Neoliberalizmin ilk laboratuarı Şili’de tarihsel bir rövanş mı yaşanıyor? Bu sorunun cevaplarını aramadan önce neoliberalizmin tarihçesini aktarmak gerekir.
Neoliberalizm ilk olarak 1930’larda Avrupa liberal akademisyenler arasında ortaya çıktı. Neoliberalizm ya da neo-liberalizm, 19.yüzyıl fikirlerinin, 1945’ten 1980’e kadar süren savaş sonrası Keynesyen konsensüsden uzak bir paradigma kayması oluşturan laissez-faire ekonomik liberalizm ve serbest piyasa kapitalizmi ile ilişkilidir. Neoliberalizm genellikle özelleştirme, deregülasyon, serbest ticaret, kemer sıkma ve özel sektörün ekonomi ve toplumdaki rolünü arttırmak için devlet harcamalarındaki azalmalar da dahil olmak üzere ekonomik liberalleşme politikalarını ifade eder.
İngilizce konuşanlar, 20. yüzyılın başından bu yana “neoliberalizm” terimini farklı anlamlarla kullandılar, ancak 1970’lerde ve 1980’lerde mevcut anlamında daha yaygın hale geldi ve akademisyenler tarafından çok çeşitli sosyal bilimler ve eleştirmenler tarafından kullanıldı. Bu terim 1980’lerde Augusto Pinochet’in Şili’deki ve benzer bir şekilde 12 Eylül 1980 Türkiye’sindeki ekonomik reformlar ile bağlantılı olarak ortak kullanıma girdiğinde, hızla olumsuz çağrışımlar üstlendi. Toplum ekonomistleri Friedrich Hayek, Milton Friedman ve James M. teorileri ile kapitalizmin ekonomik politik literatürü haline geldi. Ve nihayet Buchanan, Margaret Thatcher, Ronald Reagan ve alan Greenspan gibi politikacılar ve politika yapıcılarının dört elle sarıldığı vahşi kapitalizmin küresel sömürü stratejisinin “haydutluğa dayalı” el kitabı haline geldi.
1994 yılına gelindiğinde, Nafta’nın geçişi ve Zapatistas’ın Chiapas’taki bu gelişime tepkisi ile bu terim küresel dolaşıma girdi.
Şimdi gelelim Şili’deki ekolojik sosyal isyana…
Latin Amerika’daki son isyan dalgasında isyanın sınıfsal pozisyonundan çok, direniş potansiyelini harekete geçiren çok boyutlu ekolojik sosyal sorunlar olduğu çok açık. Dolayısıyla bu mevcut isyanların sosyolojisine yaklaşırken öncelikle “klasik devrimci” yaklaşımların dışına çıkmak gerektiğini düşünüyorum.
Dünyayı algılama biçimleri, deve kuşunun fizyobiyolojik pozisyonundan öteye geçmeyen klasik marksist analistlerin o her isyan dalgası döneminde ellerindeki ezeli dogma reçetelerle başlarını kumdan çıkarıp, “hah işte proleter devrim başlıyor!” hülyası artık sona ermiştir. Çünkü günümüzün sorunları, her toplumsal süreci “yüce proleter sınıfın değişmez yasaları“na göre açıklayan o çok türevli marksist otorite-r-lerin “bayağı” tezlerinin çok ötelerine geçmiş durumda.
Yani mevcut ekolojik sosyal kriz, “çağın kapitalizminin” gelişme dinamiklerinin önünde, hiç öngöremeyeceği ve hiç çözemeyeceği kadar güç bir evreye girmiş durumda.
Aslına bakarsanız bu durum hiç de şaşırtıcı olmayan bir tüketişin ve tükenişin bir sonucu olarak yaşanmakta. Bütün bu yaşananlar, yeryüzünün bütün nimetlerini hiç bitmeyecekmiş gibi yalnızca “kendi ekseninde” bir otoriterliğe bağlayan; bütün gelmiş-geçmiş toplumsal sistemlerde kendini bir tür olarak dünya nimetlerinin üstünde, daima birincil ve üstün bir özne sayan, o en ezeli, en zehirli ve en paradoksal egonun sistematik ve psikopatik ev sahipliğinin eseridir. Bu vahim sonucu görmek için kahin olmaya gerek yok.
Ekosistemi asırlar boyu doymak bilmez bir iştahla kemiren insan haydutluğu, yani kapitalizm, nihayet kendi olumlu sonunu da hazırladığının farkında olarak son bir defa da olsa, can havliyle, kendisi için gerekli son enerji kaynaklarını da yağmalama peşinde. Gezegenin yaşamsal sürdürülebilirliğini zehirleyerek tüketen ve ama en vazgeçilmez en kârlı enerji kaynağı olarak, bütün endüstri devletlerine son bir savaş sığınağı olan petrol-süzlük‑, yeryüzünün bütün kıtalarında büyük bir ekolojik sosyal krize neden olmuş durumda. Milyarlarca insanın teknolojiye bağımlı gündelik hayatının vazgeçilemez enerji kaynağı olan petrol, militarist devletlerin yeni petrol yatakları üzerindeki “ekonomik askeri stratejik üstünlüğü” ele geçirme savaşı, gezegenimizi yok eden bütün ekokırımların vazgeçilmez gerekçesi haline gelmiştir. Yani gelinen aşamada asıl sorun artık ne iki sınıfın mücadelesi ile ne de kapitalizm sosyalizm mücadelesi ile açıklanabilir.
Sorun, bütün alt ve orta sınıfların hayatlarını alt üst eden ekolojik sosyal bir sorun olarak kendini göstermektedir. Ancak tarihsel bir yekün olarak baktığımızda yine de bütün bu, alt ve orta sınıfları ve ekosistemi petrole ve diğer enerji kaynakları üzerinden bugünkü geleceksizliğe mahkum eden asıl zanlı, 21 yüz yıldır gezegenimizi toprak, su, orman, hayvan ve insan bileşenleriyle kemiren, yok eden, her tür saldırgan, militarist otorite ve ulus devlet kapitalizmidir. Dolayısıyla Latin Amerika’da, Irak’ta, İran’da, Suriye’de, Rojava’da, ya da nerede olursa olsun, sürdürülebilir özgür, ekolojik, anti partriarkal bir yaşam için, militarizmden beslenen her türden otoriterliği doğrudan reddeden toplumsal bir sözleşmeye ihtiyaç vardır.
Bugün Fransa’da, Ekvator’da, ya da Irak’taki isyanları tetikleyen nedenlere baktığımızda petrol fiyatlarına yapılan zamlar, sosyal hakların gasp edilmesi, yolsuzluk ve petrol gelirlerinin eşitsiz dağılımı gibi sorunların öne çıktığını görmekteyiz. Bu durum doğal olarak kapitalizme karşı mücadelede ekonomik demokratik mücadele ile ekoloji mücadelesinin paradoksal bir şekilde ayrışmasını ya da zorunlu olarak ortaklaşmasını gündeme getirmekte.
Bu yeni tip mücadelenin en belirgin ortaklaşması Ekvator, Peru, Bolivya metropollerinde, kentli alt sınıfların ekonomik sosyal talepleri ile Amazon yerlilerinin ekolojik sosyal taleplerini ortak bir isyanda birleştirmeleriyle (ve nihayet Ekvator’da olduğu gibi, Moreno hükümetinin IMF paketini iptal ettirmeleriyle) gündemleşti. Şili’de ise, başkent Santiago’nun en önemli ulaşım aracı metroya, belirli saatler arasında uygulanmak üzere % 4 zam yapılması üzerine 18 Ekim 2019 tarihinde öğrenciler tarafından metroda “turnikeden atlama” şeklinde başlayan protestolar, güvenlik güçlerinin, turnikeden atlayan ve ücret ödemeden geçenlere güç kullanarak çıkarmasıyla kitleselleşti, bütün kentli alt sınıfların ve Patagonya Mapucheleri’nin ekolojik sosyal talepleriyle birleşerek bugünkü büyük “isyan”a dönüştü.
Diktatörlük sonrası, Şili’de benzeri görülmemiş bir isyan
18 Ekim Cuma günü, polisle çatışmalar ve kapitalist altyapı tesislerinin tahrip edilmesi olayları Santiago şehrinin sokaklarına yayıldığı anda ayaklanma radikalleşti. Hükümet sarayının eteklerinin dibinde başlayan şiddet eylemlerinin, gece saatlerinde, şehrin çeşitli yerlerine yayılması uzun sürmedi.
Genelleşmiş bir isyan ve birçok kentteki dağınık kaos karşısında polis o günden beri artık uyanmış olan ve toplumun geniş kesimlerine yayılan öfke patlamasını kontrol etmeyi beceremedi. Bu öfkenin kökeninde Şili’de yakın zamanda sivil ve askeri cunta (1973–1990) döneminde kurulan polis devleti ve neoliberal ekonomik sistemin geniş kesimlere yönelik baskısı ve hayatın güvencesizleştirilmesi yatıyordu. Demokrasiye geçişten sonra ardı sıra gelen merkez sol ve sağ hükümetler bu baskı ve sömürü koşullarının varlığını ve egemenliğini kuvvetlendirdiler.
Şehir merkezlerinde başlayan ayaklanmalara daha sonra mahallelerde gösteri yapan binlerce kişi katıldı. Göstericiler protesto biçimi olarak boş tencerelere vuruyorlardı. Bu aynı zamanda düzinelerce otobüsün, kamu ve özel şirket binalarının saldırıya uğraması, yağmalanması ve yakılması şeklinde gerçekleşen yangın, yıkım ve ayaklanmaları tetikledi. Düzinelerce metro istasyonunun gece geç saatlere kadar akınlar halindeki öfke dolu bireylerin saldırısına uğraması ve yakılması kritik önem taşıyan bir unsur oldu.
Hükümet, Santiago şehrinde askeri personelin sokaklara konuşlanmasını ve düzenin silahlı kuvvetler tarafından sağlanmasını içeren istisnai bir durum olan, olağanüstü hal ilan etmek için fazla zaman geçmesine izin vermedi. Ancak, diktatörlük sonrası senaryoda kitlesel, organik, kontrol edilemez ve eşi benzeri görülmemiş bir isyan, Şili’de yıllarca süren kapitalist düzenin getirdiği itaat, boyun eğme ve korku uygulamalarını çoktan ortadan kaldırmaktaydı.
Olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasağı
19 Eylül Cumartesi günü, askeri güçler, karışıklığın devam etmesi ve şiddetlenmesi karşısında şehrin çeşitli bölgelerine konuşlandırıldı. Santiago’nun merkezinde ve periferideki mahallelerde asker, sokakları, ticari alanları ve metro istasyonlarını korudu. Ancak, farklı biçimlerde “mücadele eden” göstericiler geri çekilmedi ve birkaç on yıl önce, diktatörlük yıllarında yaşanan baskının yaşayan anısıyla, genel olarak askerin varlığını reddetti.
Aynı gün göstericilerin yaktığı otobüs, araba ve metro istasyonu sayısı arttı. Aynı zamanda, süpermarketlerin ve büyük alışveriş merkezlerinin yağmalanması kontrol edilemez hale geldi. Yüzlerce insanın alışveriş merkezlerinden mal kaparak hayatlarını iyileştirdiği görüntü isyan günlerinin en canlı görüntülerinden biri haline geldi ve yağma ve şiddetten bunalmış hükümetin, Santiago şehrinde sokağa çıkma yasağını aynı gece uygulaması için önemli bir faktör işlevi gördü.
Başkan ve şehirden sorumlu askeri şef, medyaya, o akşam saat 19: 00’dan ertesi sabah saat 6’ya kadar olan “sivil özgürlüklerin” kısıtlandığını açıkladı. O gece gösteriler, ayaklanmalar, yağmalamalar, yangınlar ve kolluk kuvvetleri ile çatışmalar şehir genelinde sabahın erken saatlerine kadar devam etti.
Cumartesi ve Pazar günleri arasında öfke kıvılcımı daha da yayıldı, kitlesel eylemlerin ateşlenmesi ve ülkenin başka yerlerindeki vahşi şiddet görüntüleri, farklı şehirlerde pek çok ayaklanma ve isyan eylemiyle yeni bir yaygın kaos anı yaşanmasına yol açtı. Belediye binaları, hükümet binaları, alışveriş merkezleri ve resmi medya binalarına yönelik vandalizm ve kundaklamalar yalnızca birkaç günde şehir altyapısının önemli bir kısmını kuşatma, yıkıntı ve kül altında bıraktı. Farklı kökenlerden ve yerlerden gelen insanların birbirlerini sokaklarda, protestoların ortasında buldukları an ve ayaklanmalar Şili neoliberal sisteminde ve onun bütün bölgeyi etkileyen kapitalist/ekstraktivist sömürü modelinde büyük kritik bir yarılmaya yol açtığı an isyan, belirli herhangi bir talebi çoktan aşmıştı.
Baskıcı Şili devleti ise, isyanın olağanüstü sürekliliği karşısında daha çok militarize olmaya başlamıştı. Devletin bu süreçteki ana stratejisini şu ana başlıklar da görmek mümkündür:
- İkiyüzlü biçimde baskı ile ilgili kayıtları saklamak, haklı çıkarmak ve / veya sorgulatmak için bilgilerin sansürlenmesi ve kontrolü.
- Hükümet yetkililerinin “Yeni bir sosyal sözleşme” ile çözülmesi gereken bir sosyal krizin tanınmasını içeren televizyondaki konuşmaları.
- Sözde kaos yaratmak ve küçük dükkanlara, okullara ve hastanelere saldırmak için örgütlenmiş iç düşmana karşı bir devlet savaşının açık işaretinin verilmesi. Yağmacıların ve vandalların kriminalize edilmesine özel önem verilmesi. Ayrıca, devlet televizyon kanalı hakkındaki bir raporda, ayaklanmaların nihilist anarşist hücreler tarafından örgütlendiği belirtildi.
- Gün boyu süren akışı haber yağma nedeniyle kıtlık korkusunu işliyor, hırsızlıkların sıradan evlere yayılacağı fikrini yayıyor.
- Eylemcilerin her türlü baskıyı mazur gösterecek biçimde şiddet yanlısı olanlara karşı iyi, yasal ve şenlikliler olarak, yapay olarak bölünmesi
- Mevcut krizin çözümünün önemsendiğinin gösterilmeye çalışıldığı bir ekonomik ve sosyal önlem planının sunulması.
- Ordunun güvenlik ve barış gücü olarak sunulması.
Sonuç olarak, 3 bölge ile 11 şehirde güvenliğin orduya bırakılmasını kapsayan “olağan üstü hal ” ve “sokağa çıkma yasağı” caydırıcı olamamış bilakis isyan’ın daha da büyümesine neden olmuştu.
Şili halklarının bu bastırılamayan isyAn’ı, Pinochet dikatörlüğü ve onun devamı niteliğindeki Pinera hükümetinin neoliberal politikalarına karşı “sosyo politik bir rövanş” niteliği taşımaktadır.
Bilindiği üzere Pinochet diktatörlüğü, Şili’yi IMF eliyle yeniden dizayn etmiş, başta Mapuche halkı olmak üzere Şili halklarını hak ve özgürlüklerinden men etmiş, büyük bir yoksulluğa, köleliğe ve katliamlara mahkum etmişti.
Kısa tarihsel bir notla aktarmak gerekirse: Richard M. Nixon başkanlığındaki ABD hükümeti, Şili oligarklarının suç ortaklığıyla bu kanlı rejim değişikliğini planladılar ve organize ettiler. Uluslararası Telefon ve Telgraf Şirketi (İTT) gibi çok uluslu büyük ABD şirketleri karşı iktidarı gerçekleştirmek için CIA ile birlikte çalıştı. İlk olarak Ulusal Kamyon Sahipleri Konfederasyonu aracılığı ile 70 bin kamyonu felce uğratan ulusal çapta bir ‘grev’i örgütlediler. Ardından Silahlı kişiler Allende’nin ordu komutanı yardımcısını vurdu. Ve1 1 Eylül 1973’te, şiddetli askeri bir darbe ile Allende devrildi.
Salvador Allende’nin ölümü hala tartışmalı. Birçokları onun kendisini öldürdüğünü; diğerleri de idam edildiğini söylüyor. Onun geride kalan son fotoğrafı, elinde silah Başkanlık Sarayını savunurken gösteriyor. Ölmeden önce, Şili halkına ilham veren şu sözleri söylemişti: “Benim yurdumun işçileri, ben Şili’ye ve Şili’nin geleceğine inanıyorum. Yaşasın Şili, Yaşasın Şili halkı, Yaşasın işçiler!”
Şili’nin kalbinin sesi Victor Jara ise Ulusal stadyumda dudaklarındaki son şarkısıyla ölecekti. Şili’deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev, Jara’nın son anlarını şöyle anlatıyor: “Víctor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Víctor’un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.”
Amerikan Gizli Kayıtlarında Şili Diktatörlüğünün iç yüzü belgelerle ortaya konuyor. Gizli kayıtları ortaya çıkaran Washington’da kar amacı gütmeyen bir grup, Ulusal Güvenlik Arşivi’nden ABD’nin darbedeki rolünü kanıtlayan belgeler yayınladı. Kayıtlar Nixon’un CIA’ye nasıl “ekonomiyi sekteye uğratması”, ve “Allende’nin iktidarı almasını ya da göreve gelmesini önlemesi” için emirler verdiğini gösteriyor. Yine aynı kayıtlarda, 1973 Mart’ındaki bir senato oturumunda, bir İTT başkan yardımcısı CIA ile İTT arasında en az 25 görüşme olduğunu gösteriyor.
Pinoche sonrası demokrasiye dair kısmi restorasyonu saymazsak, Şili hala dikatatörlük yasalarıyla yönetilmeye devam etmektedir. Böylesine bir tarihin birikmiş ağır trajik yükü, sonunda büyük bir rövanş isyanını açığa çıkardı.
Şili halkları bir ayı aşkın bir zamandır bastırılamayan isyⒶnı ile Piñera hükümeti nezdinde esas olarak Pinochet diktatörlüğü ile hesaplaşmaktadır.
İsyan, kıtasal ruhsal bir aidiyetin tarihsel izlerinde, neoliberalizme karşı domino tasaları gibi birbirini iten reaksiyoner bir potansiyeli harekete geçirdi.
Sırada Kolombiya vardı. Kolombiya’lı kentli alt sınıflar ile yerli Amazon halklarının ekolojik sosyal talepleri iç içe geçerek kitlesel bir dinamizmle sokaklara meydanlara taşmıştı. Latin Amerika neoliberalizme karşı bir rövanş isyanı silsilesi ile dünyanın baş gündemine otururken, Şili’deki isyanın baş aktörü Şili halkları, isyanın güncesini yazmaya devam ediyor.
Şili’deki isyⒶnın en önemli baş aktörleri olan anarşistlerin şu sözleri ile şimdilik noktalıyorum:
“Demokrasi yalanının iyi niyetlerine asla inanmadık, bu yüzden baskıcı güçlerin mermilerini çocuklara, yaşlılara ve hayvanlara yöneltmelerine şaşırmadık. Bugün aynı zamanda hareketliliği kısıtlayan sokağa çıkma yasağına rağmen arkadaşlarla, yoldaşlarla ve ilgi gruplarla kucaklaşmayı, paylaşmayı öğreniyoruz.
HİÇBİR ŞEY BİTMEDİ, HER ŞEY DEVAM EDİYOR!”
Not :
Latin Amerika’daki isyanları takip etmek üzere Şili, Bolivya ve Ekvator (Amazon)’da incelemelerde bulunmaya izlenimlerimi aktarmaya devam edeceğim. Son olarak, Arjantin-Şili Patagonya’sına yani asi özgürlüğümün yurduna geri döneceğim. Kısacası, uzun süre buralarda olacağım. Bölge ile ilgili gelişmeleri sosyal medya sayfalarımdan takip edebilirsiniz.
Sevgi ve dostlukla…
Diğer paylaşımlara Sadık Çelik’in Facebook hesabından ulaşabilirsiniz.