Türkçe | Français | English | Castellano

Bir Lon­dra gece­si, küçük yemek masasın­da, elim­izde çay­larımız… Zehra karşım­da, tabletinde, açlık grevi­ni sürdüren Ley­la Güven’i çiziy­or. Ben Zehra’nın getirdiği ve yüzlerce eserin acilen çek­tiğimiz fotoğraflarının düzelt­meleri­ni yapıy­o­rum. Göz­ler­im­iz işte, soh­bet ediyoruz.

Sen neden ben­im­le röpor­taj yap­madın? Ben ilk röpor­ta­jı Kedis­tan’a ver­mek istiy­or­dum. Kızdım sana” diy­or Zehra. “Sen çık­tığın­da bir çok röpor­taj isteği gele­ceği­ni biliy­or­duk. Hat­ta sana yazmıştım… Gerçek­ten de öyle oldu. Artık nefes ala­maz olduğunu göre göre bir de üstüne Kedis­tan’ı ekle­m­eye kıya­madık sana Zehra. Yok­sa iste­mez miy­iz?” diye iti­raf ediyorum.

Hadi şim­di yapalım diye düşünüy­or ve gülüy­oruz. Ve gecenin dördünde soh­be­timiz ses kay­dı olarak koruduğu­muz bir röpor­ta­ja evriliyor…

45 dakikalık bu söyleşi oldukça uzun ama sanat çevresinde yoğun­laşan ve oku­maya değer bir metin çıkardı ortaya. Zehra’nın res­im­leri ile, kiminizin asıl­larını ya da baskılarını sergilerde gör­erek, kiminiz ise “Gözler Dört Açık” isim­li kitabın say­faların­da ya da inter­nette tanıştınız. Ceza­e­vi döne­mi eser­leri hem kul­lanılan malzeme ve tekniklerin kısıtlılığı hem de çizgi­lerin yakıcılığı açısın­dan daha da vuru­cu ve etk­i­leyi­ci… Zehra Doğan’ın res­im­leri­ni daha derinden oku­mak istiy­or­sanız, soh­bete davetlisiniz…


Zehra, senin uzun süredir bir düşündüğün, bize mek­tu­pların­da bah­set­tiğin bir pro­jen vardı. Mardin’de bir sanat atö­lye­si… Çocuk­ların sanat yapa­bilme­si için, hat­ta yal­nız­ca çocuk­lar için de değil. Çık­tığın­da bu pro­je çevresinde nasıl dönüşler aldın?

Evet, aslın­da tam olarak bir çocuk pro­jesin­den daha geniş bir düşüncey­di bu. Şöyle anlatayım; biz­im Diyarbakır’ın tar­i­hi mahalle­si Sur’­da dört yıl boyun­ca yaşadığımız evde özel bir atmos­fer vardı. Sur’­da­ki arkadaşlarımız arasın­da çok sayı­da ressam, heykel­traş ve fark­lı sanatçılar bulunuy­or­du ve bir­lik­te bir ortam oluş­tur­muş­tuk. Sürek­li yaratıcılığın, tartış­maların ve gerçek bir sanat­sal dinamiğin olduğu bir evdi. Yurt­dışın­dan gelen sanatçılar bizde kalıy­or ve bu dinamiği zengin­leştiriy­or­du. Bu orta­ma sanat konusun­da deney­i­mi olmayan kişil­er de katılıy­or ve hat­ta ilk kez sanat yap­maya başlıy­or­du. Res­im yap­maya, şiir yaz­maya, bir şeyler üret­m­eye çalışıy­or­du. Bu ev, atö­lye gibi bir  sanat­sal mekana dönüşmüştü.

Komşu­lar kapıyı çalıp, “ben­im bir yakınım var, portresi­ni yapar mısınız?” diye­biliy­or­du. Etkin­lik­ler­im­iz mahallede yaşayan insan­lar­da da mer­ak ve saygı uyandır­mıştı. Sabah akşam hatırımızı soran­lar, “bir eksiğiniz, ihtiy­acınız var mı?” diye soran­lar… Kısacası çok güzel bir ortamdı. Ben de ken­di kendime, “neden aynı şey Mardin’de bir köyde oluş­tu­rul­masın?” diye düşünüy­or­dum sürek­li. Yani kafam­da­ki pro­je, bu deney­imin devamı niteliğinde bir şey­di. Henüz tam olarak başlamış değil, bir de evet, yal­nız­ca çocuk­lar­la kısıtlı bir şey değil. Böyle bir ortam oluş­ması­na elv­eren, res­im malzemelerinin bulun­duğu, isteyen herkesin gelebile­ceği, ürete­bile­ceği, konuş­malara katıla­bile­ceği bir mekan…

Ceza­evin­den çık­tık­tan son­ra, çocuk­ların çok yoğun ve seve­cen bir ilgisi ile karşılaştım. Yüzlerce çocuk ben­im­le konuş­mak, tanış­mak iste­di, fotoğraf çek­tir­di. Res­im­ler yap­tılar, heye­can­la gös­ter­dil­er, “bak ben res­im yapıy­o­rum” diye. Res­im­leri­ni hediye ettil­er. Aileleri ise, “res­im malzemeleri nere­den alınır, çocuk­larımızın sanat öğren­mesi­ni, yap­masını nasıl sağlarız?” diye soruy­or­lardı. “Sen ne zaman atö­lyeni aça­cak­sın?”, “Biz­im çocuk­larımız da gelsin”, “çocuğu­mu kay­det” gibi şeyler söylüy­or­lardı. San­ki kayıt gerek­liymiş gibi düşü­nen­ler oldu, yani öyle algılamışlardı… Oysa kapıları herkese açık bir yer hay­al ediy­or­dum. Bun­lar­la karşılaş­mak çok güzel­di. Çocuk­lar genelde büyüyünce dok­tor, mühendis, avukat gibi meslek­leri seçe­cek­leri­ni söyler. Ailel­er de öyle. Sayısız çocuk “ben büyüyünce sanatçı ola­cağım” diy­or­du, ve aileleri de onları destek­liy­or­du. Bun­lar bana son­suz bir mut­lu­luk verdi.

Defalar­ca sanatın hal­ka ait olduğunu ifade ettin. Atö­lye kavramın­da herkese açık, ortak ve yaratıcı bir mekan görüy­or­sun ve çocuk­ların ve ailelerin tep­kisi de bu yönde. Bu gerçek­ten mut­lu­luk verici.

Peki senin ailen ? Sen tut­sakken, ceza­evin­den bir şek­ilde çık­a­bilen res­im­lerin ailenin, yakın­larının eller­ine ulaştığın­da nel­er his­set­mişler, düşün­müşler? Çık­tığın­da bun­ları konuş­tunuz mu? Biz­im­le pay­laşır mısın?

İlk baş­ta ailem res­im­ler­ime bu günkü kadar dikkat etmiy­or­du. Daha doğrusu, çocuk­luk­tan beri res­im­ler­im beğe­niliy­or­du ama sanat genelde bir meslek olarak algılan­madığı için, ressam olmamı istemiy­or­lardı. Yani, kesin­lik­le karşısın­da dur­mak, engel olmaya çalış­mak değil de, ama her aile gibi onlar da çocuk­larını dok­tor, avukat hay­al ediyordu.

Ceza­evin­den çıkan res­im­ler­im ilk gördük­leri değil­di tabii ki. Örneğin bir kaç sene önce evin duvarı­na yap­tığım bir tuvali asmıştım. Bir gün bir de bak­tım, annem tuvale dik­iş iğneleri batır­mış. Çok kızmıştım, “neden resmi­mi iğne­den­lik yap­tın?” demiş­tim anneme. O da bana “Eee, iğneler­im kay­bol­sun daha mı iyi?” diye cevap ver­mişti. Yıl­lar son­ra, bir res­im için mahkum edilip ceza­evine girmem­le bir­lik­te res­im­ler­ime gös­ter­ilen ilgi, eve gelen arkadaşların res­im­ler­i­mi görmek isteme­si ailemde fark­lı bir etki yarat­tı. Banksy’nin New York’­ta yap­tığı eserin üzerinde Nusay­bin resmi­mi göster­me­si de öyle. Sanırım, “biz­im kız demek ki güzel bir şey yapıy­or” dedil­er. Bir gün babam, evin duvarın­da­ki tuvalin karşın­da dur­muş, bak­mış bak­mış, “ya aslın­da bu bir şah­eser, yıl­ladır biz anla­mamışız bunu” demiş. (Gülüy­or) Doğruyu söyle­mek gerekirse, gerçek­ten de o kadar da müthiş bir res­im değil­di. Yani yıl­lardır gös­ter­dik­leri ilgi hakket­tiği yeter­li ilgiy­di. Son­radan yap­tığın res­im­lere gös­ter­ilen ilginin farkı­na vardık­tan son­ra “şah­eser” dedil­er, bu da ayrı. Komik­ti de yani biraz…

Tar­sus ceza­evin­deyken babam bir gün şöyle dedi ; “yan­lış anla­ma ama, senin res­im­lerin ne anlatıy­or, ben çok mer­ak ediy­o­rum. Res­im­lerinde ne demek istiy­or­sun? Çıplak kadın­lar var, büyük memeleri, büyük göz­leri var…”. Ben anlat­maya başlayın­ca, “ben de bunu algılamıştım ama yine de sana sor­mak iste­d­im. Göz­leri büyük, demek ki bir şeyler görüy­or, bir tanık­lığı, bir mesajı var, diye düşün­müştüm” demişti. Çok yerinde değer­lendirmiş olduğunu anladım.

Ailem, ceza­evin­den gelen her res­mi, önce evde yere serip, üzerinde saatlerce yorum­lar yapıy­or­muş. “Şöyle yap­mış, şunu demek istemiş. Bura­da bu ren­gi kul­lan­mış, bunun nedeni şu ola­bilir…” diye araların­da tartışmışlar. Annem üzer­ime şarkılar, ağıt­lar yak­mış. Yeğen­ler­im sürek­li res­im yapıy­or. Ben­im 14 yeğen­im var, hep­si “ben büyüyünce ressam ola­cağım” diy­or. Bun­lar güzel şeyler.

Zat­en, Mardin sanat­la büyüten bir yer. Yaşamın ken­disi de aslın­da bir sanat­tır. Mardin, mut­lu olmayı sev­en, şarkı söyle­meyi sev­en insan­ların soh­bet ederken bile içine masal­lar, dey­işler karıştırıp zengin­leştirdiği bir ortam sunar. Ben­im ısrar­cılığım bel­ki bir katkı­da bulunup var olan bir şeyi biraz daha görünür kılmıştır…

Demek ki senin anlat­mak iste­diğin şey­leri doğru algılamışlar…

Aslın­da ben doğru ya da yan­lış algıla­ma gibi bir yak­laşı­ma katılmıyorum.

Şöyle söylersem daha iyi ola­cak : anlat­mak iste­dik­leri­ni hissetmişler.

Evet. Doğru yan­lış diye bir şey yok… “Artık sanat­tan anlıy­or­lar” diye­mey­iz… “Onlar her zaman sanat­tan anlıy­or­lardı zat­en, ama, daha fark­lı bir boyu­ta evril­di” diyebiliriz.

Zehra Dogan Tarsus

Ceza­e­vi mek­tu­pların­da orada­ki sanat etkin­lik­leri­ni anlatıy­or­dun. İlk dönem­lerde arkadaşları­na res­im der­si verdiği­ni yazmıştın. Son derece alçak gönül­lülük­le “kendim­ce sanatı sosyalleştirm­eye çalışıy­o­rum” diye ifade etmiştin. Çok güzel res­im yapan arkadaşların olduğunu da anlat­tın. Bir dönem son­ra onlar­la bir­lik­te res­im yap­maya başladın. Hat­ta ceza­evin­de gerçek­leştir­ilmiş bir çok res­imde tüm emek veren­lerin isim­leri var. Kollek­tif çalış­malar yani… Bu sergi­lerinin, res­im­lerinin, ve söylem­lerinin ulaştığı ülkel­erde çok etki yaptı.

Bence, yaşamın ken­disi bir sanat­tır. Özel­lik­le muhalif insan­lar, bir şeyin karşısın­da duruy­or, fikriyle, söylemiyle… Ve bir şey üretiy­or. Üre­timin ken­disi sanat­tır. Bu şek­ilde üreten insan­ların hep­si bir bakı­ma sanatçıdır, çünkü yaşamı güzelleştirm­eye çalışıy­or­lar. Yaşamı güzelleştir­menin de, bir estetik disi­pli­ni vardır. Biz­im sanat okulların­da öğrendiğimiz şeyin özü de budur. Okul sadece temel bir disi­plin kazandır­maya çalışır…

Ceza­evin­de­ki bir çok arkadaşım res­im­le çok ilgiliy­di. Neredeyse imkan­sız şart­lar­da res­im yapıy­or­dum. Örneğin ran­zanın altın­da­ki boşluk­ta, zor ışık ve görme şart­ları ile. Bunun­la bile ilgileniy­or­lardı. Sanırım sem­patik ve inatçı buluy­or­lardı. Önce hep­si üzer­ime üşüşüy­or­lardı, nasıl yap­tığı­ma bakıy­or­lardı. Son­ra onlara ders ver­m­eye çalıştım. “Ders ver­m­eye çalıştım” derken, kendim­ce bir şeyler öğret­m­eye çalıştım. Öyle süper bir öğre­tim diye­mem tabii ki. Yani herkes ken­di bil­gisi­ni, deney­i­mi­ni pay­laşır, ben de ken­di deney­im­ler­i­mi pay­laştım. Öyle üst­ten gelen, “öğreten” bir şey olmadı. Bunu belir­tiy­o­rum, çünkü yan­lış anlaşıl­masını istemiyorum.

O süreç çok değişik­ti. Bir resme isim verirken, ya da numar­a­landırırken bile, her aşa­masın­da arkadaşlarımın da payı vardı. Mesela biz her cuma günü, tem­i­z­lik yap­tık­tan son­ra hava­landır­ma­da çamaşır­larımızı yıkardık. Son­ra, kahve key­fi yapardık. Her haf­ta bir tek kahve anımız oluy­or­du. Bu kahve key­fi sırasın­da, ben bir çarşaf, ya da bir göm­lek yır­tar, kumaşı seriy­or­dum, ya da arkadaşlar hazır­lıy­or­du. Bu kumaşa kahve baskı yapıy­or­duk. Fin­canı ters çevirip yapıy­or­duk bunu. Bir motif belirdiğinde, ki bu kimi zaman yuvar­lak for­munu koruy­or, kimi zaman yayılarak baş­ka bir biçim oluş­tu­ruy­or­du, bunun oluş­masını izliy­or­duk. Zat­en yap­tığım hiç bir res­mi sadece kendim yap­maya izin ver­miy­or­lardı ki, “dur dur böyle yap, şöyle yap” diy­or­lardı. (Gülüşmel­er). “Bu iyi olmadı”, “bak bura­da ben­im attığım leke daha güzel oldu” diye yorum­luy­or­lardı. Gerçek­ten de öyle oluy­or­du. (Gülüy­or yeniden).

Res­im yap­tığım­da çamaşır teline asıy­or­dum. Herkes karşını­na otu­ruy­or­du, ve yorum­lar başlıy­or­du… Sigara, çay eşliğinde yorum­lar; “burası çok güzel olmuş”, “şurası şöyle olmuş”… Oldukça uzun bir süre, karşısın­da otu­rup, kimi an cid­di, kimi an şakalaşarak, uzun uzun yorum­luy­or­duk. Aslın­da bu anların her biri başlı başı­na bir sergiydi.

Şu anda hatır­ladım, bir gün ceza­evi­ni anla­tan bir res­im yap­mıştım, havlu üzer­ine… Onu yine çamaşır teline asmıştım. Havlu­nun arkası­na çay kul­la­narak biraz ton­la­ma yap­mak iste­d­im. Yap­tığım resmin biraz daha ön plana çık­masını istiy­or­dum. Çayı hazır­ladım, sün­geri batırdım, o anda, beni gören Zeyno ana hemen gelip elime vur­du “dur dur! Mahvede­ceksin! Sakın yap­ma!”. Ben de izah etm­eye çalışıy­o­rum, daha güzel ola­cak diye. “Yok yok !” dedi, “boza­cak­sın res­mi, yazık­tır…”. Bir tür­lü beni bırak­madı. Bir süre son­ra, bak­tım hava­landır­ma­da kitap oku­maya dalmış. Gizli gizli resme yak­laş­maya başladım, fona leke ata­cağım ya… Bana kızdı “Bak senin yüzün­den rahat kitap okuyamıy­o­rum, bu kız gelip bir şey yapacak diye”. (Gülüy­or) San­ki resme bir şey olmasın diye, bir küçük çocuğu kovalıy­or. Ama bir yan­dan o res­mi yapan ben­im… Yani o kadar içselleştir­miş ki… Her şeyi sorarak, konuşarak, kendim de öğrenerek yapıy­o­rum ya, o res­imde herkes ken­di­ni, ken­di hakkını buluy­or ve “Mahvede­ceksin, bir dur!” diye elime vura­biliy­or… Sonun­da erte­si sabah, Zeyno ana kalk­madan önce, gizli gizli git­tim yaptım.

Peki görünce ne dedi Zeyno ana?

Sabah kalkıp da görünce, “eh fena olmamış, iyi iyi” dedi. O res­mi ben yap­mışım, ve o bunu unutuy­or. Bunu unut­ması çok güzel bir şey. Unutuy­or­lar.… Yani sana “aman da sanatçı” diye bir paye ver­miy­or. Unutuy­or. San­ki o res­mi ken­di yap­mışçası­na. Güzel olan da bu.

Mesela Elif… Elif gence­cik bir kadın. Bir sabah uyandı dedi ki “Ya Zehra, ben bir rüya gördüm”. Bu ara­da, akşam­dan bir çarşaf parçası­na kahve lekeleri­ni atmışız, kuruy­a­cak ve son­ra rötuşlar yapacağız. Elif rüyasını anlatıy­or “Gökyüzüne bakıy­oruz. Gökyüzü böyle yıldı­zlar­la dolu, ama yıldı­zlar aynı dün gece çarşafa yap­tığımız lekel­er”. Yani rüyasın­da gökyüzünde o res­im var. Çok etk­ilendim. Bana mut­lu­luk­tan da büyük bir his veriy­or­du böyle şeyler. O res­mi beraber yap­tık ve arkası­na da hikayesi­ni yazdım…


“Yıldızlar”
Amed Zindanı, 25 Ağustos 2018
BK‑4 Koğuşunun ortak resmi. Kahve, zerdeçal, kül, kurşun kalem, çalma boya.

İns­anl­arın içselleştirme­si, ken­di­ni görme­si, rüyaları­na girme­si, çok ilginç ve güçlü, beni çok mut­lu ediy­or­du… Sürek­li yeni bir fikir­le geliy­or­lardı. “Bak bir fikrim var. Dün gece­den beri kafama takıldı. Bunu çizsene”, demeleri, “bir de bunu yap­sana” demeleri… Her tahliye olan arkadaşa mut­la­ka bir res­im yap­tım. Kendim çıka­cağım günün sabahı bile iki arkadaşa res­im yap­tım. Çık­tığım­da, Tar­sus’­ta­ki koğuşum­da­ki bütün arkadaşları­ma res­im yap­mıştım. Tahliyem­den önce­ki son iki, üç haf­tayı sadece onlara ayırdım ve res­im yap­tım. Son gün­lerde hava­landır­ma­da ser­gi yap­tık ve fotoğraf çektirdik.

Ben­im ilk sergim de aslın­da Mardin ceza­evin­de çizdik­ler­i­mi Diyarbakır’­da sergilediğim “141” değil. Gerçek anlam­da ilk sergim Mardin ceza­evin­de gerçek­leşti. Hay­atım­da­ki ilk sergim… Ve gerçek bir sergi.

Orada­ki arkadaşlar bir çok hazır­lık yap­tı. Kok­teyl bile yap­tık. Mesela ekmeğin içi­ni çıkarıp güneşte kuru­tuy­or­sun. Son­ra bunu, içi boş bir yastık kılıfı­na doldu­rup, bar­dağın dibi ile iyice dövüy­or­sun. Böylece bir un elde ediy­or­sun. Buna semar­verde eri­tilen çuku­la­ta, biraz yağ, biraz da sütü karıştırıy­or­sun. Her şey iyice karışın­ca, bir de pişirdik yine semaverde. Sonun­da da misket büyük­lüğünde yuvar­layıp, hindis­tan cevizine batırdık. Yanı­na içe­cek, bisküvi vesaire, serginin açılış kok­teyli oldu… Koğuşun içinde res­im­leri ran­zalara dayadık. Böyle bir ser­gi yaptık…

Gerçek bir ser­gi yani…

Evet! Mardin’de­ki ser­gi çok güzel olmuş­tu gerçekten.

Sanatın kollek­ti­fleşme­si de bun­lar değil mi? Sen ayrı bir yerde, diğer­leri ayrı bir yerde değil. Sen “sanatçı” denil­erek, ayrı bir fanusun içinde değilsin. Sanat­la uğraşıy­or­sun, sanat senin felse­fen. Sadece bu kadar. Bu bir kim­lik, bir ayrı­calık değil.

Sanat hay­atın bir parçası konumunda…

Evet. Ben­im zat­en en çok kork­tuğum şey de bu sadeliği kay­bet­mek. Dışarı çık­tık­tan son­ra yoğun bir ilgi gördüm. Çok çok yoğun bir ilgi. Bu yoğun ilgi beni biraz da korkut­tu. Çünkü ben her zaman şöyle düşünüy­o­rum “Zehra ne yapıy­or­sun? Şu an ne yapıy­or­sun? Sen gerçek­ten bu musun? Olum­suz şek­ilde etk­ileniy­or ola­bilirsin”… Bu yoğun ilgi içerisinde kay­bo­la­bilir­im de… Kendi­mi bula­mam. O zaman da mut­lu ola­mam. İns­an kendine sadece sanatçı olarak bir üst kim­lik­le bakarsa, bu, bir süre son­ra zarar veri­ci ola­bilir. Yani ben­im için böyle. Bugüne kadar yap­tığım her şeyde, nerede olur­sa olsun, Jin­ha’­da, ceza­evin­de, beni sev­en insan­lar beni hatam­la, doğrum­la, öldüğüm gibi kab­ul ederek sev­di. Ben de herke­si öyle sevdim ve seviy­o­rum. Bir üst kim­liğe bürünüldüğünde, hata yap­maya yer kalmaz. İns­an da insan olmak­tan çıkar. Bir insanın kim­liği, kişil­iği denen şey, hata­larını da içerir. Yan­lış şeyler yaparsın, öfke­lenirsin… Bir­i­leri sana kızar… O kız­mayı bile hazmet­men gerekir. Bir­i­lerinin seni eleştiriy­or olması, kab­ul ve hazım gerek­tirir. Ama sen bir üst kim­liğe bürünürsen, bu imkansızlaşır.

Bugün hiç tanı­madığım insan­lar, hiç tah­min bile ede­meye­ceğim kişil­er, ilgi ile yak­laşıy­or­lar bana. Ben hala şaşkın­lık içindey­im, ama çok güzel şeyler bun­lar. Ama tüm bun­ları iyi anlaya­bile­cek, yorum­laya­bile­cek, alçak gönül­lülüğe sahip miy­im? Ya da her zaman kim olduğu­mu bilebile­cek miy­im? Bu yüz­den sürek­li bir ter­azinin olması gerekiy­or. Yok­sa olmaz…

Bugün ben saç­ma sapan bir şey söylediğimde Naz beni eleştirir, ben din­ler­im. Ya da Naz’a kızdığım­da, ve bunu ifade ettiğimde Naz kab­ul eder, çünkü bildiği Zehra’­dan gelen eleştir­il­erdir. Ama yarın havalara gir­ersem, Naz’ın eleştirisi­ni ben din­le­meye­bilir­im ya da ben­im eleştir­i­mi Naz kab­ul etmez, ben de mut­suz olu­rum. Bel­ki de insani en çok bu hata­lar mut­suz eder. Yok­sa, yaşadığın şeyler, sahip olduğun kon­for, göre­celi şeyler değil… İns­an isterse güzel bir yatak­ta uyusun, ya da kaldırım­da yat­sın, o yürek aynıysa, insan da aynıdır. Ama yüreğinde, kafan­da bir şey­leri büyütüp, ben ne oldum delisi olur­san, sen o kaldırım­da uyuyan ben­cil bir kişi de ola­bilirsin, o güzel yatak­ta da… Bu yüz­den ter­aziyi kay­bet­memek ve sürek­li muhasebe yap­mak gerekiyor.

Sanat­ta da öyle. İns­an beslendiği şeylere hiç bir zaman sırtını dön­memeli. Ben Kürdis­tan coğrafyasın­da doğ­dum. Kürdis­tan moti­fleri ile büyüdüm, yaşadım ve herşeyi bu zengin­lik­ler­le anlam­landırdım. Evet yaşadığımız hak­sı­zlık­lar, katliamlar büyük bir şanssı­zlık, ama çok güzel şanslarımız da var. Avru­pa’­da bir çok kişinin yaşaya­may­a­cağı, bir çocuğun içinde büyüyüp yoğru­la­may­a­cağı bir mücadele söz konusu. Kürt mücade­le­si içinde büyümüş bir çocuk olma şan­sı. Bu da bir lüks aslın­da… Bunu da iyi yorum­la­mak ve değer­lendirmek gerekiy­or. Sırtını dön­mek en büyük hata olur. Çünkü ken­di­ni bitir­miş olursun.

Eğer Lon­dra’­da Tate Mod­ern müze­si bana bir ser­gi imkanı veriy­or­sa, İngiltere’de, Fransa’­da, baş­ka ülke ve kentlerde sergiler düzen­leniy­or­sa, elbette gide­ceğim. Avru­pa diy­erek sırtımı ona da dön­meye­ceğim. Var olan gerçek­liği, ken­di Kürt kim­liğim­le yoğu­rarak her yerde olmaya çalışa­cağım ve evrensel bak­maya çalışa­cağım. Sadece ken­di toprak­ları­ma odak­lanıp, dışarıya sırtımı dön­ersem, halkımı, yaşan­mışlık­ları nasıl tanıtırım?

Ben bir yerde protest bir sanat yap­maya çalışıy­o­rum. Çünkü ben­im söyle­mek iste­dik­ler­im, ve halkımın söyle­mek iste­dik­leri var. Tüm açılan ifade alan­larını kul­lan­mam gerek. Ama işte aynı kişi, hem bir Paris’te, hem de bir Rojava’­da işler yapa­biliy­or mu? İşte yap­mak iste­diğim bu.

Üste­lik tüm bu imkan­lar sadece ken­di emeğim­le ortaya çık­mış olsa neyse. Ken­di kendime, yal­nız ilerley­erek bir yer­lere gelmiş olsam, bi paye çıkar­mak iste­mem yine de anlaşıla­bilir bir şey olur­du. Hani, yal­nız iler­lemiş ve bur­nu büyümüş­leri yine de bir yere koy­a­bilir, aşağı yukarı anlaya­bilirsin. Ama ben­im böyle bir şeye hakkım yok, çünkü ben Kürt mücade­lesinin sağladığı imkan­lar­la varoldum. “Zehra ne demek istiy­or?” diye kulak veren insan­lar, aslın­da “Kürt mücade­le­si ne demek istiy­or?” diy­or. Çünkü ben, o mücadele­den beslendim, “böyle bir mücadele var, bu bir yol, al o yoldan yürü” dediği yolu katet­tim. Bu neden­le ben değişe­mem, değişm­eye hakkım yok.

Bir yan­dan da, Kedis­tan’­dan, PEN’e, Af örgütün­den daha saya­madığım bir çok kuru­luşun, Banksy, Ai Wei­wei, ve sayısız tanın­mış ya da tanın­mamış insanın kollek­tif desteği ile, ilgi gören bir kon­u­ma geldim. Biraz aklı başın­da bir insansan, tüm bun­ların sadece ken­di çaban­la gerçek­leşmediği­ni de görürsün. Evet, varolan bir şey var, ama bir de bunu görünür kılan kolek­tif bir destek ve çaba var. Kendi­mi bu kollek­tif mücade­lenin, bu bütünün bir parçası olarak görmem gerek­tiği­ni düşünüyorum.

Zehra’cığım, biliy­or musun, sana hep söyle­mek iste­dik­ler­i­mi ken­di açın­dan ifade ediy­or­sun aslın­da… Bun­ların bir bölümünü, zaman zaman mek­tu­plar­da yazdım. Ama yeri gelmişken bir kez daha söyle­mek istiy­o­rum. Senin tutuk­lan­madan önce­ki dönemde de, ceza­e­vi şart­ların­da imkan­sı­zlık­ları yaratıcılık­la aşarak yazdığın çizdiğin ve dışarı ulaşan her şey söyledik­leri­ni nite­lik­leri­ni kay­betmeden bizlere taşıdı. Beş kıta­da, söylemin, tanık­lığın, tam da kon­um­landığın şek­ilde, yani kollek­tif ve evrensel olarak algı­landı. Bu çok değer­li bir şey. Biz bu algıla­mayı, sergi­lerinde olsun, metinlerinin, mek­t­up alın­tılarının, mesajlarının okun­duğu etkin­lik­lerde bire bir gözlem­ledik. İnan bana, Bunu seni seviy­oruz diye yanılarak, ya da büyüterek söylemiy­oruz. Gerçek­ten gözlem­ledik. Her seferinde aynı şeyi sap­tadık. Ki sen de artık dışar­dasın ve ken­di göz­lerin­le izleyebileceksin… 

Fırçan­la ya da kaleminle taşıdığın tanık­lık, sanat köprüsünü kul­la­narak insan­lara ulaştığı için, aynı görüş­leri pay­laşan çoğu aktivist kes­im dışın­da kalan çok fark­lı geniş kes­im­lere ait insan­lara da dokun­du. Res­im­lerinin gücü, bir sergiye sadece sanat kaygısı ile ayak basan insan­ları, sözcük­lerinin çarpıcılığı söylem­ler­ine kulak veren­leri anın­da yürek­lerinden yakaladı. 

Sanatın akla giden yolu yürek­ten geçer değil mi? “Bu genç kadın neden ceza­evin­de?” gibi basit bir soruya cevap ver­erek başlayıp, tüm bir tar­i­hin muhasebe­si yapıldı, hak­sı­zlık­ların, katliamların adı kon­du… Her seferinde insan­lar bir suçlu­luk duy­gusu anın­dan geçti… “Bun­lar bugün ve göz­ler­im­izin önünde oluy­or, biz nasıl bilmiy­oruz?”… Bil­gi ve haber eksik­liğinin altı çizildiğinde, “Şim­di biliy­oruz, ne yapa­bil­i­riz?” sorusu izle­di. Konuş­malar, devlet kavramının eleştiri­sine ve alter­nat­i­flerin sorgu­la­ması­na kadar ulaştı. Gözler Rojava’ya döndü. Rojava’nın adını, hat­ta Kürdis­tan’ın coğrafi kon­u­munu bilme­den bir sergiye giren insan­ların, bir­biri­ni tanı­madan tesadüfen aynı anda ora­da bulu­nan insan­ların, kapının önünde uzun süre bir­bir­leri ile konuş­tuğu­na, bazılarının arkadaşları ile yeniden geldiğine tanık olduk…

Ve tam da “böyle olmalı” diye ifade ettiğin gibi, sen tanık­lığını taşıdığın, sanatçı olarak, insan olarak, ken­di­ni ön plan­da tut­madığın için, çevrende bu den­li güçlü bir dayanış­ma oluş­tu. Bir tepe­den aşağı kar­topu atmak gibi… Tepe­den yuvar­lanan o top, aşağı inerken büyüy­erek, koca­man bir çığa dönüştü.

Kısacası, sen beslendiğin ham maddeyi sanat­sal bir tanık­lığa dönüştürdün, bunu gör­erek, dinley­erek, anla­yarak, hissederek, çevrende toplanan insan­lar sadece tanık­lığını kanat­landırarak, görünür kıl­maya çalıştı, bir taşıyıcı rolü oynadı… Bunu tüm yürek­leri ie yap­maları da hiç şaşırtıcı değil aslında.

Evet, taşıdığın kollek­tif ve evrensel mesa­ja, tanık­lığa, açıla­bile­cek her ifade alanını değer­lendirm­eye çalış­mak iste­men çok anlaşılır ve onurlu. Nerede olur­sa olsun…

2018 Eylül Ekim ayların­da senin ser­gin çevresinde gerçek­leşen fes­ti­valde fark­lı konu­lar­da düzen­le­nen pan­el­lerin için de bir de sanat konu­lu bir pan­el vardı, biliy­or­sun. Pan­ele katılan izleyi­ci­lerin bir çoğu sanatçıy­dı. Konuş­macılar­dan İsviçre’de siyasi mül­te­ci ve Kürt bir sanatçı olan Niş­ti­man Erd­ede çok önem­li bir konu açtı. Hatır­ladığım kadarıy­la özetleye­ceğim. “Bir sanatçıyı motive eden iki şey olduğunu düşünüy­o­rum. Duygu ve güdü. Güdü kişinin kişisel iler­lemesi­ni kayd­e­den bir moti­vasy­on. Yani sanatçı olarak ner­eye ulaşa­cak, ne şek­ilde başarılı ola­cak… Duygu ise ait olduğu toplum, kültür, tar­ih gibi şeyler­le ilgili. Kendim için konuşuy­o­rum, duygu ile güdüyü yan yana koy­duğum­da duygu daha ağır basıy­or. Sanatçı ken­di­ni güdüye bırak­tığın­da kişisel olarak bir yer­lere gelm­eye çalışır. Gele­ceği yer ise, maale­sef ki Batı’nın monopolünde olan sanat pazarıdır. Ben kendi­mi içinde büyüdüğüm coğrafya, kültür ve mücade­lenin, yani bir bütünün sadece bir parçacığı olarak hissediy­o­rum. Dolayısı ile beni motive eden duygu. Bana göre, sanat­la yük­selme­si gereken şey, beni besleyen kültür ve tar­i­hin tanık­lığı. Güdü ile hareket edip üste­lik eleştirel bak­tığım sanat pazarlarının may­munu olmak istemiy­o­rum”. Bu ifadel­er izleyi­ci sanatçıların çok ilgisi­ni çek­ti ve pan­elden son­ra uzun süre konuş­malar devam etti. Çünkü sanatçıların “kariy­erinde” her zaman bulun­mayan o bah­set­ti­gin ter­azi söz konusu. Değer­li bir ter­azi… Bu kon­um­la­ma senin söyledik­lerin yönünde gidiy­or gibi hissediyorum.

Bir soru daha… Bak ezbere söylüy­o­rum, res­im malzemelerinin ver­ilmediği Diyarbakır ceza­evin­den yazdığın ilk mek­tubun­da şöyle diy­or­dun: “O kadar resmet­mek istiy­o­rum ki, duvar­da dökülmüş bir boya gördüğümde bile ortaya çıkan şek­ilde res­im­ler görüy­o­rum”. Bir haf­ta son­ra, yeni bir mek­tup­ta; “Res­im çizm­eye başladım. Meğer bütün imkan­lar elim­in altın­daymış” diy­or­dun. Bu şek­ilde yemek­ler­den renk üreterek, atık­ları kul­la­narak üret­m­eye başladın. Son­ra res­im­lerin bize ulaştı. Ve biz o dönemde, malzeme seçeneğin olmadığı için, elin­de­ki imkan­ları kul­la­narak üret­mek senin sanatı­na bir yön ver­di diye düşündük. Plas­tik arayışın bu malzemel­er­le yoğrul­du. İçinde yaşadığın şart­ların düşünceleri, malzemeleri ve elverdiği teknikler seni sanat­sal olarak bir yer­lere götürdü. Biz böyle gözlem­ledik, yorumladık.

Yap­tığın res­im­lerin bir çoğu bizi ilk mek­tubun­da söz ettiğin duvar­da­ki dökülmüş boya leke­sine taşıdı. Kahve lekelerinden yola çık­tık­ların mesela… “Zehra bir yan­dan o ilk lekenin plas­tik arayışını izliy­or, geliştiriy­or, bir yan­dan da ceza­evin­de per­for­mans yapıy­or” dedik… Bir resmin yapılış süre­ci de resmin bir parçası değil mi? Ne der­sin, doğru mu hissetmişiz?

Evet… Çocukken de bulut­lara bakar bir şeylere ben­zetm­eye çalışırsın hani…

Hah işte o!

Çocuk yüreği­ni daha çok taşıy­or olsan, yaşam aslın­da çok güzel. Son­ra biz bunu kaybe­diy­oruz. Bam­baş­ka şeylere gidiy­oruz, o yüreği unutuy­oruz. Bazen de ara­da yeniden buluy­oruz. Bazı şart­lar­da, örneğin ceza­evin­de… Biz küçükken sokak­ta­ki mozaik­lerde de bir şeyler bulur­duk, görürdük. Ya da deniz kenarın­da otu­rurken, elinde bir çubuk­la bir şeyler çiz­ersin. Bu da sanat­tır. Yani bu kadar basit. Aslın­da sanat bu kadar basit. Çok yük­seğe koy­duğun bir şeye asla ulaşa­mazsın. Son­ra artık ona tapın­maya başlarsın… Ama sanat böyle bir şey değil, senin yap­tığındır. Basit bir eylemdir. Sanatı yük­sel­ten kişil­er onu bir pazar haline getirmek isteyip, “Siz yapa­mazsınız, yapa­bile­cek bel­li kişil­er var, onları biz belir­ler­iz. Mil­yarlar­ca dolar har­cayın ve sahip olun” der­ler. Bu aslın­da bir oyun­dur. Bu oyu­na kan­ma­mak gerekiy­or. Sen de bir kişi olarak, bir sanat eseri yapıp evine aşa­bilirsin. Çizdiğin bir çiz­gi bile olsa, o seni ifade ediy­or, senin o an his­set­tik­leri­ni ifade ediy­or. Ve sana mut­lu­luk veriy­or. Neden duvarı­na asmak­tan korkasın? Gazete­ci­lik­te de bir çoğu­muza sarı basın kartı ver­ilmiy­or. O kartın senin cebinde olması mı gazete­ci yapıy­or seni, yok­sa yap­tığın iş mi? Bir kartı cebe atmak­la gazete­ci olun­muy­or. Sanat da öyle. Bir­i­lerinin verdiği diplo­ma ile, ya da bel­li kişi­lerin, kurum­ların seni onay­la­masıy­la sanatçı olun­muy­or. Sen otur­duğun yerde de bir sanatçısın. Bir toprak işçisiy­sen, verdiğin öğle molasın­da, toprağa par­mak­ların­la çizdiğin şey de sanat­tır. İns­an ken­di değerinin farkın­da olmalı. Kim­s­enin onayı­na gerek yok­tur ki. Bir­i­lerinin “Bu sanat­tır, bu sanat değildir” diy­erek onay ver­me­si bir cüret­tir. Bu cüreti gösteren de zat­en ahmak­tır. Bunu bilmek gerek…

Bana gerçek­ten her şeyi Kürt mücade­le­si öğret­ti. Örneğin Tay­bet Ana’nın elin­de­ki beyaz bayrak yap­tığı bez… Bel­ki bir atlet­ti, bel­ki bir yaz­may­dı, bel­ki de baş­ka bir işle­vi olan bam­baş­ka bir şey­di. Bedeni yedi gün yedi gece boyun­ca evinin önünde, sokak­ta kalan Tay­bet Ana’nın elin­de­ki beyaz bir bayrak­tı. Biz onu nasıl gördük? Atlet olarak mı? Yaz­ma olarak mı? Hayır, o bam­baş­ka bir şey­di : “Ben siv­il bir kişiy­im” diy­or. Ve sen ona bakarken, sözcük­lere gerek yok. Tay­bet Ana konuş­muy­or, haykır­mıy­or, hiç bir şey söylemiy­or ama sen onu anlıy­or­sun. Atlet ya da yaz­ma, her neyse, şu an hiç bir­im­iz onun ne olduğunu bilmiy­oruz, ama hep­imiz ne anla­ma geldiği­ni biliy­oruz. Her şey bam­baş­ka bir şeye dönüşe­bilir. Sanat­ta da öyle. Bir roka, bir kahve, bir adet kanı… Ben­im res­im­ler­ime bakan ora­da roka, kahve ya da adet kanı gör­müy­or. Ortaya çıkan sonu­cu görüyor…

Bu kadar basit aslın­da. Bir yol izlersin ve devam edersin…

Bir de hük­met­memeyi öğreniy­or­sun. Mesela elinde boy­alar çeşit­lidir, sana seçenek sunar, sen de seçersin. “Bu kadar alan­da bunu kul­lanırım, bu şöyle bir doku verir” der­sin. Ade­ta bir tan­rı gibi, yarat­a­cağın şeyin karar­larını verip, ilave eder­sin ve ortaya bir şey çıkar. Dolayısıla tan­rısaldır, uhre­vi bakarsın. Ceza­evin­de yap­tığım şey bu değildi.

Bir çarşafı ya da atleti kesiy­or­dum, yere seriy­or­dum. Her kumaşın emme kap­a­site­si fark­lıdır. Son­ra buna, örneğin kan döküy­or­sun. Kumaş kanı emerken, nerede dura­cak bilmiy­or­sun. Yaratım senden çıkıp, malze­menin insafı­na kalıy­or. Son­ra durup, bezin ve kanın, bir­biri­ni kab­ul etme melo­disi­ni izliy­or­sun… Bu kez sen hük­met­miy­or­sun, bek­liy­or­sun. İsted­iğin boyu­ta doğru git­tiğinde heye­can­lanıy­or­sun. İçind­en “Aman bur­da dur­sa” diy­or­sun. Bel­ki yayıl­maya devam ediy­or ve “Tamam tamam, bu da güzel, bunu da yaparım!” diye düşünüy­or­sun… Ne oluy­or? Sen artık hük­met­miy­or­sun. Ve bu senin bütün yaşamı­na yan­sıy­or. Çünkü bu deney­i­mi farkın­da olmadan içselleştiriy­or­sun ve arkadaşlık, aşk ilişk­i­ler­ine bile yan­sıy­or. Yani bir­biri­ni anla­yarak, dinley­erek, ortaya çıkan şeyi değer­lendirerek yaşa­mayı öğreniy­or­sun. Kumaş ve kan, karşılık­lı eylem­i­ni bitirdik­ten son­ra zat­en sana diy­or ki “Buyur, sıra sende”. Sen de yap­mak iste­diği­ni uygu­luy­or­sun. Onlar da sana izin veriy­or. Bu şek­ilde din­leme, anla­ma, empati, kollek­tif, kavram­larını kazanıy­or­sun. Sanat­la üre­tirken de bu ortak­lık mümkün oluy­or. Bu yüz­den o lekelerin anlam­ları çok derin diye düşünüyorum.

Yani kul­landığın malzeme, yüzey, senin per­for­mans gibi ve kollek­tif olarak gerçek­leştirdiğin bir resmin katılım­cıların­dan biri oluyor…

Evet aynen öyle… Ortaya bam­baş­ka bir şey çıkıy­or. Ve yaratıcısı ne bir tek ben oluy­o­rum ne de bir tek onlar. Doğanın izin ver­erek ortaya çıkardığı bir bütün.

Zehra Doğan

Biliy­or musun, bir çok resmin, örneğin leke­leyip yağ­mu­ra bırak­tığınız işlerin, sen şim­di bun­ları açık­layın­ca çok daha derin bir anlam kazandı…

Aslın­da o res­im­leri gerçek­leşme­si şöyle oldu. “Hadi yağ­mu­ra bırakalım” demed­im. Her tesadüf sana bir şey öğretiy­or, gerçek­ten… Semar­verde nar kabuğu kay­natıp, suyun­dan bir renk elde etmiş­tim. Bu ren­gi kağıt­lara döküp, ardın­dan hava­landır­madan kazıdığım yosun­ları üzer­ine eklemiş­tim ve kurusun diye tez­gahın altı­na koy­muş­tum. Bir süre son­ra bak­tım ki yerde­ki fayanslara leke yap­mış. Tez­gahın altın­da kir­lenen yeri tem­i­zle­mek için, onları hava­landır­maya taşıdım. Ve ansızın yağ­mur başladı. Ama ne yağ­mur! Arkadaşlar “çıkıp res­im­leri içeri getire­lim” dedi ama o kadar kuvvetli bir yağ­mur yağıy­or­du ki, çok ıslanacak­tık. “Ne yap­sak?” diy­erek bakarken, yağ­murla res­im­lerin bir­bir­leri ile buluş­masının çok güzel olduğunu far­ket­tik. Ben ded­im ki “Bırakalım bu böyle kalsın. İzleyel­im bakalım ortaya ne çıka­cak”. Arkadaşlar kızdı “çok kötü ola­cak, res­im­ler berbat ola­cak!” diye. Ben de “zat­en lekeleri atarken de ben bir şey yap­madım, kuruduk­tan son­ra sür­priz bir şey çıka­cak, bırakalım” ded­im… Hep­imiz otur­duk, ve pencere­den izledik öylece… Yağ­mur damlacık­ları, res­im­lerin malzemeleri, bir­bir­leri ie danset­til­er, şarkı söyledil­er. Biz de bu man­zaraya dalıp seyret­tik, çay içtik, soh­bet ettik. Gördük­ler­im­i­zle ilgili bir çok şey söyledik. O yağ­mur ve res­im­ler sayesinde o günümüz çok güzel geçti. Çünkü tüm bun­lar çok güzel bir ortam yarat­tı. Hiç bir galeride ya da müzede, dünyanın en gözde sanat mekan­ların­da bile böyle bir per­for­mans göre­mezsiniz. Bir ceza­evinin dört duvarı arasın­da böyle bir per­for­mans görüy­or­sun, hat­ta katılıy­or­sun. Hay­atı güzelleştire­biliy­or­sun, hay­atın güzel­liği­ni her yerde göre­biliy­or­sun. Süper bir mekan süper şeyler ola­cak ve ben bunu görmek için saatlerce kuyruk­ta bek­ledik­ten son­ra, dünyanın en pahalı bile­ti­ni alıp gire­ceğim bile desen, bu per­for­man­sı ora­da göremezsin.

Sen neye izin veriy­or­sun? Önce­lik­le bunu bil­men gerekiy­or. Bu yüz­den ben dört duvar arasın­da, dünya­da hiç göre­meye­ceğim, bir tek bulun­duğum yerde gerçek­leşe­bile­cek olan bir per­for­man­sı göre­bildim. Şu an mil­yarlar­ca dolar har­casalar, hiç bir galeri ya da müze bunu yeniden gerçek­leştire­mez. Akıp giden zamanın içerisinde, akıp giden bir per­for­mans. Asla tekrarı olmay­a­cak bir an. Böyle bir per­for­man­sı görme şan­sı­na sahip olduk. Ben buna tanık­lık eden­ler­den biriy­dim. Ve ortaya da çok güzel bir res­im çık­tı. Hay­atım­da hiç bu kadar güzel res­im yapmamıştım.

İns­anl­arın bir­biri­ni din­leme­si gerekiy­or, doğayı din­leme­si gerekiy­or. Önce­den belirlediğimiz kab­ul ve red kriter­leri vardır, ön yargılarımız vardır ya, “res­im böyle yapılır, şu fırçay­la, şu boy­ay­la yapılır” gibi inançlar, falan­ca müzenin ya da kişinin sana onay ver­me­si gerekir gibi bek­len­til­er, onaylı sanatçı olman gerekir gibi düşüncel­er… Aslın­da çerçeve­len­miş kab­ul red ölçü­leri içinde tutu­la­bile­cek bir şey değil sanat… Sanat gerçek­ten bu değil.

Hay­at da bu değil aslında…

Evet aynen öyle…

Teşekkür­ler Zehra. Gerçek­ten söyledik­lerin yal­nız sana­ta değil, bire­bir yaşa­ma da dair… Bak “her gün öğreniy­o­rum senden” demem boşu­na değil. Alnın­dan öpüy­o­rum seni, biz­leri düşündürdüğün için teşekkür ediyorum.

Ben sana teşekkür eder­im, ayrı­ca en başın­dan beri verdiğin destek için…

Yürek­ten… Hiç sözünü etm­eye değmez. Yaz­mam bile ben bunu…

Ben özel­lik­le yaz­manı istiy­o­rum. Bu herkesin bildiği bir şey. Her şey­den önce arkadaşım olarak verdiğin destek bu. Öyle üst­ten gelen bir destek­ten bah­set­miy­o­rum. Ben ceza­evine girme­den önce de arkadaştık. Tut­sak­lık döne­mimde bana bir arkadaş olarak verdiğin büyük destek­ten dolayı çok teşekkür eder­im. Bak yaz bunu… (gülüy­or)


Zehra arı gibi çalış­maya devam ediy­or. Mayıs sonuna doğru Lon­dra’­da Tate Mod­ern’in konuğu ola­cak. Henüz pro­je aşa­masın­da olan sergiler de yavaş yavaş yol­larını izliyor.

Ser­gi tar­ih­leri­ni zehradogan.net sitesin­den izleyebilirsiniz.

Her yıl düzen­le­nen “15 Kasım, dünya tutuk­lu yazarlar günü” çerçevesinde PEN kuru­luşu ve Edi­tions des femmes ortak düzen­leme­si olan oku­ma etkin­liğinde, Zehra’nın sözcük­leri­ni, bu yıl da dinleye­ceğiz… Yine Kasım ayın­da, Edi­tions des femmes yayınevi, “Güzel gün­ler­im­iz de ola­cak” başlığı altın­da toplanan, Zehra’nın ceza­e­vi mek­tu­pların­dan oluşan bir kitabı yayın­lay­a­cak. Kita­pla beraber, yayınevinin mekanı Espace des Femmes galerisinde, Zehra’nın eser­leri bu kez Paris’te­ki izleyi­ciyle buluşacak.


Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Naz Oke on EmailNaz Oke on FacebookNaz Oke on Youtube
Naz Oke
REDACTION | Journaliste 
Chat de gout­tière sans fron­tières. Jour­nal­isme à l’U­ni­ver­sité de Mar­mara. Archi­tec­ture à l’U­ni­ver­sité de Mimar Sinan, Istanbul.