Türkçe | Français | English | Castellano
Bir Londra gecesi, küçük yemek masasında, elimizde çaylarımız… Zehra karşımda, tabletinde, açlık grevini sürdüren Leyla Güven’i çiziyor. Ben Zehra’nın getirdiği ve yüzlerce eserin acilen çektiğimiz fotoğraflarının düzeltmelerini yapıyorum. Gözlerimiz işte, sohbet ediyoruz.
“Sen neden benimle röportaj yapmadın? Ben ilk röportajı Kedistan’a vermek istiyordum. Kızdım sana” diyor Zehra. “Sen çıktığında bir çok röportaj isteği geleceğini biliyorduk. Hatta sana yazmıştım… Gerçekten de öyle oldu. Artık nefes alamaz olduğunu göre göre bir de üstüne Kedistan’ı eklemeye kıyamadık sana Zehra. Yoksa istemez miyiz?” diye itiraf ediyorum.
Hadi şimdi yapalım diye düşünüyor ve gülüyoruz. Ve gecenin dördünde sohbetimiz ses kaydı olarak koruduğumuz bir röportaja evriliyor…
45 dakikalık bu söyleşi oldukça uzun ama sanat çevresinde yoğunlaşan ve okumaya değer bir metin çıkardı ortaya. Zehra’nın resimleri ile, kiminizin asıllarını ya da baskılarını sergilerde görerek, kiminiz ise “Gözler Dört Açık” isimli kitabın sayfalarında ya da internette tanıştınız. Cezaevi dönemi eserleri hem kullanılan malzeme ve tekniklerin kısıtlılığı hem de çizgilerin yakıcılığı açısından daha da vurucu ve etkileyici… Zehra Doğan’ın resimlerini daha derinden okumak istiyorsanız, sohbete davetlisiniz…
Zehra, senin uzun süredir bir düşündüğün, bize mektuplarında bahsettiğin bir projen vardı. Mardin’de bir sanat atölyesi… Çocukların sanat yapabilmesi için, hatta yalnızca çocuklar için de değil. Çıktığında bu proje çevresinde nasıl dönüşler aldın?
Evet, aslında tam olarak bir çocuk projesinden daha geniş bir düşünceydi bu. Şöyle anlatayım; bizim Diyarbakır’ın tarihi mahallesi Sur’da dört yıl boyunca yaşadığımız evde özel bir atmosfer vardı. Sur’daki arkadaşlarımız arasında çok sayıda ressam, heykeltraş ve farklı sanatçılar bulunuyordu ve birlikte bir ortam oluşturmuştuk. Sürekli yaratıcılığın, tartışmaların ve gerçek bir sanatsal dinamiğin olduğu bir evdi. Yurtdışından gelen sanatçılar bizde kalıyor ve bu dinamiği zenginleştiriyordu. Bu ortama sanat konusunda deneyimi olmayan kişiler de katılıyor ve hatta ilk kez sanat yapmaya başlıyordu. Resim yapmaya, şiir yazmaya, bir şeyler üretmeye çalışıyordu. Bu ev, atölye gibi bir sanatsal mekana dönüşmüştü.
Komşular kapıyı çalıp, “benim bir yakınım var, portresini yapar mısınız?” diyebiliyordu. Etkinliklerimiz mahallede yaşayan insanlarda da merak ve saygı uyandırmıştı. Sabah akşam hatırımızı soranlar, “bir eksiğiniz, ihtiyacınız var mı?” diye soranlar… Kısacası çok güzel bir ortamdı. Ben de kendi kendime, “neden aynı şey Mardin’de bir köyde oluşturulmasın?” diye düşünüyordum sürekli. Yani kafamdaki proje, bu deneyimin devamı niteliğinde bir şeydi. Henüz tam olarak başlamış değil, bir de evet, yalnızca çocuklarla kısıtlı bir şey değil. Böyle bir ortam oluşmasına elveren, resim malzemelerinin bulunduğu, isteyen herkesin gelebileceği, üretebileceği, konuşmalara katılabileceği bir mekan…
Cezaevinden çıktıktan sonra, çocukların çok yoğun ve sevecen bir ilgisi ile karşılaştım. Yüzlerce çocuk benimle konuşmak, tanışmak istedi, fotoğraf çektirdi. Resimler yaptılar, heyecanla gösterdiler, “bak ben resim yapıyorum” diye. Resimlerini hediye ettiler. Aileleri ise, “resim malzemeleri nereden alınır, çocuklarımızın sanat öğrenmesini, yapmasını nasıl sağlarız?” diye soruyorlardı. “Sen ne zaman atölyeni açacaksın?”, “Bizim çocuklarımız da gelsin”, “çocuğumu kaydet” gibi şeyler söylüyorlardı. Sanki kayıt gerekliymiş gibi düşünenler oldu, yani öyle algılamışlardı… Oysa kapıları herkese açık bir yer hayal ediyordum. Bunlarla karşılaşmak çok güzeldi. Çocuklar genelde büyüyünce doktor, mühendis, avukat gibi meslekleri seçeceklerini söyler. Aileler de öyle. Sayısız çocuk “ben büyüyünce sanatçı olacağım” diyordu, ve aileleri de onları destekliyordu. Bunlar bana sonsuz bir mutluluk verdi.
Defalarca sanatın halka ait olduğunu ifade ettin. Atölye kavramında herkese açık, ortak ve yaratıcı bir mekan görüyorsun ve çocukların ve ailelerin tepkisi de bu yönde. Bu gerçekten mutluluk verici.
Peki senin ailen ? Sen tutsakken, cezaevinden bir şekilde çıkabilen resimlerin ailenin, yakınlarının ellerine ulaştığında neler hissetmişler, düşünmüşler? Çıktığında bunları konuştunuz mu? Bizimle paylaşır mısın?
İlk başta ailem resimlerime bu günkü kadar dikkat etmiyordu. Daha doğrusu, çocukluktan beri resimlerim beğeniliyordu ama sanat genelde bir meslek olarak algılanmadığı için, ressam olmamı istemiyorlardı. Yani, kesinlikle karşısında durmak, engel olmaya çalışmak değil de, ama her aile gibi onlar da çocuklarını doktor, avukat hayal ediyordu.
Cezaevinden çıkan resimlerim ilk gördükleri değildi tabii ki. Örneğin bir kaç sene önce evin duvarına yaptığım bir tuvali asmıştım. Bir gün bir de baktım, annem tuvale dikiş iğneleri batırmış. Çok kızmıştım, “neden resmimi iğnedenlik yaptın?” demiştim anneme. O da bana “Eee, iğnelerim kaybolsun daha mı iyi?” diye cevap vermişti. Yıllar sonra, bir resim için mahkum edilip cezaevine girmemle birlikte resimlerime gösterilen ilgi, eve gelen arkadaşların resimlerimi görmek istemesi ailemde farklı bir etki yarattı. Banksy’nin New York’ta yaptığı eserin üzerinde Nusaybin resmimi göstermesi de öyle. Sanırım, “bizim kız demek ki güzel bir şey yapıyor” dediler. Bir gün babam, evin duvarındaki tuvalin karşında durmuş, bakmış bakmış, “ya aslında bu bir şaheser, yılladır biz anlamamışız bunu” demiş. (Gülüyor) Doğruyu söylemek gerekirse, gerçekten de o kadar da müthiş bir resim değildi. Yani yıllardır gösterdikleri ilgi hakkettiği yeterli ilgiydi. Sonradan yaptığın resimlere gösterilen ilginin farkına vardıktan sonra “şaheser” dediler, bu da ayrı. Komikti de yani biraz…
Tarsus cezaevindeyken babam bir gün şöyle dedi ; “yanlış anlama ama, senin resimlerin ne anlatıyor, ben çok merak ediyorum. Resimlerinde ne demek istiyorsun? Çıplak kadınlar var, büyük memeleri, büyük gözleri var…”. Ben anlatmaya başlayınca, “ben de bunu algılamıştım ama yine de sana sormak istedim. Gözleri büyük, demek ki bir şeyler görüyor, bir tanıklığı, bir mesajı var, diye düşünmüştüm” demişti. Çok yerinde değerlendirmiş olduğunu anladım.
Ailem, cezaevinden gelen her resmi, önce evde yere serip, üzerinde saatlerce yorumlar yapıyormuş. “Şöyle yapmış, şunu demek istemiş. Burada bu rengi kullanmış, bunun nedeni şu olabilir…” diye aralarında tartışmışlar. Annem üzerime şarkılar, ağıtlar yakmış. Yeğenlerim sürekli resim yapıyor. Benim 14 yeğenim var, hepsi “ben büyüyünce ressam olacağım” diyor. Bunlar güzel şeyler.
Zaten, Mardin sanatla büyüten bir yer. Yaşamın kendisi de aslında bir sanattır. Mardin, mutlu olmayı seven, şarkı söylemeyi seven insanların sohbet ederken bile içine masallar, deyişler karıştırıp zenginleştirdiği bir ortam sunar. Benim ısrarcılığım belki bir katkıda bulunup var olan bir şeyi biraz daha görünür kılmıştır…
Demek ki senin anlatmak istediğin şeyleri doğru algılamışlar…
Aslında ben doğru ya da yanlış algılama gibi bir yaklaşıma katılmıyorum.
Şöyle söylersem daha iyi olacak : anlatmak istediklerini hissetmişler.
Evet. Doğru yanlış diye bir şey yok… “Artık sanattan anlıyorlar” diyemeyiz… “Onlar her zaman sanattan anlıyorlardı zaten, ama, daha farklı bir boyuta evrildi” diyebiliriz.
Cezaevi mektuplarında oradaki sanat etkinliklerini anlatıyordun. İlk dönemlerde arkadaşlarına resim dersi verdiğini yazmıştın. Son derece alçak gönüllülükle “kendimce sanatı sosyalleştirmeye çalışıyorum” diye ifade etmiştin. Çok güzel resim yapan arkadaşların olduğunu da anlattın. Bir dönem sonra onlarla birlikte resim yapmaya başladın. Hatta cezaevinde gerçekleştirilmiş bir çok resimde tüm emek verenlerin isimleri var. Kollektif çalışmalar yani… Bu sergilerinin, resimlerinin, ve söylemlerinin ulaştığı ülkelerde çok etki yaptı.
Bence, yaşamın kendisi bir sanattır. Özellikle muhalif insanlar, bir şeyin karşısında duruyor, fikriyle, söylemiyle… Ve bir şey üretiyor. Üretimin kendisi sanattır. Bu şekilde üreten insanların hepsi bir bakıma sanatçıdır, çünkü yaşamı güzelleştirmeye çalışıyorlar. Yaşamı güzelleştirmenin de, bir estetik disiplini vardır. Bizim sanat okullarında öğrendiğimiz şeyin özü de budur. Okul sadece temel bir disiplin kazandırmaya çalışır…
Cezaevindeki bir çok arkadaşım resimle çok ilgiliydi. Neredeyse imkansız şartlarda resim yapıyordum. Örneğin ranzanın altındaki boşlukta, zor ışık ve görme şartları ile. Bununla bile ilgileniyorlardı. Sanırım sempatik ve inatçı buluyorlardı. Önce hepsi üzerime üşüşüyorlardı, nasıl yaptığıma bakıyorlardı. Sonra onlara ders vermeye çalıştım. “Ders vermeye çalıştım” derken, kendimce bir şeyler öğretmeye çalıştım. Öyle süper bir öğretim diyemem tabii ki. Yani herkes kendi bilgisini, deneyimini paylaşır, ben de kendi deneyimlerimi paylaştım. Öyle üstten gelen, “öğreten” bir şey olmadı. Bunu belirtiyorum, çünkü yanlış anlaşılmasını istemiyorum.
O süreç çok değişikti. Bir resme isim verirken, ya da numaralandırırken bile, her aşamasında arkadaşlarımın da payı vardı. Mesela biz her cuma günü, temizlik yaptıktan sonra havalandırmada çamaşırlarımızı yıkardık. Sonra, kahve keyfi yapardık. Her hafta bir tek kahve anımız oluyordu. Bu kahve keyfi sırasında, ben bir çarşaf, ya da bir gömlek yırtar, kumaşı seriyordum, ya da arkadaşlar hazırlıyordu. Bu kumaşa kahve baskı yapıyorduk. Fincanı ters çevirip yapıyorduk bunu. Bir motif belirdiğinde, ki bu kimi zaman yuvarlak formunu koruyor, kimi zaman yayılarak başka bir biçim oluşturuyordu, bunun oluşmasını izliyorduk. Zaten yaptığım hiç bir resmi sadece kendim yapmaya izin vermiyorlardı ki, “dur dur böyle yap, şöyle yap” diyorlardı. (Gülüşmeler). “Bu iyi olmadı”, “bak burada benim attığım leke daha güzel oldu” diye yorumluyorlardı. Gerçekten de öyle oluyordu. (Gülüyor yeniden).
Resim yaptığımda çamaşır teline asıyordum. Herkes karşınına oturuyordu, ve yorumlar başlıyordu… Sigara, çay eşliğinde yorumlar; “burası çok güzel olmuş”, “şurası şöyle olmuş”… Oldukça uzun bir süre, karşısında oturup, kimi an ciddi, kimi an şakalaşarak, uzun uzun yorumluyorduk. Aslında bu anların her biri başlı başına bir sergiydi.
Şu anda hatırladım, bir gün cezaevini anlatan bir resim yapmıştım, havlu üzerine… Onu yine çamaşır teline asmıştım. Havlunun arkasına çay kullanarak biraz tonlama yapmak istedim. Yaptığım resmin biraz daha ön plana çıkmasını istiyordum. Çayı hazırladım, süngeri batırdım, o anda, beni gören Zeyno ana hemen gelip elime vurdu “dur dur! Mahvedeceksin! Sakın yapma!”. Ben de izah etmeye çalışıyorum, daha güzel olacak diye. “Yok yok !” dedi, “bozacaksın resmi, yazıktır…”. Bir türlü beni bırakmadı. Bir süre sonra, baktım havalandırmada kitap okumaya dalmış. Gizli gizli resme yaklaşmaya başladım, fona leke atacağım ya… Bana kızdı “Bak senin yüzünden rahat kitap okuyamıyorum, bu kız gelip bir şey yapacak diye”. (Gülüyor) Sanki resme bir şey olmasın diye, bir küçük çocuğu kovalıyor. Ama bir yandan o resmi yapan benim… Yani o kadar içselleştirmiş ki… Her şeyi sorarak, konuşarak, kendim de öğrenerek yapıyorum ya, o resimde herkes kendini, kendi hakkını buluyor ve “Mahvedeceksin, bir dur!” diye elime vurabiliyor… Sonunda ertesi sabah, Zeyno ana kalkmadan önce, gizli gizli gittim yaptım.
Peki görünce ne dedi Zeyno ana?
Sabah kalkıp da görünce, “eh fena olmamış, iyi iyi” dedi. O resmi ben yapmışım, ve o bunu unutuyor. Bunu unutması çok güzel bir şey. Unutuyorlar.… Yani sana “aman da sanatçı” diye bir paye vermiyor. Unutuyor. Sanki o resmi kendi yapmışçasına. Güzel olan da bu.
Mesela Elif… Elif gencecik bir kadın. Bir sabah uyandı dedi ki “Ya Zehra, ben bir rüya gördüm”. Bu arada, akşamdan bir çarşaf parçasına kahve lekelerini atmışız, kuruyacak ve sonra rötuşlar yapacağız. Elif rüyasını anlatıyor “Gökyüzüne bakıyoruz. Gökyüzü böyle yıldızlarla dolu, ama yıldızlar aynı dün gece çarşafa yaptığımız lekeler”. Yani rüyasında gökyüzünde o resim var. Çok etkilendim. Bana mutluluktan da büyük bir his veriyordu böyle şeyler. O resmi beraber yaptık ve arkasına da hikayesini yazdım…
“Yıldızlar”
Amed Zindanı, 25 Ağustos 2018
BK‑4 Koğuşunun ortak resmi. Kahve, zerdeçal, kül, kurşun kalem, çalma boya.
İnsanların içselleştirmesi, kendini görmesi, rüyalarına girmesi, çok ilginç ve güçlü, beni çok mutlu ediyordu… Sürekli yeni bir fikirle geliyorlardı. “Bak bir fikrim var. Dün geceden beri kafama takıldı. Bunu çizsene”, demeleri, “bir de bunu yapsana” demeleri… Her tahliye olan arkadaşa mutlaka bir resim yaptım. Kendim çıkacağım günün sabahı bile iki arkadaşa resim yaptım. Çıktığımda, Tarsus’taki koğuşumdaki bütün arkadaşlarıma resim yapmıştım. Tahliyemden önceki son iki, üç haftayı sadece onlara ayırdım ve resim yaptım. Son günlerde havalandırmada sergi yaptık ve fotoğraf çektirdik.
Benim ilk sergim de aslında Mardin cezaevinde çizdiklerimi Diyarbakır’da sergilediğim “141” değil. Gerçek anlamda ilk sergim Mardin cezaevinde gerçekleşti. Hayatımdaki ilk sergim… Ve gerçek bir sergi.
Oradaki arkadaşlar bir çok hazırlık yaptı. Kokteyl bile yaptık. Mesela ekmeğin içini çıkarıp güneşte kurutuyorsun. Sonra bunu, içi boş bir yastık kılıfına doldurup, bardağın dibi ile iyice dövüyorsun. Böylece bir un elde ediyorsun. Buna semarverde eritilen çukulata, biraz yağ, biraz da sütü karıştırıyorsun. Her şey iyice karışınca, bir de pişirdik yine semaverde. Sonunda da misket büyüklüğünde yuvarlayıp, hindistan cevizine batırdık. Yanına içecek, bisküvi vesaire, serginin açılış kokteyli oldu… Koğuşun içinde resimleri ranzalara dayadık. Böyle bir sergi yaptık…
Gerçek bir sergi yani…
Evet! Mardin’deki sergi çok güzel olmuştu gerçekten.
Sanatın kollektifleşmesi de bunlar değil mi? Sen ayrı bir yerde, diğerleri ayrı bir yerde değil. Sen “sanatçı” denilerek, ayrı bir fanusun içinde değilsin. Sanatla uğraşıyorsun, sanat senin felsefen. Sadece bu kadar. Bu bir kimlik, bir ayrıcalık değil.
Sanat hayatın bir parçası konumunda…
Evet. Benim zaten en çok korktuğum şey de bu sadeliği kaybetmek. Dışarı çıktıktan sonra yoğun bir ilgi gördüm. Çok çok yoğun bir ilgi. Bu yoğun ilgi beni biraz da korkuttu. Çünkü ben her zaman şöyle düşünüyorum “Zehra ne yapıyorsun? Şu an ne yapıyorsun? Sen gerçekten bu musun? Olumsuz şekilde etkileniyor olabilirsin”… Bu yoğun ilgi içerisinde kaybolabilirim de… Kendimi bulamam. O zaman da mutlu olamam. İnsan kendine sadece sanatçı olarak bir üst kimlikle bakarsa, bu, bir süre sonra zarar verici olabilir. Yani benim için böyle. Bugüne kadar yaptığım her şeyde, nerede olursa olsun, Jinha’da, cezaevinde, beni seven insanlar beni hatamla, doğrumla, öldüğüm gibi kabul ederek sevdi. Ben de herkesi öyle sevdim ve seviyorum. Bir üst kimliğe bürünüldüğünde, hata yapmaya yer kalmaz. İnsan da insan olmaktan çıkar. Bir insanın kimliği, kişiliği denen şey, hatalarını da içerir. Yanlış şeyler yaparsın, öfkelenirsin… Birileri sana kızar… O kızmayı bile hazmetmen gerekir. Birilerinin seni eleştiriyor olması, kabul ve hazım gerektirir. Ama sen bir üst kimliğe bürünürsen, bu imkansızlaşır.
Bugün hiç tanımadığım insanlar, hiç tahmin bile edemeyeceğim kişiler, ilgi ile yaklaşıyorlar bana. Ben hala şaşkınlık içindeyim, ama çok güzel şeyler bunlar. Ama tüm bunları iyi anlayabilecek, yorumlayabilecek, alçak gönüllülüğe sahip miyim? Ya da her zaman kim olduğumu bilebilecek miyim? Bu yüzden sürekli bir terazinin olması gerekiyor. Yoksa olmaz…
Bugün ben saçma sapan bir şey söylediğimde Naz beni eleştirir, ben dinlerim. Ya da Naz’a kızdığımda, ve bunu ifade ettiğimde Naz kabul eder, çünkü bildiği Zehra’dan gelen eleştirilerdir. Ama yarın havalara girersem, Naz’ın eleştirisini ben dinlemeyebilirim ya da benim eleştirimi Naz kabul etmez, ben de mutsuz olurum. Belki de insani en çok bu hatalar mutsuz eder. Yoksa, yaşadığın şeyler, sahip olduğun konfor, göreceli şeyler değil… İnsan isterse güzel bir yatakta uyusun, ya da kaldırımda yatsın, o yürek aynıysa, insan da aynıdır. Ama yüreğinde, kafanda bir şeyleri büyütüp, ben ne oldum delisi olursan, sen o kaldırımda uyuyan bencil bir kişi de olabilirsin, o güzel yatakta da… Bu yüzden teraziyi kaybetmemek ve sürekli muhasebe yapmak gerekiyor.
Sanatta da öyle. İnsan beslendiği şeylere hiç bir zaman sırtını dönmemeli. Ben Kürdistan coğrafyasında doğdum. Kürdistan motifleri ile büyüdüm, yaşadım ve herşeyi bu zenginliklerle anlamlandırdım. Evet yaşadığımız haksızlıklar, katliamlar büyük bir şanssızlık, ama çok güzel şanslarımız da var. Avrupa’da bir çok kişinin yaşayamayacağı, bir çocuğun içinde büyüyüp yoğrulamayacağı bir mücadele söz konusu. Kürt mücadelesi içinde büyümüş bir çocuk olma şansı. Bu da bir lüks aslında… Bunu da iyi yorumlamak ve değerlendirmek gerekiyor. Sırtını dönmek en büyük hata olur. Çünkü kendini bitirmiş olursun.
Eğer Londra’da Tate Modern müzesi bana bir sergi imkanı veriyorsa, İngiltere’de, Fransa’da, başka ülke ve kentlerde sergiler düzenleniyorsa, elbette gideceğim. Avrupa diyerek sırtımı ona da dönmeyeceğim. Var olan gerçekliği, kendi Kürt kimliğimle yoğurarak her yerde olmaya çalışacağım ve evrensel bakmaya çalışacağım. Sadece kendi topraklarıma odaklanıp, dışarıya sırtımı dönersem, halkımı, yaşanmışlıkları nasıl tanıtırım?
Ben bir yerde protest bir sanat yapmaya çalışıyorum. Çünkü benim söylemek istediklerim, ve halkımın söylemek istedikleri var. Tüm açılan ifade alanlarını kullanmam gerek. Ama işte aynı kişi, hem bir Paris’te, hem de bir Rojava’da işler yapabiliyor mu? İşte yapmak istediğim bu.
Üstelik tüm bu imkanlar sadece kendi emeğimle ortaya çıkmış olsa neyse. Kendi kendime, yalnız ilerleyerek bir yerlere gelmiş olsam, bi paye çıkarmak istemem yine de anlaşılabilir bir şey olurdu. Hani, yalnız ilerlemiş ve burnu büyümüşleri yine de bir yere koyabilir, aşağı yukarı anlayabilirsin. Ama benim böyle bir şeye hakkım yok, çünkü ben Kürt mücadelesinin sağladığı imkanlarla varoldum. “Zehra ne demek istiyor?” diye kulak veren insanlar, aslında “Kürt mücadelesi ne demek istiyor?” diyor. Çünkü ben, o mücadeleden beslendim, “böyle bir mücadele var, bu bir yol, al o yoldan yürü” dediği yolu katettim. Bu nedenle ben değişemem, değişmeye hakkım yok.
Bir yandan da, Kedistan’dan, PEN’e, Af örgütünden daha sayamadığım bir çok kuruluşun, Banksy, Ai Weiwei, ve sayısız tanınmış ya da tanınmamış insanın kollektif desteği ile, ilgi gören bir konuma geldim. Biraz aklı başında bir insansan, tüm bunların sadece kendi çabanla gerçekleşmediğini de görürsün. Evet, varolan bir şey var, ama bir de bunu görünür kılan kolektif bir destek ve çaba var. Kendimi bu kollektif mücadelenin, bu bütünün bir parçası olarak görmem gerektiğini düşünüyorum.
Zehra’cığım, biliyor musun, sana hep söylemek istediklerimi kendi açından ifade ediyorsun aslında… Bunların bir bölümünü, zaman zaman mektuplarda yazdım. Ama yeri gelmişken bir kez daha söylemek istiyorum. Senin tutuklanmadan önceki dönemde de, cezaevi şartlarında imkansızlıkları yaratıcılıkla aşarak yazdığın çizdiğin ve dışarı ulaşan her şey söylediklerini niteliklerini kaybetmeden bizlere taşıdı. Beş kıtada, söylemin, tanıklığın, tam da konumlandığın şekilde, yani kollektif ve evrensel olarak algılandı. Bu çok değerli bir şey. Biz bu algılamayı, sergilerinde olsun, metinlerinin, mektup alıntılarının, mesajlarının okunduğu etkinliklerde bire bir gözlemledik. İnan bana, Bunu seni seviyoruz diye yanılarak, ya da büyüterek söylemiyoruz. Gerçekten gözlemledik. Her seferinde aynı şeyi saptadık. Ki sen de artık dışardasın ve kendi gözlerinle izleyebileceksin…
Fırçanla ya da kaleminle taşıdığın tanıklık, sanat köprüsünü kullanarak insanlara ulaştığı için, aynı görüşleri paylaşan çoğu aktivist kesim dışında kalan çok farklı geniş kesimlere ait insanlara da dokundu. Resimlerinin gücü, bir sergiye sadece sanat kaygısı ile ayak basan insanları, sözcüklerinin çarpıcılığı söylemlerine kulak verenleri anında yüreklerinden yakaladı.
Sanatın akla giden yolu yürekten geçer değil mi? “Bu genç kadın neden cezaevinde?” gibi basit bir soruya cevap vererek başlayıp, tüm bir tarihin muhasebesi yapıldı, haksızlıkların, katliamların adı kondu… Her seferinde insanlar bir suçluluk duygusu anından geçti… “Bunlar bugün ve gözlerimizin önünde oluyor, biz nasıl bilmiyoruz?”… Bilgi ve haber eksikliğinin altı çizildiğinde, “Şimdi biliyoruz, ne yapabiliriz?” sorusu izledi. Konuşmalar, devlet kavramının eleştirisine ve alternatiflerin sorgulamasına kadar ulaştı. Gözler Rojava’ya döndü. Rojava’nın adını, hatta Kürdistan’ın coğrafi konumunu bilmeden bir sergiye giren insanların, birbirini tanımadan tesadüfen aynı anda orada bulunan insanların, kapının önünde uzun süre birbirleri ile konuştuğuna, bazılarının arkadaşları ile yeniden geldiğine tanık olduk…
Ve tam da “böyle olmalı” diye ifade ettiğin gibi, sen tanıklığını taşıdığın, sanatçı olarak, insan olarak, kendini ön planda tutmadığın için, çevrende bu denli güçlü bir dayanışma oluştu. Bir tepeden aşağı kartopu atmak gibi… Tepeden yuvarlanan o top, aşağı inerken büyüyerek, kocaman bir çığa dönüştü.
Kısacası, sen beslendiğin ham maddeyi sanatsal bir tanıklığa dönüştürdün, bunu görerek, dinleyerek, anlayarak, hissederek, çevrende toplanan insanlar sadece tanıklığını kanatlandırarak, görünür kılmaya çalıştı, bir taşıyıcı rolü oynadı… Bunu tüm yürekleri ie yapmaları da hiç şaşırtıcı değil aslında.
Evet, taşıdığın kollektif ve evrensel mesaja, tanıklığa, açılabilecek her ifade alanını değerlendirmeye çalışmak istemen çok anlaşılır ve onurlu. Nerede olursa olsun…
2018 Eylül Ekim aylarında senin sergin çevresinde gerçekleşen festivalde farklı konularda düzenlenen panellerin için de bir de sanat konulu bir panel vardı, biliyorsun. Panele katılan izleyicilerin bir çoğu sanatçıydı. Konuşmacılardan İsviçre’de siyasi mülteci ve Kürt bir sanatçı olan Niştiman Erdede çok önemli bir konu açtı. Hatırladığım kadarıyla özetleyeceğim. “Bir sanatçıyı motive eden iki şey olduğunu düşünüyorum. Duygu ve güdü. Güdü kişinin kişisel ilerlemesini kaydeden bir motivasyon. Yani sanatçı olarak nereye ulaşacak, ne şekilde başarılı olacak… Duygu ise ait olduğu toplum, kültür, tarih gibi şeylerle ilgili. Kendim için konuşuyorum, duygu ile güdüyü yan yana koyduğumda duygu daha ağır basıyor. Sanatçı kendini güdüye bıraktığında kişisel olarak bir yerlere gelmeye çalışır. Geleceği yer ise, maalesef ki Batı’nın monopolünde olan sanat pazarıdır. Ben kendimi içinde büyüdüğüm coğrafya, kültür ve mücadelenin, yani bir bütünün sadece bir parçacığı olarak hissediyorum. Dolayısı ile beni motive eden duygu. Bana göre, sanatla yükselmesi gereken şey, beni besleyen kültür ve tarihin tanıklığı. Güdü ile hareket edip üstelik eleştirel baktığım sanat pazarlarının maymunu olmak istemiyorum”. Bu ifadeler izleyici sanatçıların çok ilgisini çekti ve panelden sonra uzun süre konuşmalar devam etti. Çünkü sanatçıların “kariyerinde” her zaman bulunmayan o bahsettigin terazi söz konusu. Değerli bir terazi… Bu konumlama senin söylediklerin yönünde gidiyor gibi hissediyorum.
Bir soru daha… Bak ezbere söylüyorum, resim malzemelerinin verilmediği Diyarbakır cezaevinden yazdığın ilk mektubunda şöyle diyordun: “O kadar resmetmek istiyorum ki, duvarda dökülmüş bir boya gördüğümde bile ortaya çıkan şekilde resimler görüyorum”. Bir hafta sonra, yeni bir mektupta; “Resim çizmeye başladım. Meğer bütün imkanlar elimin altındaymış” diyordun. Bu şekilde yemeklerden renk üreterek, atıkları kullanarak üretmeye başladın. Sonra resimlerin bize ulaştı. Ve biz o dönemde, malzeme seçeneğin olmadığı için, elindeki imkanları kullanarak üretmek senin sanatına bir yön verdi diye düşündük. Plastik arayışın bu malzemelerle yoğruldu. İçinde yaşadığın şartların düşünceleri, malzemeleri ve elverdiği teknikler seni sanatsal olarak bir yerlere götürdü. Biz böyle gözlemledik, yorumladık.
Yaptığın resimlerin bir çoğu bizi ilk mektubunda söz ettiğin duvardaki dökülmüş boya lekesine taşıdı. Kahve lekelerinden yola çıktıkların mesela… “Zehra bir yandan o ilk lekenin plastik arayışını izliyor, geliştiriyor, bir yandan da cezaevinde performans yapıyor” dedik… Bir resmin yapılış süreci de resmin bir parçası değil mi? Ne dersin, doğru mu hissetmişiz?
Evet… Çocukken de bulutlara bakar bir şeylere benzetmeye çalışırsın hani…
Hah işte o!
Çocuk yüreğini daha çok taşıyor olsan, yaşam aslında çok güzel. Sonra biz bunu kaybediyoruz. Bambaşka şeylere gidiyoruz, o yüreği unutuyoruz. Bazen de arada yeniden buluyoruz. Bazı şartlarda, örneğin cezaevinde… Biz küçükken sokaktaki mozaiklerde de bir şeyler bulurduk, görürdük. Ya da deniz kenarında otururken, elinde bir çubukla bir şeyler çizersin. Bu da sanattır. Yani bu kadar basit. Aslında sanat bu kadar basit. Çok yükseğe koyduğun bir şeye asla ulaşamazsın. Sonra artık ona tapınmaya başlarsın… Ama sanat böyle bir şey değil, senin yaptığındır. Basit bir eylemdir. Sanatı yükselten kişiler onu bir pazar haline getirmek isteyip, “Siz yapamazsınız, yapabilecek belli kişiler var, onları biz belirleriz. Milyarlarca dolar harcayın ve sahip olun” derler. Bu aslında bir oyundur. Bu oyuna kanmamak gerekiyor. Sen de bir kişi olarak, bir sanat eseri yapıp evine aşabilirsin. Çizdiğin bir çizgi bile olsa, o seni ifade ediyor, senin o an hissettiklerini ifade ediyor. Ve sana mutluluk veriyor. Neden duvarına asmaktan korkasın? Gazetecilikte de bir çoğumuza sarı basın kartı verilmiyor. O kartın senin cebinde olması mı gazeteci yapıyor seni, yoksa yaptığın iş mi? Bir kartı cebe atmakla gazeteci olunmuyor. Sanat da öyle. Birilerinin verdiği diploma ile, ya da belli kişilerin, kurumların seni onaylamasıyla sanatçı olunmuyor. Sen oturduğun yerde de bir sanatçısın. Bir toprak işçisiysen, verdiğin öğle molasında, toprağa parmaklarınla çizdiğin şey de sanattır. İnsan kendi değerinin farkında olmalı. Kimsenin onayına gerek yoktur ki. Birilerinin “Bu sanattır, bu sanat değildir” diyerek onay vermesi bir cürettir. Bu cüreti gösteren de zaten ahmaktır. Bunu bilmek gerek…
Bana gerçekten her şeyi Kürt mücadelesi öğretti. Örneğin Taybet Ana’nın elindeki beyaz bayrak yaptığı bez… Belki bir atletti, belki bir yazmaydı, belki de başka bir işlevi olan bambaşka bir şeydi. Bedeni yedi gün yedi gece boyunca evinin önünde, sokakta kalan Taybet Ana’nın elindeki beyaz bir bayraktı. Biz onu nasıl gördük? Atlet olarak mı? Yazma olarak mı? Hayır, o bambaşka bir şeydi : “Ben sivil bir kişiyim” diyor. Ve sen ona bakarken, sözcüklere gerek yok. Taybet Ana konuşmuyor, haykırmıyor, hiç bir şey söylemiyor ama sen onu anlıyorsun. Atlet ya da yazma, her neyse, şu an hiç birimiz onun ne olduğunu bilmiyoruz, ama hepimiz ne anlama geldiğini biliyoruz. Her şey bambaşka bir şeye dönüşebilir. Sanatta da öyle. Bir roka, bir kahve, bir adet kanı… Benim resimlerime bakan orada roka, kahve ya da adet kanı görmüyor. Ortaya çıkan sonucu görüyor…
Bu kadar basit aslında. Bir yol izlersin ve devam edersin…
Bir de hükmetmemeyi öğreniyorsun. Mesela elinde boyalar çeşitlidir, sana seçenek sunar, sen de seçersin. “Bu kadar alanda bunu kullanırım, bu şöyle bir doku verir” dersin. Adeta bir tanrı gibi, yaratacağın şeyin kararlarını verip, ilave edersin ve ortaya bir şey çıkar. Dolayısıla tanrısaldır, uhrevi bakarsın. Cezaevinde yaptığım şey bu değildi.
Bir çarşafı ya da atleti kesiyordum, yere seriyordum. Her kumaşın emme kapasitesi farklıdır. Sonra buna, örneğin kan döküyorsun. Kumaş kanı emerken, nerede duracak bilmiyorsun. Yaratım senden çıkıp, malzemenin insafına kalıyor. Sonra durup, bezin ve kanın, birbirini kabul etme melodisini izliyorsun… Bu kez sen hükmetmiyorsun, bekliyorsun. İstediğin boyuta doğru gittiğinde heyecanlanıyorsun. İçinden “Aman burda dursa” diyorsun. Belki yayılmaya devam ediyor ve “Tamam tamam, bu da güzel, bunu da yaparım!” diye düşünüyorsun… Ne oluyor? Sen artık hükmetmiyorsun. Ve bu senin bütün yaşamına yansıyor. Çünkü bu deneyimi farkında olmadan içselleştiriyorsun ve arkadaşlık, aşk ilişkilerine bile yansıyor. Yani birbirini anlayarak, dinleyerek, ortaya çıkan şeyi değerlendirerek yaşamayı öğreniyorsun. Kumaş ve kan, karşılıklı eylemini bitirdikten sonra zaten sana diyor ki “Buyur, sıra sende”. Sen de yapmak istediğini uyguluyorsun. Onlar da sana izin veriyor. Bu şekilde dinleme, anlama, empati, kollektif, kavramlarını kazanıyorsun. Sanatla üretirken de bu ortaklık mümkün oluyor. Bu yüzden o lekelerin anlamları çok derin diye düşünüyorum.
Yani kullandığın malzeme, yüzey, senin performans gibi ve kollektif olarak gerçekleştirdiğin bir resmin katılımcılarından biri oluyor…
Evet aynen öyle… Ortaya bambaşka bir şey çıkıyor. Ve yaratıcısı ne bir tek ben oluyorum ne de bir tek onlar. Doğanın izin vererek ortaya çıkardığı bir bütün.
Biliyor musun, bir çok resmin, örneğin lekeleyip yağmura bıraktığınız işlerin, sen şimdi bunları açıklayınca çok daha derin bir anlam kazandı…
Aslında o resimleri gerçekleşmesi şöyle oldu. “Hadi yağmura bırakalım” demedim. Her tesadüf sana bir şey öğretiyor, gerçekten… Semarverde nar kabuğu kaynatıp, suyundan bir renk elde etmiştim. Bu rengi kağıtlara döküp, ardından havalandırmadan kazıdığım yosunları üzerine eklemiştim ve kurusun diye tezgahın altına koymuştum. Bir süre sonra baktım ki yerdeki fayanslara leke yapmış. Tezgahın altında kirlenen yeri temizlemek için, onları havalandırmaya taşıdım. Ve ansızın yağmur başladı. Ama ne yağmur! Arkadaşlar “çıkıp resimleri içeri getirelim” dedi ama o kadar kuvvetli bir yağmur yağıyordu ki, çok ıslanacaktık. “Ne yapsak?” diyerek bakarken, yağmurla resimlerin birbirleri ile buluşmasının çok güzel olduğunu farkettik. Ben dedim ki “Bırakalım bu böyle kalsın. İzleyelim bakalım ortaya ne çıkacak”. Arkadaşlar kızdı “çok kötü olacak, resimler berbat olacak!” diye. Ben de “zaten lekeleri atarken de ben bir şey yapmadım, kuruduktan sonra sürpriz bir şey çıkacak, bırakalım” dedim… Hepimiz oturduk, ve pencereden izledik öylece… Yağmur damlacıkları, resimlerin malzemeleri, birbirleri ie dansettiler, şarkı söylediler. Biz de bu manzaraya dalıp seyrettik, çay içtik, sohbet ettik. Gördüklerimizle ilgili bir çok şey söyledik. O yağmur ve resimler sayesinde o günümüz çok güzel geçti. Çünkü tüm bunlar çok güzel bir ortam yarattı. Hiç bir galeride ya da müzede, dünyanın en gözde sanat mekanlarında bile böyle bir performans göremezsiniz. Bir cezaevinin dört duvarı arasında böyle bir performans görüyorsun, hatta katılıyorsun. Hayatı güzelleştirebiliyorsun, hayatın güzelliğini her yerde görebiliyorsun. Süper bir mekan süper şeyler olacak ve ben bunu görmek için saatlerce kuyrukta bekledikten sonra, dünyanın en pahalı biletini alıp gireceğim bile desen, bu performansı orada göremezsin.
Sen neye izin veriyorsun? Öncelikle bunu bilmen gerekiyor. Bu yüzden ben dört duvar arasında, dünyada hiç göremeyeceğim, bir tek bulunduğum yerde gerçekleşebilecek olan bir performansı görebildim. Şu an milyarlarca dolar harcasalar, hiç bir galeri ya da müze bunu yeniden gerçekleştiremez. Akıp giden zamanın içerisinde, akıp giden bir performans. Asla tekrarı olmayacak bir an. Böyle bir performansı görme şansına sahip olduk. Ben buna tanıklık edenlerden biriydim. Ve ortaya da çok güzel bir resim çıktı. Hayatımda hiç bu kadar güzel resim yapmamıştım.
İnsanların birbirini dinlemesi gerekiyor, doğayı dinlemesi gerekiyor. Önceden belirlediğimiz kabul ve red kriterleri vardır, ön yargılarımız vardır ya, “resim böyle yapılır, şu fırçayla, şu boyayla yapılır” gibi inançlar, falanca müzenin ya da kişinin sana onay vermesi gerekir gibi beklentiler, onaylı sanatçı olman gerekir gibi düşünceler… Aslında çerçevelenmiş kabul red ölçüleri içinde tutulabilecek bir şey değil sanat… Sanat gerçekten bu değil.
Hayat da bu değil aslında…
Evet aynen öyle…
Teşekkürler Zehra. Gerçekten söylediklerin yalnız sanata değil, birebir yaşama da dair… Bak “her gün öğreniyorum senden” demem boşuna değil. Alnından öpüyorum seni, bizleri düşündürdüğün için teşekkür ediyorum.
Ben sana teşekkür ederim, ayrıca en başından beri verdiğin destek için…
Yürekten… Hiç sözünü etmeye değmez. Yazmam bile ben bunu…
Ben özellikle yazmanı istiyorum. Bu herkesin bildiği bir şey. Her şeyden önce arkadaşım olarak verdiğin destek bu. Öyle üstten gelen bir destekten bahsetmiyorum. Ben cezaevine girmeden önce de arkadaştık. Tutsaklık dönemimde bana bir arkadaş olarak verdiğin büyük destekten dolayı çok teşekkür ederim. Bak yaz bunu… (gülüyor)
Zehra arı gibi çalışmaya devam ediyor. Mayıs sonuna doğru Londra’da Tate Modern’in konuğu olacak. Henüz proje aşamasında olan sergiler de yavaş yavaş yollarını izliyor.
Sergi tarihlerini zehradogan.net sitesinden izleyebilirsiniz.
Her yıl düzenlenen “15 Kasım, dünya tutuklu yazarlar günü” çerçevesinde PEN kuruluşu ve Editions des femmes ortak düzenlemesi olan okuma etkinliğinde, Zehra’nın sözcüklerini, bu yıl da dinleyeceğiz… Yine Kasım ayında, Editions des femmes yayınevi, “Güzel günlerimiz de olacak” başlığı altında toplanan, Zehra’nın cezaevi mektuplarından oluşan bir kitabı yayınlayacak. Kitapla beraber, yayınevinin mekanı Espace des Femmes galerisinde, Zehra’nın eserleri bu kez Paris’teki izleyiciyle buluşacak.