­onu vardı ve döne­min Mil­li Eğitim Bakanı ise Mustafa Üstündağ’dı. Babam, artık oku­mamı istemediği için annem biz­zat ken­disi Mustafa Üstün­dağ’ ın yanı­na git­ti. Bakan­lık­tan gelen bir yazıy­la Adana Öğret­men Oku­lu’­na kay­dım yapıldı. Adana’­da kalma sürem koal­isy­on kadar oldu. Koal­isy­on bit­ince, müdür ‘sağ olsun’ var­lığım­dan pek bir rahat­sızdı, daha fazla kala­mazdım, kay­dımı Mersin Öğret­men Oku­lu’­na aldırdım ve buradan mezun oldum.

sengul koker exil surgun

Büyüt­mek için tıklayınız

Fikri Köker’in komünist kızı burada mı?”

Öğret­men­liğim öğren­cil­iği­mi hiç arat­madı, ya da öğren­cil­iği­mi bana hiç arat­madılar diyey­im daha doğru olur. Oku­lu bitirir bitirmez, Maraş’ın Türkoğlu ilçe­sine tayin edildim. Ailem de Türkoğlu’nda otu­ruy­or­du. Kahra­man­maraş küçük bir yer, Türkoğlu ondan da küçük. Göreve başlay­a­cağım haf­ta Mil­li Eğitim Müdürlüğü’nden bir müfet­tiş bölge öğret­men­leriyle toplan­tı yapacak­tı, tüm öğret­men­ler katıldık. Müfet­tiş içeriye girdiğinde ayağı kalk­tık, toplan­tıya herke­si şaşkın­lığa uğratan bir soruy­la başladı.

- “Fikri Köker’in komünist kızı bura­da mı?”

Salon­da­ki yeni öğret­men­ler Köker’in komünist kızını ararken tanıyan­lar da göz ucuy­la bana bakıy­or­du. Daha çok gencim, ide­al­ler­ime bağlıyım, açıkçası guru­ru­ma da yedi­remed­im. Kalk­mam ve kendi­mi tanıt­mam gerekiyordu.

Ayağa kalk­tım ve gülümsed­im, “Fikri Kök­er’ in komünist kızı bura­da efendim, peki faşist müfet­tişler de teşrif ettil­er mi?” ded­im. Aynı gün evrak­larımı hazır­layıp Maraş’ın bir köyüne tayin ettil­er beni. O zaman­lar tayin dedil­er, karar dedil­er, öyle emir gel­di dedil­er ama her seferinde biz bildik ne olduğunu. SÜRGÜN…

Okulda Türkçe dışında dil konuşmak yasak!”

Aslın­da gidişatın nasıl ola­cağını Fikri Köker’in komünist kızını arayan müfet­tişten anlamıştım. Öğret­men­lik hay­atım boyun­ca sek­iz defa sürgün edildim ve bir yıl açığa alındım, açığa alındım sözü hafif kalır bel­ki. Bildiğin kaçaktım…

Öğret­men­lik yıl­larım­da biz­im gibi düşü­nen, bize katılan ve kad­er ortak­lığı yap­tığımız insan­lar artıy­or­du. Biz çoğaldıkça faşizmin de şid­de­ti artıyordu.

Ben hep Kürt ve Ale­vi köy­lerinde öğret­men­lik yap­tım ve yal­nız­ca öğret­men­lik yap­madım. Git­tiğim her yerde köylüyle iç içe yaşadım. Köy halkıy­la beraber toplan­tılar yapardık, gençler­le akşam­ları buluşup tartışırdık. Onlar için sem­i­ner­ler hazır­lardım. Onlara anlat­tık­larım aslın­da ken­di hay­at­ların­dan baş­ka bir şey değil­di. Onlar Kürdis­tan­lıy­dı ve ben onlara Kürdis­tan­lı olmayı anlat­tım. O günün koşulların­da bun­ları tartış­mak yasak­tı. Kürt, Kürdis­tan isim­leri yasak­lı ve sakın­calıy­dı. Kırk yıl evvelden bahsediy­o­rum ama aynı zaman­da bu günü de anlatıy­o­rum. Kürt mese­lesinde devlet zih­niyeti bir arpa boyu yol almıy­or, hala gerçeğe direniy­or. Ne yazık!

Okul sınır­ları içinde Türkçe dışın­da bir dil konuş­mak yasak­tı. Aslın­da burada­ki mese­le Kürtçe konuş­manın yasak­lan­ması! Böyle ifade etmemek san­ki yasak­ları görün­mez kılıy­or. Ben­im öğren­ci­ler­im Türkçe konuş­mayı bilme­den oku­la adım atıy­or­lardı. Türkçe’yi okul­da öğre­nen çocuk­lar bun­lar. Dil baş­ka dil, coğrafya aynı coğrafya, hep­si Kürt-Ale­vi çocuk­ları. Ben­im için yasak vic­dan­sı­zlık­tı. Yasak­la­madım elbette. Çünkü Kürtçe’yi yasak­la­mak onları derin bir ses­si­zliğe hapset­mek demekti.

sengul koker exil surgun

Büyüt­mek için tıklayınız

Bir gün ders saatinde içeri çat kapı müfet­tiş gir­di. Hani şu öğret­men­liğe başladığım­da Fikri Köker’in komünist kızını soran müfet­tiş. Çocuk­lara, çan­ta­larını sıranın üzer­ine koy­malarını söyle­di ve çan­ta­ları tek tek ara­maya başladı. Müda­hale ettim. “Müfet­tiş Bey, siz polis değilsiniz, görevinizi yapın” ded­im. O esna­da çocuk­lar araların­da Kürtçe konuş­maya başladılar. Müfet­tişin ardın­dan jan­dar­manın oku­la gelme­si çok sürme­di. Okul­la ilişiğimin kesildiğine dair bel­geyi elime tutuş­tu­rup git­til­er. Ben kab­ul etsem de köy halkı bu kararı kab­ul etmek isteme­di ve yan­ları­na beni de alarak kay­makam­lığa git­mek iste­dil­er. Git­tik. Köylü­lerin yap­mak iste­diği şey, yal­nız­ca okul­dan alın­ma­ma engel olmak­tı… “Şengül Öğret­men Kürt halkını devlete karşı kışkırt­mıştı”. Öğret­men­lik şura­da dur­sun hakkım­da açılan dava sebe­biyle bir yıl kaçak gezdim. Arkadaşlarım gibi işkence görmek­ten, ceza­evine girmek­ten bu kaçak­lık sayesinde kurtuldum.

Göreve dönüşüm Konya Sarayönü’ne oldu. İki çocuğum sürgün çocuk­ları olarak dünyaya gelmişti. Konya’dan ayrılışım da diğer şehirler­den ayrıl­mam­dan fark­lı olmadı. Yıl 1981’di ve artık hiçbir yer biz­im için yaşanıla­cak gibi değil­di. İki val­iz­i­mi ve çocuk­larımı alarak jan­dar­ma eşliğinde Konya’dan çık­tım ve on gün son­ra ülkeyi terk ettim. Bu şek­ilde görev yerinden çık­mak zorun­da kalan öğret­men­ler birkaç gün son­ra işkenc­eye alınıy­or­du. Zat­en çoğu arkadaşımız ağır işkencel­er­den son­ra uzun yıl­lar ceza­evin­de kaldılar. Ülke­den çıkarken çocuk­larımı ora­da bırak­mak zorun­da kaldım, göç yol­ların­da beni nelerin bek­lediği­ni inan hiç bilmiyordum…

Çocuklarım benim umudumdu ama kızım hayatımdaki en büyük ve en zorlu mücadelem oldu”

Zor bir yol­cu­luk­tu, İstanbul’dan oto­büsle yola çık­tık. Birçok ülke geçtik ve durağımız olan İsviçre’nin Jura kan­to­nuna geldik. Bir yakınımız vardı, ilk gün­ler onun yanın­da kaldım. İş arıy­or­dum, çocuk­larımı yanı­ma getirmemin tek yolu buy­du. Çünkü daha ilti­ca nedir bunu bile bilmiy­or­dum. Bir kurum­dan iş için yardım iste­m­eye git­tiğimde bun­ları öğreniy­o­rum. “Senin ilti­ca hakkın var, kaçak kaldığın ülkede çalışamazsı“n diy­or­lar ve ilti­ca etmek için başvu­ru yapıyorum.

Son­ra bir saat fab­rikasın­da iş bul­dum. İşçi tulu­munu üzer­ime geçirdiğim an, önce yadır­gadım ve zaman­la o tulu­mun için­den hay­a­ta bak­manın ne demek olduğunu anla­maya başladım. Hem göç­mendim, hem işçi hem de kadın. Üç kez deza­van­ta­jlıy­dım, üç kez sömürülüyordum…

Sınıf­sal fark­lılık­ları da daha net göre­biliy­or­dum. O sıralar Jura Komünist Partisi’ne üye oldum. O gün­lerde geçmiş yaşan­tım daha kıymetli geliy­or­du bana. Ülkemde yasak­lı olan gizli sak­lı okuduğu­muz kita­plar da hak­lıy­dı; işkencel­er­den, sürgün­ler­den geçen bizler de hak­lıy­dık ama henüz kazanmamıştık.

Bugün dahi iş yaşamının içinde bu farkı his­set­meyen kadın yok­tur diye düşünüy­o­rum. Örneğin Hazi­ran’­da yapılan kadın gre­vi man­i­festo­su­nun da bir mad­de­si göç­men kadın­ların uğradığı ayrım­cılık­la ilgili. Eşit ücret ve eşit muamele…

Mücadele isteğim her daim sıcacık­tı ama çocuk­larım vardı ve çalış­mam gerekiy­or­du. İlk olarak kızım gel­di yanı­ma, sahte bir pas­aport­la. Oğlum Türkiye’de kaldı. Eşim­le ayrıl­mak üzerey­dik ve oğlu­mu bir daha göre­meme ihti­mal­im vardı. Eşim ondan boşandığım için oğlu­mu gön­der­meye­bilir­di. İltica başvu­ru­mu yak­mayı dahi göze almıştım. Hep­inizin hatır­lay­a­cağı bir isim o zaman­lar yardım­cı oldu bana: Ozan Edibe Beyazıt, nam‑ı diğer Edibe Sulari. Aşık Sulari’nin kızıy­dı. Ken­disi­ni Madı­mak Katliam’ın­da kay­bet­tik. Edibe Beyazıt’ın pas­apor­tu ile İstanbul’a git­tim ve oğlu­mu alıp geldim.

Çocuk­larım büyürken beraberinde sorun­lar da büyüdü. İki çocuk­lu bir kadın olarak çalış­mak hiç de kolay değil­di. İşe gider­siniz ama aklınız hep çocuk­larınız­dadır. Ben bunu uzun yıl­lar yaşadım. Hem çalıştım hem çocuk­larımı büyüt­tüm. Ama diye­bilir­im ki en çetin mücadele­mi kızımı kur­tar­mak için verdim. Şöyle ki kızımın uyuş­tu­ru­cu kul­landığını 16 yaşı­na girdiği gün öğrendim. Bilindik bir ergen­lik davranışı, aşık olmuş. Erkek arkadaşı da uyuş­tu­ru­cu bağım­lısıy­dı. Bir yıla yakın kızımı bu ilişki­den kopar­maya çalıştım, olmadı. Zat­en çok kısa bir zaman son­ra hamile kaldığını öğrendim ve kızım Fun­da bu durum­dan son­ra devlet koru­ması altı­na girdi.

Kızım hem uyuş­tu­ru­cu bağım­lısıy­dı hem de çocuk anne ola­cak­tı. Bunu kab­ul ede­mezdim. Çok kaygılıy­dım ama hata yap­ma­mak için de üstün bir çaba göster­mek zorun­day­dım. Önce has­tane direk­törüyle görüştüm, kızımın daha çocuk olduğunu, kendine baka­mazken bir bebek büyütmesinin imkan­sız olduğunu anlat­maya çalıştım. Funda’nın çocuğunu aldıra­bilme­si için kan­ton dok­toru, jinekolog ve devlet koru­masın­da olduğu için sosyal asis­tanın onayı gerekiy­or­du. Hep­si duru­mun farkın­day­dı aslın­da ve bana sadece her şeyin kon­trol­leri altın­da olduğunu söylüy­or­lardı. Çünkü burası İsviçre’ydi, Afri­ka değil! Funda’nın asis­tanı ile yap­tığım her görüşmede aldığım cevap bu olmuştu.

Kızımın doğum yap­tık­tan son­ra bir klin­iğe yatırıl­masını iste­d­im ancak bu talebim de kab­ul görme­di. Sosyal asis­tanının Funda’nın klin­iğe yatırıl­ması­na iti­razı olduğunu düşün­müy­o­rum ancak direk­tör­lerin klin­iğe ayrıla­cak bütçe­den kay­naklı buna engel olduk­larını biliy­o­rum. Bir diğer kaygı ise Fun­da gibi birçok bağım­lının klinik korkusuy­la kendi­lerinden uza­k­laşa­bile­cek olmasıy­dı yani baş­ka bir ifadeyle bağım­lıların devlet kon­trolün­den çık­ması!

sengul koker exil surgun

Büyüt­mek için tıklayınız

Fun­da bel­li bir süre son­ra çocuğu­na baka­maz hale gelince, üç yaşın­da torunum da devlet koru­ması­na alındı. Defalar­ca basın aracılığıy­la kan­ton hüküme­tine seslendim. “Kızımı kur­tarın!” diye haykırdım ancak ses­i­mi duy­duk­larını düşün­müy­o­rum. Kızım bir süre son­ra kan­gren olmuş ve kol­unu kay­bet­mişti. Ameliy­at­tan çık­tığı gün Funda’nın dok­toruna, sosyal asis­tanı­na ve sosyal servis direk­törüne dava açtım. Dok­toru­nun dava dosyasın­da­ki ifade­si Funda’nın tedavi­sine engel olmadık­ları­na dair­di. “Engel olmadınız ama tedavi ettirmek için ne yap­tınız?”, diye soran da olmadı ve 2010 yılın­da kızımı kay­bet­tim. Torunum altı yaşın­dayken babasız kalmıştı ve on üç yaşın­dayken de ne yazık ki annesi­ni kay­bet­ti. Kızımı kay­bet­tik­ten dört yıl son­ra dava sonuç­landı. Ne kazandık ne de kay­bet­tik. Hukuk her yerde aynı hukuk!

Bugün alt­mış beş yaşın­dayım ve dönüp ardı­ma bak­tığım­da diye­bile­ceğim şu ki, her şey çok çok zor­du. Kan­tona gelen ilk Türkiyeli bendim ve ben­den son­ra Türkiyeli, Kürdis­tan­lı birçok insan gel­di. Ben­im coğrafyam­dan ben­im insanım diye­bile­ceğim birçok kişi… En zor­lu süreç­ler­imde üye­si olduğum par­tiden arkadaşlarım hep yanım­day­dı, hep­si de kan­to­nun yerlileri.

sengul koker exil surgun

Erkek devlet, erkek toplum için ben, geçmişten bu yana bir tehlikey­dim. İlk olarak boşan­mış bir kadın olduğum için ken­di insan­larım tarafın­dan dış­landım. Çalışıy­or­dum ve fark­lı düşünüy­or­dum. Biz­im ken­di küçük toplumu­muz­da içi boşaltılmış bir namus kavramı var. Zat­en namus denilen kavramın var­lığı biz­im içimizi boşalt­mıy­or mu? Bu da ayrı bir realite zat­en! İyi olmak, dürüst olmak, emeğin­le kazan­mak yer­ine kadının eteğine, medeni duru­mu­na sığdırılmış bir namus anlayışı. Bu ataerk­il düşüncel­er sil­silesi­ni çok­tan kır­mış olmalıy­dık ama bugün bile bunu ayak­ta tut­mayı ter­cih eden­ler var. Dışın­da kalmak isteyeni de paçasın­dan tut­up içine çek­mek istiy­or­lar. Beni bir tür­lü içine çeke­memiş olmaları da acı­masız­ca saldır­malarının bir nedeniy­di ya, neyse!

Son bir yıldır Türkiye ve Kürdis­tan’­da yaşanan poli­tik sorun­lar­dan ötürü birçok yeni ilti­cacı gel­di. Hep­si de gerçek poli­tik göç­men­ler. Onlara bakın­ca ken­di adı­ma seviniy­o­rum ama ülkem adı­na da kaygılanıy­o­rum. Çünkü yıl­lardır ben­im­le bir­lik­te yaşayan insan­lar gördüler ki Şengül yal­nız değil. Şengül gibi düşü­nen, Şengül gibi yaşayan birçok insan var. Eskiye nazaran daha umutluyum.

sengul koker exil surgun

Büyüt­mek için tıklayınız

Bizi hay­a­ta bağlayan özgür­lüğümüz ve umudu­muz. Hay­atım sürgün yol­ların­da geçti. Dediğim gibi hiç kolay olmadı ama bun­ca acıya rağ­men gökyüzüne bak­tığım­da mavinin her tonunu hala göre­biliy­or ve hissede­biliy­or­sam bu ben­im mücadel­eye olan inancım­dan kay­naklanıy­or. Son olarak göç­men kadın­lara diye­ceğim şudur ki ken­di ayak­larınız üzerinde sapasağlam durun ve mücadele edin. Sizi yeniden yaşamı kur­maya çalıştığınız ülkede ayak­ta tuta­cak tek şey mücade­l­eniz ola­cak. Başka­ca yolu yok”, diye bitiriy­or Şengül Abla.

Şengül ablayı din­lerken anlıy­o­rum, sürgüns­eniz hiçbir zaman bir durağınız olmuy­or ve iki val­iz­den daha fazla eşyaya sahip ola­madığınız gibi yol­lar eviniz olu­veriy­or. Göç­men olduğunuz ülk­eye ait ola­ma­ma duy­gusu da cabası. Şengül Abla onca sürgünün ardın­dan ülke­sine olan aidiyet duy­gusunu da yitir­miş olmalı ki 1994 yılın­da ken­di isteğiyle Türkiye Cumhuriyeti vatan­daşlığın­dan çıkıyor…

 


Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Dilek Aykan
REDACTION | Auteure
Gazete­ci, siyasetçi, insan hak­ları savunucusu. Jour­nal­iste, femme poli­tique, défenseure des droits humain. Jour­nal­ist, polit­i­cal woman, defendor of human rights.