İtalya Fransa sınırında, Briançon — Clavières hattında yaşanan mülteci akınlarını gözlemlemek ve burada oluşan mülteci dayanışmAsına katılmak üzere sınır boylarında, kısa süre önce sona eren bir yolculuk yaptım.
Gözlem ve deneyimlerimi sizlerle bu yazı serisi ile paylaşmaya devam ediyorum.
6 | Sınır boylarında • Pusular ve kadın dayanışması
Sınır boyunda aynı patikada karınca katarlarıyla umuda yürüyen kara afrikalıların hikayesi devam ediyor…
Bir ağacın gölgesinde oturmuş, mataramdan su içerken, aşağılarda, ormanın derinliklerinde, dere kenarında bir hareketlilik fark ediyorum. Doğrulup ağaç dallarını aralayarak bakıyorum; dere kenarında saklanarak uzaklaşmaya çalışan üç mülteciyi ve derenin karşı tarafındaki yüksek tepede pusuya yatmış bekleyen bir Fransız özel sınır jandarmasını görüyorum. Lanet olsun diyerek gayriihtiyari yerimden fırlayıp aşağıya, mültecilerin bulunduğu dere tarafına doğru ilerliyorum. Gözüm pusudaki jandarmada…
Yumuşak, seker adımlarla ağaçların, çalıların arasından dikkatlice ve hızlıca geçiyor ve nihayet, grupla ayrıldığımız yol ayrımındaki dereye bakan yüksek yerde, bir ağacın arkasında soluk soluğa duruyorum. Jandarma yerinden fırlıyor ve sakınarak arkadan dolaşıp, aşağıdaki üç mültecinin bulunduğu alana doğru ilerliyor. Yerimi değiştirip mültecileri daha net göreceğim bir noktaya geçiyorum. Evet, işte onları görüyorum. Dere kenarında, çalıların arkasındaki boşlukta hareketsiz bekliyorlar. Onların beni fark etmesini sağlayacak bir iki işaret yapıyorum ve işte fark ettiler! Onları bana doğru gelecekleri şekilde, sol taraftaki ağaç ve çalılarla çevrili dik ara patikaya doğru yönlendiriyorum. Evet, üç mülteci kardeşimiz de dere kenarından uzaklaştı. Bu arada Jandarma gözden kayboldu. Artık her an her şey için ben de risk altındayım. Üstelik üzerimde ne fotoğraf makinesi ne de uluslararası basın kartım var. “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele!..” diyorum kendi kendime ve sonra da vicdanımın kumandasına teslim ediyorum kendimi. Ok yaydan çıktı bir kere, geri dönüşü yok. O kardeşleri o pusudan mutlaka uzaklaştırmalıyım, başka hiçbir şey düşünmüyorum artık. Sol tarafta dereye inen dik patika yolda, geniş gövdeli bir ağacın arkasında Fransız fotoğrafçıyı fark ediyorum.
Aynı anda o da beni fark ediyor ve bir kaç fotoğraf çekip bana doğru geliyor. Yanıma geldiğinde, “İşte yol yakınken yeniden bir araya geldik” diyorum. Bunu söylerken, bir yandan da mültecilerin bu riskli yola neden girdiğini düşünüyorum. Çünkü normalde artık kullanılmayan bir yol burası. Kolay bir geçiş yolu belki ama jandarma bir süredir bu güzergâhta pusu kuruyor. Ona, “Neden bu yoldan gittiniz; burada sürekli pusu atıldığını bilmiyor muydunuz?” diye soruyorum. “Biliyorum ama işte…” deyip sessizce hatasını kabul ediyor. Yeterince tanımadığım için de kendime, bu hatanın ardında bir ‘gazetecilik oyunu’ mu var acaba diye sormadan edemiyorum. Ona, “Buradan yönlendirme yapmanız büyük hata, geçişin riskli olduğunu bildiğiniz halde üstelik…” diyorum. Üzgün, başını öne eğiyor… Sonra birlikte bir süre orada bekledikten sonra ben etrafı kolaçan etmek için geldiğimiz patika yola doğru yürüyorum. Kısa bir süre sonra ikinci mülteci grubu ile karşılaşıyorum. Kısaca durumu anlattıktan sonra onları sessizce patika yolun üst tarafında biraz daha içteki sık ormanlık alana doğru yönlendiriyorum. Burada çukur bir alanda konumlanıp bir süre sessizce bekliyoruz.
Derken ben tümseğe çıkıp etrafa bakınırken Fransız fotoğrafçı da bizim yanımıza geliyor ve jandarmanın az önce birlikte beklediğimiz patika yola geldiğini ve orada pusuya yattığını söylüyor. İşte tam bu sırada patika yoldan jandarmanın sakınarak bize doğru baktığını görüyorum. Aramızda sadece yüz metre var. Karşılıklı bakışıyoruz bir an. Sonra ben geri çekilip, çukurluk alanda bekleyenlere, “Burada daha fazla kalmadan ikişerli halde, geldiğiniz yöne doğru ormanın sık hattını takip ederek ayrılmalısınız” diyorum. Bu arada, “Başka gelen grup var mı?” diye soruyorum onlara. “Evet, bir grup daha var ve onlar da şu an buraya doğru yaklaşıyor olmalılar,” diyor içlerinden biri. Ben ve Fransız fotoğrafçı hızla grubun geldiği yöne doğru hareket ediyoruz. Yolda karar değiştirip, geri dönerek olası jandarma müdahalesini görüntülemek ve tanıklığını jandarmanın görmesini istediğini söylüyor bana. Ben de, “Tercih senin, nasıl istersen” diyerek ayrılıyorum ondan ve hızlı adımlarla son grubu yoldan geri çevirmeye gidiyorum. İşte, grupla karşı karşıyayım. Onlara sessizce geri dönmelerini, yolda jandarmanın pusu kurduğunu söylüyorum. Bir süre benimle birlikte yürüdükten sonra, bir yerde gizlenmek istediklerini söylüyorlar.
Risk alanından tamamen uzaklaşınca, bir yerde durup ikişerli halde ormana dağılıyorlar. İyi şanslar dileyip ayrılıyorum onlardan da… Bir süre sonra fena halde bir öksürük krizine tutuluyorum. Sırılsıklam terliyim üstelik. İki gündür bronşal durum yaşıyordum ve işte korktuğum başıma geldi. Öksüre tıksıra Jesus’e geri dönüyorum ve olanları anlatıyorum herkese…
Böylece, kendi halimde çıktığım dağ yolculuğumu, iradem dışında gelişen olaylar silsilesi ile atlatıp, sağ salim Jesus’e geri dönüyorum. Ama mülteci akını olanca hızı ile devam ediyor…
Her gün her gece onlarca insan akın akın İtalya’dan Fransa sınırına geliyor; yağmura, kara, fırtınaya ve jandarma-faşist ablukasına aldırmaksızın dört mevsim yürüdükleri sınır boylarına ölümcül, trajik yaşanmışlıklar bırakarak sonu belirsiz yasam yolculuklarına soluksuz devam ediyorlar.
Mayıs ayından beri sınır boylarında üç mülteci ölümü yaşanmıştı. Mamadou Alpha (Senegal), Blessing Matthieu (Nijerya), Muhamed Fofane (Gine)… Gine’li Fofane’nin cesedi yakın bir zaman önce, sınır boylarındaki karların erimesiyle ortaya çıkmıştı. Cesedi dağ başındaki bir sığınma kulübesinde, üşüme pozisyonunda oturur halde donmuş olarak bulundu. Bu trajik mülteci yolculuklarının kurbanları hep aynı güzergâhlarda, hep aynı ölümlere randevuluydular… Ya denizde, ya ırmakta, ya da bir dağ başında kar altında…
Sınır boylarında neydi ölüm?
Korkunç sessizliğimizle
ilgisizliğimizle
ya da
gizli açık nefretimizle
süslediğimiz
ÖTEKİ’nin kurban ayini miydi?
Söyleyin neydi
onlar için isteyerek
istemeyerek biçtiğimiz son mu
yoksa, yaşama ağrımızdan firar ettirdiğimiz
vicdanımız mıydı gömdüğümüz?
Sahi neydi sınır boylarında ölüm?
Öyle! Bütün ötekiler böyle öldürülür; ama asıl ölen vicdandır, kimse bilmez.
Dayanışma suç değil, vicdanî bir sorumluluktur.
Fransa’da mültecilerin sınır boylarında yaşadığı polis-faşist kıskacını protesto amacıyla 22 Nisan’da İtalya sınırında düzenlenen anti-faşist dayanışma yürüyüşüne katılanlara yönelik soruşturma kapsamında, dört anti-faşist hakkında gözaltı kararı verildi. Bunun üzerine İtalyan ve Fransız mülteci dayanışmacıları Briançon Jandarma Komutanlığı önündeki yol üzerinde bütün gün süren bir protesto işgal eylemi gerçekleştirdiler.
Bu öyle bir dayanışma ruhu ki…
Burada bu eski kilise, Chez Jesus sığınağında, mülteciler için mültecilerle bir arada yasayan kadın, erkek, lgbti, her kim isek, dayanışma için birbirimizle önceden sözleşmeden, içgüdüsel olarak aynı anda aynı düşünce ile harekete geçen ortak bir vicdanın sesi olmayı başarmıştık.
Şimdi dayanışma sırası mültecilerdeydi. Bu kez hem kendi özgürlükleri, hem de multecilerin özgürlüğü için mücadele eden aktivist kardeşlerinin serbest bırakılması için sınırları adımlayacaklardı.
Clavières, Montgenevre’den Briançon’a, mülteci adımlarına ortak olmak…
Sabah yine öksürük kriziyle uyandım. Yer yatağında sarsıla sarsıla doğruldum. Uyuyanları daha fazla rahatsız etmeye özen göstererek çabucak toparlanıp mutfağa gittim; biraz su içtim. Ardından Prepolis damlayı arayıp buldum ve bir kaşık siyah erik marmelatına damlatıp çabucak yuttum. Midem, göğsüm, boğazım birbirine karşı kavga halindeler adeta. “Neyse geçecek, geçecek” diyerek kendi kendime telkinde bulunuyorum. Ocağa çay suyu koyduktan sonra, ana giriş kapısının zincirli kilidini açıp dışarıya, güneşe çıkıyorum. Bahçedeki masaya ilişik sandalyeyi çekip, yeni doğan güneşe doğru oturuyorum. Ardımda Afrikalı üç mülteci, yarı uykulu gözlerini yeni doğan güneşten sakınarak, güneşe serdikleri çoraplarını ve ayakkabılarını yokluyorlar. Sabah selamı ile tokalaşıyoruz.
Çadırlardaki genç Fransız ve İtalyan dayanışmacı kardeşlerimiz de uyanıyor. İşte Küçük Kara Korsan (Petit Pirate Noir) da uyanmış; titrek kuyruğu ve zeytin karası gözleriyle hoplaya zıplaya etrafı koklayarak yanıma geliyor; kucağıma alıp seviyorum biraz. Yüzümü gözümü bir güzel yalayıp, kucağımdan yere atladıktan sonra, küçük titrek kuyruğunu sallaya sallaya çitlerin altında sıra sıra dizili mülteci ayakkabılarını koklamaya gidiyor. Bu arada Küçük Kara Korsan’ın arkadaşı, İtalyan anti-faşist Laura da gülümseyerek çadırından çıkıyor. K Karşılıklı günaydınlaşıyoruz. Ocaktaki çay suyunu hatırlayıp mutfağa gidiyorum; gün yeniden başlıyor.
Sabah kahvaltsında bir grup Fransız-İtalyan kadın dayanışmacının spontane önerisiyle 22 Nisan soruşturması nedeniyle haklarında gözaltına alma kararı çıkartılan 4 aktivist için Clavières ve Montgenèvre’den ve Briançon’a uzanan bir dayanışma yolculuğuna hazırlanıyoruz.
Bu yolculuk sonunda sanırım mevcut fiziksel sınırlarımın biraz ötesine geçmiş olacağım. Bu da var olan bronşit durumumu olumsuz ölçüde tetikleyecektir kuşkusuz. Sınır boylarındaki bu son yolculuğumda ben yine de içimden geçen, o, “çivi çiviyi söker” diyen sese kulak vereceğim.
Tıpkı her gün her gece aynı yol güzergahını adımlayan isimsiz, kimliksiz umut kokulu mülteciler gibi, dağların meltemine; ağlayan köknarlara, karahindibalara, taşkıran çiçeklerine, sevinen yapraklara, papatyalara ve o adını kokusunu dahi bilmediğim(çünkü ben bir koku körüyüm) nice şifalı bitki örtüsüne karışacağım.
Bütün ekipmanımı hazırlayıp son bir kez gözden geçiriyorum. Herşey tamam, herşey hazır. Eşlik edeceğim grup ta hazır. içlerinden biri yanıma gelip, “artık gidebiliriz” diyor. Bu arada mülteci grubunun da bizimle aynı anda hazırlandığını farkediyorum. Yolumuz muhtemelen onlarla yeniden kesişecek. Ancak onlar önce bizim yola çıkmamızı bekleyecekler. Geride kalan dayanışmacılar ise, yarın sabah araçlarala geleceğinden onlara “yarın Briançon da görüşmek üzere” diyerek ayrılıyoruz.
İşte ormanda patikadayız yeniden. Dayanışma yürüyüşündeki tek kadın grubu en arkada, yavaş adımlarla ben de onlara eşlik ediyorum. Kameram kayıtta. Sırt çantaları, rüzgarlıkları yürüyüş ayakkabıları (hatta kimilerinde yürüyüş batonları bile var) ile tam ekipman tek sıra halinde Clavières’den Montgenèvre sınır boyununa doğru ağır bir tempo ile ilerliyoruz. Patika yolda, düz bayır, ormanın derinliklerinden geçip, dağ yoluna tırmanıyoruz .
Soluk soluğa bir düzlüğe çıktığımızda benim öksürük nöbetim tekrar nüksediyor. Mataramı çıkarıp biraz su içiyorum. Bu arada gruptan bazıları kendini otlara bırakıyor. Kısa bir moladan sonra tekrar devam ediyoruz. İşte sınır boyundayız. Çam ağaçlarının perdelediği patika yolda ilerliyoruz. Ve işte sağımızda Montgenèvre. Kameramı çam ağaçlarının dalları arasından Fransız sınır karakoluna doğru çeviriyorum. Neyse ki olağanüstü bir hareketlilik görünmüyor. Bu arada grubun uzaklaştığını farkediyorum. Kaydı kapatıp biraz hızlı tempolu adımlarla gruba yetişmeye çalışıyorum. “Hah, onlara yetiştim!”
Birlikte biraz ilerledikten sonra kritik noktaya geliyoruz. Burası Fransız sınır özel jandarmasının mülteciler için pusuya yattığı yer. Bizim açımızdan burda jandarmayla karşılaşmak belki çok sorun olmaz ama son günlerde burada mültecilerin yaşadıkları şiddet ve tehditleri ve tabii benim yaşadığım o son gerilimli karşılaşmayı da düşününce aktivist bir grubun bu hattı kullanmasını pek sevimli bulmayacaklardır. Hem zaten yarınki dayanışma buluşması için bizi engelleyecek her türden riskten kaçınmamız gerekiyor. Ben bunları aklımdan geçiriyorum ki, grup birden pusu noktasının olduğu dere tarafına doğru yöneliyor. Onlara geriden seslenip, beklemelerini söylüyorum. Dereye inen patika yolun başında durup beni bekliyorlar. Yanlarına geldiğimde onlara, “burası özel sınır jandarmasının pusu attığı nokta, her zaman olmasada bazen pusu atıyorlar. Şu an bundan emin olamayız. Burası son bir haftadır kullanılmıyor. Ayrıca yarınki programımız için bu riske girmemeliyiz. Bu nedenle yukarıya, dağ istikametine doğru patikadan devam etmeliyiz” diyorum. Gruptakiler uyarımı dikkate alıyor ve hep birlikte dağ istikametine doğru patikadan devam ediyoruz. Güneş, sarı sıcak kuşatıyor her yanımızı. Alnımdan süzülen sıcak, tuzlu ter gözlerimi yakıyor. Bir gölgeye çekilip soluklanıyoruz. Bu arada karşılıklı küçük ikramlarda bulunuyoruz bir birimize.
Bir süre sonra tam tekrar yola koyulurken peşimizden yola çıkan mülteci o küçük mülteci grubuyla karşılaşıyoruz. İkisi kadın altı Afrikalı mülteci soluk soluğa yanımıza gelip, yorgun ve terli bedenlerini bizim kalktığımız gölgeye bırakıyorlar. Selamlaşıyoruz ve iyi şanslar dileyip onlardan ayrılıyoruz. Belli bir süre uzaklaştıktan sonra geriye doğru dönüp bakıyorum. Uzakta, karşılıklı çam ağaçlarının gölgelediği patika yol üzerinde mavi şapkalı genç Nijeryalı kadının ayakta, tek başına arkamızdan öylece baktığını görüyorum. Sonra da kameramı ona doğru çevirip bu anları kaydediyorum.
Grupla aramadaki mesafe açılıyor yeniden. Ancak artık risk alanını geçtiğimiz için kendimi rahat bırakıyorum. Grubu ve arkamızdan gelen mültecileri kaydetmeye başlıyorum. Önce grubun vadiye doğru ilerleyişini ve sinyalizasyon calışmalarını sonrada arkamızdan gelen mülteci grubun dikkatli ilerleyişini. Bir süre sonra patika, şırıl şırıl akan bir dere ile kesişiyor. Grup deredeki iri taşlara basarak karşıya geçiyor ve az ilerdeki teleferik istasyonunun bulunduğu alana doğru ilerliyor. Ben burada derenin kıyısında durup, arkadan gelen mültecilerin dereden geçişlerini kaydetmek için kamerama takılı tripodu dere kıyısına kuruyorum. Kamerayı şırıltıyla kan derenin berrak sularına odaklayıp grubun geçişini bekliyorum.
Kamera kayıtta. Ve işte önde mavi şapkalı kız, ilk üç kişi geçiyor ve ardından da diğer üç kişi… Ve en son da ben geçiyorum dereyi. Kayak teleferik santraline doğru ilerleyen grubu arkadan görüntüleyerek ilerliyorum. Tam yanlarına yaklaştığımda kayıttan çıkıyorum. Bizim grup teleferik alanında dinleniyor. İki grup halinde belli bir aralıkta dinleniyoruz bir süre. Gruptaki kadın aktivistlerden ikisi az ilerdeki bir direğe kırmızı bir nokta işareti bırakıyor.
Bu arada benim öksürük seansım yeniden başlıyor. Gözlerimden yaşlar gelene kadar öksürüyor ve bronşlarımda ne var ne yok hepsini çıkarıyor ve rahatlıyorum nihayet. Kadınlardan biri yanıma gelip, “fena öksürüyorsun, iyi misin?” diye soruyor. “İyiyim. Bronşitim var, ama birazdan geçecek” diyorum. Mataramdaki sudan bir kaç yudum alıp, yola devam etmek üzere grupla birlikte son tırmanışa doğru ilerliyorum. Mülteci grubu az ilerimizdeki ağaçların altında bizim ilerlememizi bekliyor. Bir süre bu son yokuşta biraz ilerledikten sonra tekrar yavaşlıyorum. Artık gerçekten yorulduğumu hissediyorum. Bu zorlu yokuşu tık nefes tırmanmak gerçekten çok zorlayacak beni. Sonra aşağılardan hafiften bir vadi meltemi çıkıyor. Yüzümü, ellerimi yalayıp dağlara doğru uzaklaşıyor…
Rüzgarlı bayırda titrek, uzun dallı sarı yapraklı bir kır çiçeğinin önünde diz çöküp oturuyorum.Fena halde terliyim Tişört değiştirmeliyim. Sırt çantamı kenara bırakıp yedek tişörtlerimden birini çıkarıp terli olanla değiştiriyorum. Bu arada mülteci grubundakiler, önde mavi şapkalı kız, yavaş ve dikkatli adımlarla yaklaşıp aşağılarda bir yerde, çalıların arasında durup bekliyorlar tekrar.
Onlara devam etmeleri için işaret veriyorum. Tekrar ve hızlı adımlarla bana doğru yokuş yukarı yürümeye başlıyorlar. Kameram kayıtta. Önümden tek sıra halinde geçip uzaklaşıyorlar. Bir süre orada öylece kalıp, yokuşu tırmanan iki grubu kaydediyorum. Sonra kamerayı kenara bırakıp, sarı kır çiçeğinin yanında uzanıyorum. Masmavi gökteki beyaz bulutları izliyorum. Ve bulutların altında bir şahin çığlık çığlığa vadiyi yarıp dağlara doğru uzaklaşıyor…
Artık gitmeliyim. Dayanışmacı kadın grubu çoktan gözden kaybolmuş bile. Mültecilerden mavi şapkalı kız yokuş sonuna yakın bir ara düzlükte oturmuş dinleniyor. Diğerleri dağınık halde yokuşun sonuna ulaşıyorlar. Kameramı mavi şapkalı kıza doğrultuyorum yeniden. Bir süre yokuşta oturarak dinlendikten sonra sarı uzun bükleli sarıya boyalı saçlarını sallaya sallaya yokuş yukarı yürümeye devam ediyor. Öndeki arkadaşları yokuşun sonunda bir ağacın gölgesinde onu bekliyorlar. Bizim dayanışma grubu ise, çoktan uzaklaşmış durumda. Toparlanıp yeniden tırmanışa geçiyorum.
Yokuş sonuna geldiğimde mülteci grubu önde ben arkada son düzlüğe doğru yürüyoruz. Tam düzlüğe çıkarken öndeki mültecilerden bazıları panikle gerisin geri orman içlerine doğru kaçışmaya başlıyorlar. Bir ağacın arkasına konumlanıp kamerayı açıyorum. Yokuştaki son düzlüğü görüyorum. Mavi şapkalı kız patika yola yatmış hareketsiz bekliyor. Derken, bir bisiklet grubu yokuştan düzlüğe doğru inip uzaklaşıyor. Grup yeniden toparlanıp düzlüğe doğru yürüyor. Ben de arkalarından… Yanlarına geldiğimde anlıyorumki teleferik geçişlerinden ve bisikletlilerden çekinmişler. Onlara, bundan sonra sağ alt yola inip Montgenèvre istikametine doğru devam etmelerini ve ordan da yine orman içlerinden Briançon’a devam etmelerini söylüyorum. Teleferikler geçmeye devam ediyor…
Ben yokuş aşağı devam ederken onlar, teleferiktekilere görünmeden ilerlemek için Montgenèvre’e inen alt yola paralel, orman içlerine doğru yürüyüp gözden kayboluyorlar. Bizim grup artık tamamen gözden kaybolmuş durumda. Ama bu çok da önemli değil. “Nasılsa, yarın aynı güzergahta bulaşacağız” diyorum kendi kendime. Alt yola doğru yürüken tepemden teleferikler geçiyor sıra sıra….
Kamerayı açıp biraz kayıt yapıyorum. Ben kayıttayken üstü açık teleferiklerden biri giriyor kadraja. Bir grup trekkingci turist. Çekim yaptığımı görünce el sallıyor bana. Ben de onlara el sallayıp alt yola doğru yürüyorum. Alt yola inince, biraz ilerdeki tepeden genel bir görüntü almak istiyorum. Tepeye doğru yürürken geride az önce terk ettiğim düzlük alanda mavi şapkalı kızı farkediyorum. Ondan başka kimse de yok üstelik. Sanırım yönünü kaybetti. Ona uzaktan elimle aşağıya Montgenèvre’e doğru gitmesini işaret ediyorum. Düzlükte tek başına öylece kalıyor bir süre ve sonrada geri dönüyor…
Tepeye çıkıp Montgenèvre vadisini soldan sağa ağır ağır pan yapıyorum. İşte tam bu esnada Montgenèvre istikametinden kıvrıla kıvrıla gelen yol üzerinde, toz bulutu içinde hızla yaklaşan Fransız jandarmasına ait bir sınır devriye jipi giriyor kadrajıma. Biraz zoom yapıp yakına alıyorum görüntüyü. Biri şoför, iki kişiler. Ama o da ne? İkinci kişi tanıdık… Bir kaç gün önce ormanda karşı karşıya geldiğimiz o özel sınır jandarması. Jip bir süre önce mavi şapkalı kızı geri çevirdiğim düzlüğün üst tarafındaki yoldan hızla geçip teleferik santral merkezinden yukarıya, dağa doğru ilerliyor. Kaydı kapatıp, kendi kendime “o kızı ordan geri çevirmeseydim, şimdi yakalanmış olacaktı” diyorum.
Güneş tam tepemde ve fena yakıyor. Aşağıdaki vadiden bana doğru esen meltem rüzgarı da cabası… Sıcak, ter, rüzgar, herşey iç içe üzerime üşüşüyor. Az ilerde bir köknar ağacı var. Gidip biraz onun gölgesinde dinlenmeliyim. Yine soluk soluğa kaldım ve ardından yeni bir öksürük nöbeti… Öksüre tıksıra yürüyüp, nihayet köknar ağacının gölgesine atıyorum kendimi. Sırtımı köknara yaslayıp öksürüğümün geçmesini bekliyorum. Mataramdaki son bir kaç yudum suyuda kafaya dikip biraz rahatlamaya çalışıyorum. Bir kaç dakika sonra öksürük kesiliyor ve ben köknar ağacının gövdesine yaslanmış halde uyuya kalıyorum.
Mavi göğü saran
kara gri bulutlar geçiyor üzerimden
ve kayak teleferiklerinde
başsız mülteci gövdeleri…
Ve avaz avaz bir çocuk çığlığı
kanayan kulaklarımda…
UYANmalıyım
UYANmalıyım
UY
an
dım
usul usul ıslık çalan bir meltem eşliğinde
anaç kadın gövdeli bir Köknarın gölgesinde.
Ağlayan köknar ağacının gölgesinde uyanıp toparlandım. Artık Montgenèvre’e doğru gidebilirim. Yokuş aşağı biraz hafiflemiş olarak ağır adımlarla yürüyorum. Aşağıdaki çakıl taşlı ana yola geldiğimde yolun al tarafında Montgenèvre’e doğru akan dereninşırıltısını duyuyorum.
Su sesiyle susamak ne güzel bir duyumsama.
İşte berrak bir ışıltıyla akan derenin kıyısındayım.
Saygıyla diz çöküp eğiliyorum ona…
Gözlerimde suya akseden bir çocuk yüzü,
kana kana içiyorum,
içiyorum ömrümün o en berrak
en güzel yağmurlarıyla çoğalan
diyar diyar coşkun
ırmaklarca akan,
çelik çomaklı,
dere tepe meraklı
koşar adım
haylaz çocukluğunu…
(*) Şifalı köknar ağacının gölgesinde boğulurcasına öksürürken ne kadar da bihabermişim. Köknar ağacı ile ilgili inceleme yaparken öğrendim ki : “yumuşak uçlu köknar dalları solunum yollarındaki rahatsızlıkların tedavisinde etkili özellik gösterir. C ve E vitamininden zengin olan köknar kozalakları, grip ve nezle gibi soğuk algınlığı hastalıklarına iyi gelmektedir”. Bu ironik hayat deneyimimi bir hayat bilgisi notu olarak bir daha asla unutmayacağım.
Devamı gelecek…
1 | Sınır boylarında • Ölmek ya da ölmemek
2 | Sınır boylarında • Irkçı bariyerler ve dayanışma
3 | Sınır boylarında • Parmak ucunda yürümek
4 | Sınır boylarında • Özgürlüğün diğer adı ölüm
5 | Sınır boylarında • S O S …— …
6 | Sınır boylarında • Pusular ve kadın dayanışması
7 | Sınır boylarında • Dayanışma suç değildir!
Başlık fotoğrafı: Chez Jesus — Rifugio Autogestito