Trans aktivist Kıvılcım Arat’ın mektubunu dayanışma ruhu ile yayınlıyor, Eren Keskin’i saygıyla selamlıyoruz.
Türkçe | Français | English
Bir transeksüelin kaleminden;
Cumhurbaşkanı’na açık mektup,
Eren Keskin’e sevgi ve saygı
Tanıklık
Suruç katliamından sonra içine girdiğimiz lanet olası savaş süreci, on binlerce aileyi darmadağın ederken, “zulüm”, üniversitelerden, fabrikalara, köylerden kentlere dek coğrafyamızın dört bir yanında yaşamlarımızdaki yerini almayı başarmıştı. Korkaklığın, ihbarcılığın ve ihanetin kol gezdiği, el koyma, yalan, dolan ve talanın sıradanlaştığı, gözaltı, tutuklama ve alıkoymanın süreklileştiği, işkence ve infaz görüntülerinin büyük bir gururla basına servis edildiği bir iklimde, hiçbirimiz güvende değildik. Her günün sabahı aynı iklime uyanmak, geleceği görememek, plan yapamamak her yurttaşın ruhsal bütünlüğünü dağıtırken toplumsal hafızaya ise kapanması zor yaralar bırakıyordu. Bu öyle bir yaradır ki bir benzeri 100 yıl önce yaşanmış, Anadolu’nun kadim halkı Ermenilere ait tüm izler İttihatçı çeteler tarafından yok edilmeye çalışılmıştır. Bugün, akıl ve vicdan sahibi her insanın omzunda yükünü hissettiği bu karanlık tarih, 100 yıl boyunca inkar ve imhaya devam etmiş ve en nihayetinde kendine en benzer mirasçısı olan Siyasal İslam’ı dünyaya getirmişti. Oysa yüz yıllık yüzleşememe haliydi tekerrüre sebep… Yüzyıl önce Ermeni halkının damağında ve dimağında beliren kekremsi tat, bugün her birimizin damağında/dimağında. Yüz yıl önce oturan o yumru, hiç inmeyecekmiş gibi her birimizin boğazında bugün.
Serüven
Bu mektubu yazma serüvenim, yine aynı kekremsi tadın belirmeye başladığı o sabaha uyanmakla başladı diyebilirim. Ülkede Özgür Gündem gazetesi basılmış, çalışanları gözaltına alınmıştı. Basına düşen karelerde, üstü başı yırtık, perişan, bitap halde gazeteciler, kelepçeli götürülüyor ve ekip araçlarına bindiriliyordu. Görüntüleri izlerken ruhumda beliren öfke, üzüntü ve çaresizlik ile birleşerek tarifi güç bir duyguyla sarmaladı bedenimi. Genel yayın yönetmeni Eren Keskin’e ait ev, keskin nişancılar, özel harp eğitimli polisler ve uzun namlulu silahlarla basılarak aranmıştı. Basılan ev, on binlerce insanın sevgi ve saygı duyduğu, bütün ömrü adliyelerde geçmiş ve hâlâ da geçmekte olan, baroya kayıtlı bir avukat değil de Daiş çetelerine ait hücre evi zannederseniz. Neyse ki Eren Keskin evde değildi.
İfade vermek üzere Çağlayan Adliyesi’ne gideceği bilgisi üzerine hiç bir duyuru ve hazırlık yapılmamasına rağmen, kalabalık bir grupla bir araya gelebilmiştik. Adliye önünde kimler yoktu ki? Parlamenterlerden, hak savunucularına, barış annelerinden hukukçulara, sivil toplum temsilcilerinden siyasi partilere, LGBTİ+ derneklerinden vicdani retçilere kadar haberi duyan her kurum ve kişi adliye önünde bulmuştu kendini. Keskin’in, ifade işlemlerinin bitmesinin ardından, hak hukuk tanımaz değerli savcımız tutuklanma talebini ileterek topu mahkeme heyetine devretmişti. Herkese kısa gelen fakat biz sevenlerinin gözünde uzadıkça uzayan koridor, “faşizme karşı omuz omuza”, “Eren Keskin yalnız değildir” sloganları ile yankılanıyor, çalınan zılgıtlar her birimizin yüreğinde baharı muştulayan bir kardelen çiçeğine dönüşüyordu. Her birimiz soluksuz, duruşma salonundan gelecek haberi bekliyorduk.
…Ve nihayet… Tutuksuz yargılanma kararı!
Mektuba sebep
Özgür Gündem’e yönelik gerçekleşen siyasi operasyonun peşi sıra yargılamalara başlandı ve o dönem bir müvekkili olarak Eren Keskin için bir yazı kaleme almak istedim. Hitabette ve içinden geçenleri yazıya dökmekte sorun yaşamayan biri olarak bu isteğimi fiiliyata dökemedim.
Dökemedim çünkü; ne zihnim istedi cümle kurmayı ne kalem istedi yazıyı yazmayı, ne de dil istedi kurgulayamadığım söz öbeklerini kulaklara duyurmayı. Hâl böyle olunca 5 ayrı yazıya can verebilecek bir taslak, aylarca bekledi ekranımın sol üst köşesinde.
Hazırladığım taslak “Makbul olmayan yurttaştan Reis‑i Cumhur’a açık mektup” başlığı etrafında kurgulanmıştı. Fikir ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir coğrafyada düşünmek, yetinmeyip düşündüğün şeyleri yazıya dökmek oldukça tehlikeli bir işti. Zira muktedirin öfkesini çekebilir, şiddetinden nasiplenebilirsiniz. Bunlarla kalsa yine iyi, üç tarafı denizlerle bir diğer tarafı ise tanklarla çevrelenen yurdumun, açık hava mahpusluğundan, dört tarafı betonlarla kaplı bir hücreye nakledilmemeniz işten bile değil. Tüm bu gerçekliğin üzerine hazırladığım taslak metni birkaç yakın arkadaşımla paylaştım. Güvenlik kaygıları sebebi ile çok sert tepki gösterdiler. Kamuya açılacak bir metnin böylesi bir tepkiye yol açması için cinsiyetçi, ırkçı, saldırgan, suçu ve suçluyu öven, şiddete teşvik eden vb. Bir içeriğe sahip olması gerekirdi. Oysa taslakta; özgürlük, eşitlik, adalet, hak, hukuk, düşünce ve ifade hürriyeti gibi temel kavramlara duyulan açlıktan ve çok ama çok sevdiğim bir kadının yaşam hakkına dair duyduğum endişenin sebebinden, sorumluları ve olası sonuçlarından bahsediyordum ve kaygılarımı, aynı yurtta beraber yaşadığım, yine aynı yurda eşit yurttaşlık bağı ile bağlı olduğum bir insana yani Reis‑i Cumhur’a iletiyordum.
Hiçbir suç unsuru bulundurmayan taslağım beklerken bir köşede, zihnimin ürettiği gerçeklik ile gerçekliğin paylaşımına ilişkin duyduğum arzu tekrardan harekete geçmemi sağladı. Bu defa arkadaşlarımın kaygılarını da göz önüne alarak başladım sevgili reisimizin belediye başkanlığı ve bilhassa tutukluluk dönemlerine ait ne kadar video kaydı varsa taramaya. Amacım, şahsıma ve milyonlarca yurttaşa reva görülenleri, dayatılanları ve yaşatılanları videolardaki beyanlara dayanarak teşhir etmekti.
Öyle ya, söz ağızdan bir kere çıkardı, senet denirdi bu topraklarda. “Sözünün eri olmak” gibi erkeklikle özdeşleştirilmiş cinsiyetçi deyimlerimiz vardı. Fakat bu kurgu, ham bir hayaldi. Günün pratiği, riyakarlığın hakimiyeti, yargı sistemi, çevremdeki dostlarımın arkadaşlarımın ve düşdaşlarımın hak arama pratiklerinin bedeli bambaşkaydı. Benim bu güvenlik önlemi saydığım adımlar ise bir zırvadan ibaretti. İbaretti çünkü; dün ak dediğine bugün kara diyebilen, sabah söylediğini akşam inkar eden, yurdun yarısını terörist kalan yarısını ise güdülecek koyun sürüsü olarak gören bir iktidardı karşımızdaki.
Çelişkiler atlası ya da zıtların biraradalığı
Türkiye öyle bir ülkedir ki yan yana durması imkansız diyeceğiniz çelişkileri bir arada var edebilme kudretine sahiptir. Birkaç küçük örnekle sıralamak gerekirse ; transeksüel kimliğin baskı altına alınmasına ya da baskı altına alınması gerektiğine dair öne sürülen birkaç temel savın içinde en güçlü olanı dindir. Transeksüeller, büyük bir günahın içindedirler ve ruhlarını şeytana, bedenlerini ise erkeklere satmaktadırlar. Allah, insanı en mükemmel biçimde yarattığından, estetik kaygılarla girişilen tıbbi operasyonlar günahtır. Allah’ın yarattığına isyan etmektir ve beğenmemektir. Bugün sokağa çıkıp estetik ile ilgili soru soracağınız her ortalama müslüman size bu cevabı verecektir ve bu ortalama Müslüman, transeksüel bir kişiyi günahkar ilan ederken temel savı yine din olacaktır yani Allah’ın yarattığını beğenmeyip isyan eden ve yarattığının şekli varlığına müdahale eden bir günahkar.
Yine bu ortalama Müslüman vatandaş, bir seçmen olarak sandık başına gittiğinde vereceği oyun rengi belirleyecek olan done dindir. Oy vereceği partinin din ile olan ilişkilenme biçimidir. İşte çelişki burada başlıyor. Bugün AKP’ye oy veren bir çok seçmen, transeksüel kimliği bu sebeple günahkar ilân ederken, yine defalarca kez suratına botox yaptırmış ve yaptırmaya devam eden lider eşlerini günahkâr görmez ve ilan etmez. Transeksüel kişi, Allah’a isyan eder ama lider eşi, tövbe sümme hâşâ, değil botox, meme büyütme operasyonu dahi geçirse, isyan etmiş olmaz ve oylar akmaya devam eder.
Muktedirin, 2010 yılında Almanya’yı ziyareti sırasında “Asimilasyon bir insanlık suçudur.” Değerlendirmesi ve bu değerlendirmeyi kendisinin değil, bilimin yaptığı vurgusu ile güçlendirmesi takdir toplarken, bir Kürt, kendi topraklarında anadilini konuştuğu için linç edilebilir ya da ömrünü bir hücrede geçirebilir. Üstelik, takdir eden geniş yığınların sessizliği ve onayıyla…
Söz konusu Siyasal İslam ve yarattığı ideal insan tipi olduğunda bu ve benzeri çelişkilere rastlamamak neredeyse imkansız. Dün Fetullah Gülen ile birlikte ülkeyi yönetenler, bugün ömrünü Fetullah Gülen vb. Yapılanmalara karşı mücadele etmekle geçirmiş insanları hapsediyor, kurumları irtibatlı göstererek Hollywood filmlerine taş çıkartacak senaryolara imza atabiliyor. Takvim isimli müsveddenin yayınladığı ve LGBTİ+ derneklerinin Gülen ile olan bağını anlatan o müthiş senaryo en güzel örnek olarak yanı başımızda duruyor.
Fikirden zikre, zikirden pratiğe; Reis‑i Cumhur’a açık mektup
Sevgili Cumhurbaşkanı,
Bu mektubu kaleme almam biraz sancılı ve çetrefilli bir sürece tekabül ediyor. Yeni Türkiye’nin, Yeni Başkanı’na mektup yazma fikri, çokça engele takılmış olmasına rağmen başarıya ulaştı. Kime mektup yazacağımı söylesem kaygı dolu gözlerle karşılaştım. Bu adımın dikkati üzerime toplayacağını dile getiren dostlarım, sonucu tutuklanma olan bir sürecin inşa edebileceğini örnekleri ile anlatıp durdular.
Sayın Başkan, öncelikle kim olduğumdan bahsetmek istiyorum. İstihbarat birimleriniz bir profil çizebilir lakin güvenilir olacağını sanmıyorum. Bu sebeple milli istihbaratımızdan önce beni benden dinlemeniz, meramımı dile getirebilmem açısından önemli diye düşünmekteyim. Adım Kıvılcım. Şahsım adına bir önemi olmasa dahi adımın önüne geçen ve beni niteleyen bir sıfata sahibim. Transeksüel kadın.
31 yıllık yaşam serüvenim (ki yarıdan fazlası sizin liderliğinizde geçti) adımı bir damga gibi niteleyen bu sıfatın getirisi olan şiddet kültürü ile mücadele etmekle geçti. Birkaç küçük örnekle konuyu açmak gerekirse;
15 Temmuz’da sizler adına demokrasi dediğiniz bu güzide süreci başlatmanın coşkusuyla meydanları doldururken, bendeniz Sedat Peker’in sözleri ile donatılan mahallemde sizi takip eden bir güruhun sistematik saldırıları ile yaşam alanımı kaybettim.
Sizler dolup taşan mahpus damları ile övünüp yeni dam kurmak için ihale açarken bendeniz neşterle kesilmeye çalışılan boğazımın hesabını sorsun diye gittiğim savcının “devletin bekâsının söz konusu olduğu dönemlerde böyle işlere sıra gelmez” ilgisizliği ve engellemesi ile karşılaştım.
Sizler, şahsınıza yönelik sosyal medya eleştirilerini gece baskınlarıyla cevaplayıp, eleştiri sahibini dört duvar arasına tıkarken, bendeniz otomatik pompalı tüfekle üzerime yağan 6 kurşunun sahibine bir tek madalya takılmadığını gördüm.
Sizler, Mâide Suresi 32. Ayeti* düstur edindiğinizi ilan ederken, bendeniz kader arkadaşlarımın parçalara ayrılmış, tecavüz edilmiş cesetleri ile baş başa kaldım. Ve yine sizler Allah’ın adaletinden bahsederken, bendeniz emrinizde olan adaletin katillerimizi nasıl ödüllendirdiğine şahit oldum.
*5.Mâide Sûresi, 32.Ayet, 112.Sayfa, 6.cüz, Meal Diyanet İşleri Başkanlığı: “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır.
Sayın Başkan;
“Sizler ve bendeniz” örneklemi uzar gider, söz konusu zulüm olduğunda. Ben sizlerin de çok iyi tanıdığı ve şu yorgun kalbime dert olmuş, benzeri yüz yılda bir doğan bir güzellikten, sevgili Eren Keskin’den bahsetmek istiyorum. Eren Keskin ile translar olarak tanışıklığımız 90’lı yıllara dayanmaktadır. Şahsınızın ve hareketinizin, barış dönemi boyunca eleştirdiği, yeri geldiğinde hüngür hüngür ağladığı ve lanetlediği 90’lı yıllar biz translar için de yaşanması zor, mirası ağır bir tarihi işaret etmektedir. Dönemin muktedirleri tarafından vatanperver ilan edilen ve fakat tarihe işlediği insanlık suçları ile geçen Hortum Süleyman lakaplı Beyoğlu Ekipler Amiri Süleyman Ulusoy’un emri ile Belgrad ormanlarında kazığa oturtulmaya çalışılan translar, bitap halde İnsan Hakları Derneği’nin kapısını çalar. Kimsenin sahip çıkmadığı, görmezden geldiği translara birkaç avukat sahip çıkar.
Yanına işkence mağdurlarını da alarak Hortum Süleyman’ın karşısına dikilir; genç ve güzel bir avukat. Söz konusu işkence uygulaması ile ilgili “teröristleri savunuyorsunuz, onu anladık. Ama bunları neden savunuyorsunuz, bunlar insan bile değil.” der, giden avukata.
O avukat kimdir biliyor musunuz?
Eren Keskin…
Evet, Sayın Başkan!
Yarattığınız sistemde lanetlediğiniz translarla dayanışmanın önemini herkese anlatan; nezarethanelerden, karakollara, işkencehanelerden, duruşma salonlarına, adli tıp kurumundan, kolluğunuzun şiddetine maruz bırakıldığımız eylem alanlarımıza kadar bizlerle direnen ve tüm bunları hiç bir maddi kaygı gütmeden “İnsan hakları ile insandır. İnsan hakları herkes içindir” söylemini düstur edinmemizi sağlayan bir hukukçu, hak savunucusu, yoldaş ve arkadaştır.
Evet, Sayın Başkan!
Temsil ettiğiniz sistem biz transeksüelleri cezalandırırken, toplumun örgütlenme biçimi olan aile formundan uzaklaştırmayı en büyük koz olarak kullanır. Edindiğimiz bilgi birikimi, kişisel yeteneklerimiz, kazandığımız sosyal ilişkiler, kan soylu bağlar ve dahi on yılların emeği olan diplomalarımız alınır ellerimizden. Bizler bu sebeple görünmez insanlarızdır. Geceleri ortaya çıkarız. Ta ki sizler günün ve güneşin nimetlerinden yorulup karanlığın huzursuzluğunda güvenli, aile apartmanlarınıza çekilene dek ve Sayın Başkan… Biz translar, reva görülen bu yaşamda; kurdu kuşu, börtüyü böceği, kediyi köpeği ailemiz biliriz. Evlat beller bir çocuğumuz. İnsan dışı türlerle ilişkimizin iyi olması da bundandır. Bizlerin çokça kıymet verdiği bazı bağları vardır. Bu bağı kazanamaz bir insan, aynı annenin rahminde hayat bulmakla, kazanamaz aynı babaya ait spermin döllediği yumurtaya denk düşmekle, yakalayamaz bilmem hangi kuşakta gelen kan soylu bağla. Çünkü, doğduğunuz an tayin edilir, ablayı, kardeşi, anayı, babayı seçemezsiniz.
İşte Sayın Başkan, Eren Keskin biz translar için böyle bir bağı ifade ediyor. Hakkını arayan bir müvekkili savunan hukuk erbabı değil, yeri gelir arkadaştır, dosttur. Yeri gelir abladır. Yeri gelir uyguladığınız vahşete karşı attığımız çığlığa yoldaştır. Direnişimize can veren ana damarlardan biridir ve benim gibi her çelişkiye düştüğünde, zulmünüze direnecek takati bulamadığında hiçliğe doğru gidenlere uzanan bir eldir. Yaşam sebebimizdir yani.
Şimdi Sayın Başkan, yarattığınız yargı sistemi bu değeri susturmaya, zapturapt altına almaya ve bizleri ablasız, arkadaşsız, yoldaşsız, avukatsız bırakmaya yelteniyor. Suskunluk bir sarmal gibidir. Azınlık olduğuna inanılan bir düşünce zikredilemez ve bu sarmal büyür gider ve birgün bir deli çıkar, azınlık fikri zikreder. Büyüyen sarmalı çığlığa döndüren kıvılcım çakılmış olur böylece. Eren Keskin büyüyen sarmala kıvılcım olacak ateştir.
Evet Sayın Cumhurbaşkanı; kimliğimden ve zihnimde dönüp duran fikirlerden mütevellid toplumun çoğunda olduğu gibi sizde de negatif bir duygu durumu yaratmış olabilirim ve fakat düşünün ki çemberin bu kadar dışına itilen ve makbul görülmeyen bir insanın dahi kalbine değebilmiş bir kadından ve ona reva görülen zulümden bahsediyorum. Üstelik secdeye varmışken önünüzde başlar, korkmadan, aman vermeden düşünen, üreten bir bilinçle karşınıza dikiliyorum.
Umudum var ama var olan umut, şahsınızın birşeyleri farkedip düzeltebileceğine olan inancımdan değil.
Umudum niçin var biliyor musunuz Sayın Başkan?
Bilmiyorsanız söyleyeyim.
Eren Keskin’in ofisinden…
Evladını kaybetmiş Hakkarili bir anne ile, eğitim hakkı elinden alınmış bir öğrenci, eşinden şiddet görmüş bir kadın ile iki bıçak darbesi ile yaralanan yaşlı seks işçisi, ibadethanesi talan edilen gayrimüslim ile mahallesinden kovulan bir trans kişi… aynı ofiste buluşuyorsa umut hâlâ var demektir. Umut hâlâ dimdik ayakta demektir. Bir arada yaşam, hayal değil demektir.
AKP’li Cumhurbaşkanı, Sayın Erdoğan, bu kadar mazlumun kalp sarayına taht kurmuş bir hukukçu söz konusu olan. Mazlum ve ahı arasındaki diyalektik ilişki, sizin de zaman zaman iddianızı güçlendirmek için belirttiğiniz gibi bilimsel bir gerçeklik. Gelin hiçbir suçu olmayan ve mazlumların ortak bir değer atfettiği Eren’imizle uğraşmaktan vazgeçin. Günün gerçekliği çarptırılabilir fakat zaman gerçeği söyleyecek ve tarih gerçeği her daim yazacaktır. Onbinlerin söylediği bir söz ile sizlere veda ediyor, doğru olana ulaşmanızı can‑ı gönülden diliyorum.
Eren Keskin’in sürmeleriyiz!
Na-makbul Kıvılcım Arat
*
Son Söz Niyetine
Bu mektup, zamanın karanlığına atılan bir çığlık, bıçağı kemikte hisseden milyonlara ise onurlu bir çağrıdır aynı zamanda. Bir yanımızda ihbarcılığın, korkaklığın ve dahi utancın sayfaları yazılırken, diğer yanımızda bir arada yaşamın hamurunu yoğuruyor serüvenciler. Ya hep birlikte yok olacağız ya da onurumuzu ayaklar altına alan bu karunlar sultasına karşı eşit yurttaşlığı, özgürlüğü, adaleti ve hukukun üstünlüğünü savunup özgür birer yurttaş olarak aydınlık günleri karşılayacağız. Onlar bir avuç bizler ise milyonlarız. Bunu unutanlara hatırlatmanın vakti geldi de geçiyor. O halde Epik Tiyatro kuramının ölümsüz yaratıcısı Bertolt Brecht’in dizelerini hatırlayalım:
Bilin: Halkın ekmeğidir adalet.
bakarsınız bol olur bu ekmek,
bakarsınız kıt,
bakarsınız doyum olmaz tadına,
bakarsınız berbat.
Azaldı mı ekmek, başlar açlık,
bozuldumu tadı, başlar hoşnutsuzluk boy atmaya.Bozuk adalet yeter artık!
Acemi ellerle yuğurulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter!
Yeter katıksız, kara kabuklu adalet!
Dura dura bayatlayan adalet yeter!Bolsa insanın önünde ekmek, lezzetliyse,
gözler öbür yiyeceklere yumulsada olur.
Ama her şey bollaşmaz ki birdenbire…
Bilirsiniz, nasıl bolluk doğurur ekmek:
Adaletin ekmeğiyle beslene beslene.Ekmek her gün nasıl gerekliyse nasıl,
adalet de gerekli her gün,
hem o, günde bir çok kez gerekli.Sabahtan akşama dek, iş yerinde, eğlencede,
hele çalışırken canla başla,
kederliyken, sevinçliyken,
halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekmeğe,
günlük, has ekmeğine adaletin.madem adaletin ekmeği bu kadar önemli,
onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin?Öteki ekmeği kim pişiren?
Adaletin ekmeğini de
kendisi pişirmeli halkın,
gündelik ekmek gibi.Bol, pişkin, verimli.
Halkın ekmeği ütopya değil, uzağımızda ise hiç değil! İşte bakın, adalete olan açlığımızı dindirecek yola dönmüş tabelalar. Yalnız değiliz! O yolun başında, binlerce Eren bekler bizleri. Ellerinde hamurun, kurumamış izleri!