Gazeteci yazar Ruken Hatun Turhallı, 2018 Nisan ayında Şengal’e yaptığı yolculukta gerçekleştirdiği söyleşi ve gözlemleri paylaşıyor.
Zehra Doğan, DAEŞ’in 3 Ağustos 2014 saldırısından kısa süre sonra gerçekleştirdiği röportaj için kendisine 2015’te verilen Metin Göktepe ödülünü alırken, basının Şengal katliamına sessiz kaldığının altını çiziyordu. Zehra’nın ve Ruken’in topladığı tanıklıklar, tüyler ürpertici şekilde birbiri ile örtüşüyor. Akıp geçen koca dört senede katliam gündemde yetersiz de olsa yer almasına, uluslararası merci ve kuruluşlar ise yeterli derecede bilgi sahibi olmasına rağmen, bu insanlık trajedisinin sonunun gelmesi, fiziksel ve psikolojik yaraların sarılması için gereken seferberliğin ne yazık ki hala gözlemlenemediğini Ruken’in satırlarında açık bir şekilde okuyacaksınız.…
Şengal tanıklıklıkları
DAEŞ 3 Ağustos 2014’te Ezidilerin yoğunluklu olarak yaşadığı Irak’ın Musul kenti yakınlarındaki Şengal bölgesine saldırdı. Kent ve civarında yaşayan onbinlerce Ezidi, örgütün eline düşmemek için yollara düşmüş, Sincar Dağına sığınan onlarca çocuk, yaşlı ve hasta, susuzluktan ve sıcaktan hayatını kaybetmişti.
Şengal saldırısında yaklaşık 5 bin Ezidiyi katleden örgüt, binlerce kadın ve çocuğu da esir aldı. Alıkoyduğu genç kadın ve çocukları seks kölesi olarak kullanan örgütün kaçırdığı bazı insanlardan ise hala haber alınamıyor. O günden bu yana dört bir yana dağılmış çocuklarına ulaşmaya çalışan acılı aileler, kıt kanaat imkanlarla “Ağustos Fermanı” dedikleri Ezidi Jenosidinin kanayan yaralarını sarmaya çalışıyorlar.
Yıllarca Kürt Kadın Hareketinde aktif yer almış, alanda yazılar yazmış ve araştırmalar yapmış biri olarak, Şengal Kadınlarının yaşadığı trajediyi çok merak ediyordum. Geçtiğimiz aylarda Alman İnsan Hakları Kurumu, ISHR’nin (International Society for Human Rights German Section) Şengal’e yardım amaçlı düzenlediği bir geziye bağımsız gazeteci olarak katıldım.Gezi sayesinde ilk kez Ezidi halkının yaşadığı yürek yakıcı felaketin boyutlarını görme imkanım oldu. Fırsat buldukça not etmeye çalıştığım tanıklıkları burada sizlerle paylaşıyorum.
İlk durak Xanke Köyü
ISHR yöneticisi bir Alman kadın ve beraberindeki Kuzey Kürdistan kökenli Ezidi gönüllü ile Hewler Hava Alanın’da buluşmanın ardından rehberimiz Şeyh ile beraber Duhok’a yakın Xanke Köyüne hareket ediyoruz.
Beşbinin üzerindeki nüfusuyla köyden ziyade küçük bir şehri andıran bu kasaba Saddam Rejimi’nin 1970’lerde KDP Peşmergelerini kontrol etmek amacıyla kurduğu toplu köylerden biri.
Ezidi Şeyhinin evine konuk oluyoruz
Dış cephesine dokunulmamış evin yeni sıvanmış kapı ve pencereleri dikkatimizi çekiyor. Şeyh’in aktardığına göre evin Ezidi sahibi, yarı inşaat halindeki yapıya kapı ve pencereler takarak soykırımdan kaçıp köye sığınan akrabalarına tahsis etmiş.
Köyde belirgin olarak hissedilen Ezidi dayanışmasının tek örneği bu ev değil. Xanke’deki ailelerin hemen hemen tümü evlerini Ağustos 2014 fermanıyla DAEŞ’ten kaçıp kurtulmayı başaran Şengal mağdurlarına açmışlar. Ezidi köylüler öz imkanlarıyla katliamdan kaçan ailelere yardım etmiş, bağırlarına basmışlar.
Ezidilerin insanlık durumu ve insancılık
Ezidilere yardım elini uzatan Alman kuruluş, yardımları aracı olmaksızın gerçek mağdurlara ulaştırmayı tercih etmiş. Ezidilerin cemaat halinde yaşadığını bildiklerinden bunun sadece bir Ezidi Şeyhi aracılığı ile mümkün olabileceğine karar vermiş.
Kurumun imkanları kısıtlı olduğundan tüm mağdurlara değil de özellikle DAEŞ’in elinden alınan kadınlara ve çocuklara yardım etmeye çalışıyorlar.
Geceyi Ezidi Şeyhinin evinde geçiriyoruz. Normal zamanlarda Cemaatin diğer üyelerine nazaran daha varlıklı olması beklenen aile son derece kısıtlı imkanlarla yaşamını sürdürmeye çalışıyor.
Şeyh ihtiyaç sahiplerini daha evvelden tespit ederek kuruluşa bildirmiş. Listede kampta yaşamayan ama kuruluşun kriterlerine göre mağdur sayılabilecek kadın ve çocuklar da var. Bunlar Şeyh’in evine davet edilerek kurumla görüşmeleri sağlanıyor.
Gelenler, çoğunlukla kadın ve küçük yaşlardaki Ezidi kızları. Alman gönüllü mağdurların kısa hikayelerini not edip zarf içinde 50 şer bin Dinar(40 dolara denk) yardımları tek tek dağıtıyor. Bu cüzi miktar, ailelerin bir haftalık yiyecek masraflarını karşılamaya dahi yetmiyor. Örneğin bir kilo et almak için verilen yardımın yarısından fazlasını gözden çıkarmak gerekiyor.
Bazı mağdurlar, çaresizlik içinde miktarın azlığına itiraz ediyor. “Çocukların ve yetimlerin ihtiyacına nasıl yetişeceğiz?” diye soruyorlar, “çocuklar bir lokma et yemeyeli aylar oluyor”.
Ancak bu cüzi miktar Almanya merkezli kurum için oldukça önemli olacak ki doğu Alman kökenli kurum yöneticisi, bazen zarfa konulmadan ellerine verilen 50 binlik Irak Dinar’larını objektife uzatarak mağdurlarla fotoğraf çekiyor.
Veren el fotoğraf objektifine gülümsüyor, memnun… Alan ise son derece mahsun…
Yardımın alınma ve verilme biçiminde mağduru insan olma durumunun aşağılarına çeken bir dengesizlik var. Bu kadar az bir miktarı için dahi, mağdurla resim çekilmesi bir Kürt olarak gururuma dokunuyor.
Gururun bir Ortadoğulu için herşey olduğunu düşünürken “İnsan onurunun dokunulmaz olduğu” cümlesinin, Alman Anayasasının ilk maddesi olduğunu hatırlayıveriyorum birden. Nedense, Anayasa’da yazan süslü cümlelere rağmen Almanlar yardımı fotoğraflamayı tercih ediyorlar, Ortadoğulular ise ailenin onurunu kırmamak için yardımın gizliliğini önemsiyor.
Uzun yıllar Almanya’da yaşadığımdan fotoğrafın ardındaki gerçek durumu tahmin edebiliyorum. Büyük ihtimalle bu fotoğraflar kurumun değerlendirme raporunda, yardımın ihtiyaç sahiplerine ulaştığını belgelemek amacıyla kullanılacak. Bir kısmı ise ofset baskılarda katlanılabilir broşürlere basılacak, süslü kadın ve erkelerin katıldığı bol demeçli toplantılarda yardım yapan bireylere dağıtılacaklar. Yardımseverler, uzak diyarlarda ismini bilmedikleri insanlara yaptıkları yardımdan gurur duyacak ve sevinecekler.
Beklentiler ve gerçeklik arasındaki uçurum, Ezidilerin insanlık durumu bu bir haftalık gezide en zorlandığım konulardan biri oluyor. Yardım kuruluşunun bu kasvetli iyilik perisi havasından kendimi kurtarma ihtiyacı hissediyor ve soluğu daha çok halkın içine karışmakta buluyorum.
Mağdurlarla aynı dili konuşmanın bir avantajı var. Kürtçe sayesinde Ezidi kadınlarla diyaloğumu derinştirme olanağı buluyorum.
Gördüklerimi, görüştüklerimin konuşmalarını imkan buldukça not etmeye çalışıyorum. Yaşanalar, tanıklıklar o kadar ağır ki bazen not defterimin kapatıp onlarla beraber hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Sonra hep beraber derin derin nefes alıyor, onlar anlatmaya ben yeniden yazmaya başlıyorum
Dokuz Çocuğu Esir Düşen ve Eşi katledilen Gewrê
Aktaracağım ilk trajedi Şeyh’in evine gelen kadınlara ait. Bu kadınlardan birinin adı Gewrê daha yaşlı görünen ötekisi ise Xanza.
DAEŞ’in Şengal’e saldırdığı 3 Ağustos 2014 gecesi Gewrê’nin eşi ve dokuz çocuğu örgüte esir düşmüş. Gewrê o gece katledilen damadının yasını tutmak için kızının Zorava’daki evinde bulunduğundan örgüte esir düşmemiş. Karnındaki bebeği ile saldırıdan kurtulabilmiş.
Görüştüğümüz bütün Ezidi anaları gibi Gewrê’nin de elinde iki ayrı demet halinde kimlikler vardı. Bir elinde DAEŞ’in hala esir tuttuğu çocuklarının ötekinde ise örgütten kaçıp kurtulabilenlerin kimliklerini tutuyor.
Kurtulanları gösterirken gözlerinin içi parlıyor ve gülümseme ışıkları doluyor hüzünlü yüzüne. Esir kalan, haber alınamayan çocuklarını anlattığında ise göz yaşlarına boğuluyor, nefesi kesilir gibi oluyor. Hıçkırıklar içinde konuşmasına devam ediyor. Çocukların esir düşerkenki yaşlarını teker teker söylüyor ve şimdi bu kadar yaşında olsalar gerek diye ekliyor sonra…
Gewrê DAEŞ’in esir aldığı çocuklarından büsbütün de habersiz kalmamış. çocuklarıyla aynı yerlerde esir kalanlardan kaçıp kurutulanlar ona zaman zaman haberlerini getirmişler.
Gewrê’nin elinde bir yakın akrabanın düğününde çekilmiş toplu bir aile fotoğrafı var. DAEŞ öncesi zamanlardan kalma bu mutlu aile resminden tek tek çocuklarını gösteriyor. Gözyaşları içinde, “İyi ki ailecek o düğüne katılmış ve bu fotoğrafı çekmişiz” diyor. Gözleri sürekli fotoğrafa takılı “Yoksa onlardan geriye hiçbir şey kalmayacaktı” diye ekliyor.
Fotoğraftaki kızlarından birini bana gösteriyor. “Bu kızım Ş. kaçırıldığında henüz 14 yaşındaydı. DAEŞ’li onu zorla cariyeleştirmeye çalıştığında üstüne gaz dökerek kendini yakmaya çalışmış. Ancak ne yapmışsa da kurtulamamış!” diyerek gözyaşlarına boğuluyor.
Bir Ezidi Geleneği: Kadınların Saçlarını Kesmesi
Gewrê anlatımlarına devam ediyor. “Biz Ezidilerde kadınlar hep uzun saçlı olur. Ancak, yastayken ya da çok kızarsak bize ağır gelen olguyu protesto etmek adına saçlarımızı kesiveririz. DAEŞ’li kızıma ilk tecavüze kalkıştığında, kızım saçlarını kökten kesmiş. Saçlarını kesince kızıma daha çok işkenceler yapmış. Onu yara bereler içinde bırakmış”.
Kaçırılan öteki kızı Şehri’ye de çok eziyet ettiklerini söylüyor. Küçücük kızı para karşılığında sayısız kişilere, yaşlı başlı adamlara defalarca alıp satmışlar. Şehri satıldığı her yerde köle olarak çalıştırılmış. Bir kaç kadının ancak yapabildiği işleri tek başına yapmak zorunda bırakılmış. Şehri’ye günde onlarca kez çok uzak mesafelerden 25 litreden fazla su taşıtmışlar. Her gün onlarca kişi için tandırlarda ekmek pişirmek, büyük gruplar için yemek yapmak zorunda bırakılmış. Gün doğumundan gün batımına değin köle olarak çalıştırmışlar kızını.
Şehri Rojava’da YPG’liler tarafından kurtarıldıktan sonra ancak bir hafta yaşayabilmiş. “Yaptıkları eziyetten dolayı kızımın kalp damarları iflas etmişti” diyor Gewrê. “Duhok Hastahanesinde bir hafta sonra yaşama veda etti. Henüz kurtulmasına doğru dürüst sevinemeden cenazesini aldım” diyor.
Beş Yaşında Bir Esir Çocuk
Gewrê şu an dokuz yaşında olan yanındaki kızı İ. ile de konuşmamı istiyor. İ. Ağustos 2014’te DAEŞ tarafından kaçırıldığında henüz beş yaşındaymış. DAEŞ’li Türkmen bir aile onu köle olarak almış.
“Çocuk bu aileden Türkçe öğrenmiş, istersen onunla Türkçe konuş” diyor bana. İ.‘ye dönerek gülümsüyor ve Türkçe, “Gelsene buraya!” diye sesleniyorum. Bunu duyar duymaz çocukcağızı bir titreme alıyor. Gözleri faltaşı gibi açılıyor ve korkudan donmuş bir halde gerisin geriye giderek benden uzaklaşmaya çalışıyor. Türkçe’nin onun aklında DAEŞ ve kölelik günlerinin dili olarak kaldığını anlıyorum. Korkmamasını, Türkmen olmadığımı, Kürt olduğumu, tıpkı onun gibi sonradan Türkçe’yi öğrendiğimi, sarılarak öperek anlatmaya çalışıyorum. Küçük İ. bir müddet sonra güvenilecek biri olduğuma karar veriyor ve anlatmaya başlıyor.
Türkmen Nesrin’in evinde kalırken kadın her gece bütün ailenin uyuduğu yer yataklarını ona serdirip sabah da ona toplatıyormuş. Evin tüm bulaşıklarını ona yıkatıp, çocukları ona baktırıyormuş.
Küçük İ. birgün dayanamamış Nesrin’in çocuklarının oyuncaklarıyla oynamak istemiş. Oynarken elindeki oyuncak bozuluvermiş. Bunun üzerine Nesrin ısıttığı çatalla göz kapaklarını yakarak cezalandırmış onu. O günden sonra İ. bir daha Nesrin’in çocukların oyuncaklarına dokunmamış.
Telafer düşmeden evvel Nesrin onu da yanına alarak ailesiyle beraber Ankaraya kaçmış. Ankara’da uzun süre kaldıktan sonra, Türk devleti onu Nesrin’den alarak Bağdat’a teslim etmiş. Teslim ediliş konusunda İ.‘nin anlattıklarında bir kesiklik var. Çocuk, nasıl Nesrin’den alınıp da Bağdata verildiğini bilmiyor.
Küçük İ. DAEŞ tarafından kaçırıldığında ismini ve soy ismini unutmamış. Bu sayede ailesine ulaşılabilindiği için çok şanslı. Fakat ya ismini bilmeyen ve kaçırıldıktan sonra ismi de dahil Kürtçe konuşmayı bile unutan binlerce Ezidi çocuk? Maalesef onların akıbetleri henüz bilinmiyor…
Parçalanan Ezidi ailelerin bir daha birleşemeyecek kayıp bir çocuklar kuşağı var. Nerden geldiğini, kim olduğunu bilmeyen savaş çocukları…
İ. yanımızdan ayrılarak öteki küçük çocuklarla oynamaya başlıyor. Beş yaşında akranlarıyla oyanama hakkı elinden alınmış çocuk, dört yıl sonra çocukluğuna kaldığı yerden başlamaya çalışıyor, ama film kopuk. Kopan filmi onarmak onu yeniden mutlu ve huzurlu bir çocuk haline getirmek dünya ve insanlığın omuzlarına yüklenmiş ağır bir vebal. Ancak, maalesef dünyanın gözü kulağı Ezidilerin yaşadığı büyük drama kapanmış .İnsalık bu dramla ilgili tek tük kişileri öne çıkaran sınırlı medyatik çalışmalarla yetinmiş gözüküyor. Ezidilerin hikayesini tek tek göremediği gibi yok olmakla karşı karşıya olan bu halkın toplu akıbetini de görmekten, topluluğa karşı işlenen soykırım ve insanlık suçlarının faillerini bulup yargılamaktan aciz.
Xanza’nin Hikayesi : Kirvelik ve İhanet
Şeyh’in evinde görüştüğüm diğer kadın Xanza ise kısa boylu, zayıf esmer bir kadın Gerçekte 65 yaşında olsa da çökmüş görüntüsüyle çok daha yaşlı bir kadın izlenimi uyandırıyor. Derli toplu, sade konuşması dikkat çekiyor. DAEŞ’in elinde esirken yaşadığı trajediyi arada bir espiriler katarak da anlatması zaman zaman güldürüyor insanı.
Anlatıkları yakın tarihin bir özeti gibi. “Bize Emin Berakat ailesi derler” diyerek başlıyor sözlerine. “Hardan köyündeniz. Eşim Irak İran savaşında öldü. BAAS partisi döneminde Irak yasalarına göre savaşta ölenlerin ailelerine 60 dönümlük toprak tazminat olarak tahsis edilirdi” diyor. Eşinin ölümünden sonra iki kızı ile oğlu Emin’i Saddam’ın tahsis ettiği bu toprakları sürerek tek başına büyüttüğünü söylüyor.
“Biz Ezidilerde ailenin devamı soyun sürdürücülüğü önemlidir. Bu nedenle erken yaşta oğlumu evlendirdim. Hem de iki eşle evlenmesini istedim ki çocukları çok olsun, soyumuz sürsün istedim”.
Bu evliliklerden yedisi kız, üçü erkek toplam on çocuğu olmuş oğlu Emin’in. “DAEŞ saldırdığında tüm aile esir düştük” diyor.
Xanza’nın esaretle ile ilgili anlattıkları tüyler ürpertici. DAEŞ’ten kaçmayı başarmış torunlarıyla da konuşmak istiyorum. Ancak, “onları bırak benimle konuş ki bütün soruların cevap bulsun” diyor. Anladığım kadarıyla bunu torunlarını, koruma içgüdüsüyle yapıyor. Kısa bir süre sonra hepsini eve yolluyor ve anlatmaya devam ediyor.
“Saldırıdan önce, komşular ve çevredeki insanlarla ilişkilerimiz güzel ve sorunsuzdu. Evimizin kapısı, sofralarımız, herkese açıktı. Misafirimiz bol olur çay kahve ve ikramlar eksik olmazdı soframızda. Köyümüz Sunni Arap ve Ezidi Kürtler’den oluşuyordu. Yıllar içinde Sunni-Araplar’la dost ve kirve olmuştuk. Her şeyimizi paylaşırdık. Biz Ezidilerde “kirivoluk” önemlidir. Kardeş gibi olursun kirvenle. Namusunu-malını gözünü kırpmadan teslim edersin ona. Çünkü kendin gibi bilirsin. Yıllarca bu Arap Sünnilerle bu kutsal kirvelik bağı ile ilişkilendik” diyor.
“DAEŞ’in saldırıya geçtiği günlerde bir gün çok sayıda Arap-Sünni otomobilleriyle bizi ziyarete geldiler. Çay, kahve ikram ettik, misafirperverliğimizden birşey eksik etmedik. Bize, ‘gitmeyin burda kalın. Size kimse karışamaz. Biz size kefiliz’ dediler. Biz de, ‘içimiz rahat değil, gideceğiz’ dedik. Otomobillerimize binip Sınuni Nahyesi’ne doğru yola çıktık. Bizi yolda yakaladılar. Köyde kalan köylülerimizin yarısını orada, diğer yarısını Sınuni’ye yakın öldürdüler.
Bizi akşam saat 5’te aldılar ve Suriye Tıltemer’e götürdüler. Burada dokuz gün kaldıktan sonra, kızlarımızı, çocuklarımızı bizden ayırdılar ve bizi Koço köyü üzerinden Musul’a götürdüler. Koço köyüne vardığımızda toplu, kümeler halinde öldürülmüş insan cesetleri ile karşılaştık. Üst üste yığılmış, güneşin altında kızarmış, bozulmuş, kurtçuklanmış, tanınmayacak haldeki bu cesetlerin çoğu Ezidi erkeklerine aitti. Yakaladıklarını toplu halde öldürmüşlerdi.
Sahipsiz çok sayıda köpek ortalıkta dolaşıyordu. Bunlar bazen ağızlarında ölü insan uzuvları, el, bacak ve muhtelif parçalarla gelir yanıbaşımızda yerlerdi. Bir defasında bir köpeğin ağzından bir insan eli aldım. Eli cebimdeki bez mendilime sardım ve toprağı eşeleyip gömdüm. Bu ellde kocaman taşlı bir yüzük vardı. altındı ve pahallı bir şey gibi görünüyordu. Yüzüğü parmağından çıkardım, ve gücümün yettiği kadar uzaklara fırlattım. ‘Sahibine hayır getirmemiş bu yüzük bana mı hayır getirecek?’ dedim kendi kendime.
Bizi sonra Telafer’e götürdüler. Burda silah zoruyla Müslümanlaştırmaya çalıştılar. Bize bir öğretmeni hoca olarak vermişlerdi.Görevi bize namaz dersi vermekti.
Oradaki DAEŞ sorumlularının isimleri Ebu Humud, Ebu Hacer, Ebu Somay’dı. Bizim tanıdığımız Mitilda Arap aşiretinin mensuplarıydı hepsi de. Telaferli Türkemenler’den de çok sayıda DAEŞ sorumlusu vardı. Hacı Mehdi, Ebu Ali, Ebu Bakıl’dı adları. Bunlar bize Kuran, namaz, sala ve Şeyhlerin tarihi derslerini verirlerdi. Zorla namaz kıldırttıkları zaman içimden sessizce onlara küfür ederdim.
Zorla evlendirilen, cariye olarak satılan kızlarımız onlara direniyor, boyun eğmiyorlardı. Bir gün bize, söylediklerini sesli sesli tekrarlamamızı istediler. Söylediklerini yapmazsak ortamızda bomba patlatacaklarını söylediler. Bir keresinde gerçekten de patlattılar.
Emira ve Mahveri adlı iki kızı, aramızdan alıp saçlarından tutup dipçiklerle döverek zorla Suriye’ye götürdüler. Bu kızlardan hiç haber alamadık. Daha sonra bizi Koço köyüne köle olarak tarım yapalım diye yolladılar.
Bahardı, sular yükselmiş seller akıyordu. Baharın hırçın suları topluca öldürülen Ezidi cesetlerini sürükleyip kıyılara vuruyordu. Derelerin etrafı kafatası, kol, bacak ve insan uzuvlarıyla dolmuştu. Cesetlerin büyük bölümü Koço köyü sakinlerine aitti.
Köydeki bizi esir olarak çalıştıran sorumlu Hüseyin Seloy’du. O da bizim gibi bir Ezidiydi. Öldürülmemek için kızlarını DAEŞ’e gönüllü vermiş, Müslüman olmayı seçmişti. Kendini onlara daha fazla kanıtlama ihtiyacı ile onlardan daha çok kötülük yapıyordu. Şengal’deki bir çatışmada öldürüldü.
Daha sonra DAEŞ bir karar aldı. Ezidi yaşlılarını bıraktı. Torunum 8 yaşındaki N.‘yi de kendimle getirdim. 10 yaşındaki torunum E.’yi hükümet DAEŞ’ten satın aldı. Öteki torunum 14 yaşındaki T.’yi de bulup getirdiler. Torunum I. şu an 18 yaşında o da kaçarak geldi. Torunumu R.’yi ise ben 7000 Dolara DAEŞ’ten satın aldım” diyor.
Bir gecede komşuluktan düşmanlığa geçiş
Xanke’de yağmur yağdığında hemen su göletleri oluşuyor ve sokaklar çamurdan geçilemez hale geliyorlar. Kamplara ziyaretimizi işte böyle yağmurlu çamurlu bir havada yaptık. Çadırlar Şengalli Mültecilerle doluydu. Kampta DAEŞ’ten kurtulup kaçan bir genç kız olduğunu duyduk. Kızcağızın kimseyle konuşmadığını, tümden içine kapandığını ve her daim siyah elbiseler giyindiğini söylediler.
Su göletleri üzerinden atlayarak, çamurlu yollardan geçerek genç kızın bulunduğu çadıra vardık. Genç kız bizi götüren rehberi tersleyerek, “Ben size ‘buraya gelmeyin!’ demedim mi?” dedi.
Rehber onu konuşmaya ikna etmemi istedi. Çocukcağızın ailesinden çekindiğinden bizimle rahat konuşamadığını fark ediyorum. Aile fertlerinin yüzünde derin bir çöküntü var. Üvey anne ile konuşup onu bir çeşit ikna ediyorum ve Bermal’le dışarı çıkıp konuşmaya başlıyoruz. İlkin hiçbir şey söylemiyor. “Evet” veya “hayır” cevapları dışında sorularıma hiçbir yanıt alamıyorum. Misafir olduğumuz çadıra varınca Bermal ile yalnız konuşma fırsatı buluyorum. Ona kendi hayatımdan söz ediyorum. Kuzey Kürdistan’dan, Diyarbakırlı olduğumu söylüyorum, ve neden buralarda olduğumu anlatıyorum.
Bermal’in çehresinde birden gülücükler oluşuyor. Anlattıklarım ilgi çekici olacak ki bu kez o bana peşpeşe sorular sormaya başlıyor. Arada odaya girip çıkanlar oluyor. Başkalarını gördüğünde Bermal’de aynı sesizlik ve somurtkanlık baş gösteriyor.
Bermal esirken yaşadığı küçük düşürülmeyi ancak sessiz kalarak yenebileceğini düşünüyor. Böylece geçmiş şimdiki varlığına bulaşmayacak.
Bermal özsaygısını sessiz kalarak koruyacağına inanıyor. Bunu anlar anlamaz odaya başkalarının girmesini istemiyorum. “Neden hep bu siyah eski elbiseleri giyiyorsun? Bu yaşta yaşlı bir kadın gibi giyinmenin anlamı ne?” diye soruyorum. Bana, “annem DAEŞ Fermanı’nda dağa ulaşabilen guruplardan birindeydi” diyor. Annesi şeker hastasıymış, dağda yiyecek birşey bulunmadığından orda ölmüş. “Annemin o şekilde ölmüş olması bana çok ağır geliyor. Benim DAEŞ’e esir düşmem ve yaşadıklarıma ek yaşananlar çok ağır şeyler. Dediğiniz gibi giyinsem, mutlu davransam çevre bana, anasının yasını bile tutmadı diyecek.” diyor.
DAEŞ’in esaretinden, ölümü göze alarak kaçıp kurtulan Bermal, çamur ve su göletleri içinde yağmur sızdıran bir çadırda yaşıyor. Üstelik çadırın etrafına örülü toplumsal değer yargıları, yaşamış olduklarını anlattığında ona yaşama hakkı tanımayacak. Öyle bir gerçekliği var Bermal’in ve ancak susarak yaşayabiliyor.
Toplumsal değer yargılarının ağır pençesi esaretten kurtulan Ezidi kızlarının üstünde karanlık bir kafes gibi duruyor hala. Uluslararası kurumlar bu kızların rehabilitasyonu için neden projeler geliştirmiyorlar? Bu çocukların sözde özgürlük koşullarında bile hala özgürce soluk alamamalarına, yarınlarının karanlık bir kabus içinde yaşar gibi yok olup gitmesine isyan ediyorum.
Bermal kulaklarımı söz söylemeğe değer bulmuş olacak ki devam ediyor anlatmaya. “Dokuz yaşında olan kardeşim H. ile dayımın evine bayram ziyaretine gitmiştik. Tank, top, ağır silahlarla bu köye saldırdılar. Bulunduğumuz köy Ezidi ve Araplardan oluşan toplu bir köydü. BAAS tarafından 1975 lerde stratejik amaçlarla oluşturulan bu karma köylerin nüfusu çok kalabalıktır. Zamanla aramızda kirvelik bağları oluşmuştu. Arapların bazıları babamın yanında çalışırlardı. Evimize gelir, konuk olurlardı. DAEŞ bize saldırdığında bunların tümü bir gecede DAEŞ’in etrafında toplandılar ve DAEŞ’li oldular.
Köyden bizi kaçırıp Beac’a , oradan da Şengale götürdüler. Yaşlıları bir tarafa genç kızları bir tarafa ayırdılar. Yaşlıların çoğunu öldürdüler. Bazı evli genç kadınları da kendilerine aldılar. Biz bekar genç kızları döverek saçlarımızdan çekerek zorla traktörlere bindirip Telafer’e götürdüler. Burada büyük salonlara doldurdular. Güzel sarışın kızları seçip kendilerine zorla aldılar. Esmer olanlara daha az rağbet vardı. Bizi seçmesinler diye bazen bulduğumuz çamur ve kiri yüzümüze sürer yüzümüzü kara yapardık.
Onlara direnemeyelim diye verdikleri suya dahi uyuşturucu katarlardı bazen.
Beni ilk kırk yaşındaki Suudi Husin Ebu Mustafa aldı. Arapçasından hiç birşey anlamıyordum. Bizi cariye olarak alan DAEŞ’li erkekler aynı zamanda din hocalarımız oluyorlardı. Bizleri müslümanlaştırma ödevleri vardı. Bu adama karşı çok direndim. Sonunda ellerimi ve ayaklarımı zincirledi, tecavüz etti. Bana hayvan gibi davranıyordu, her defasında ellerimi bağlayarak bana sahip oluyordu. Bazen operasyonlara gider, üç ay gelmezdi. Bir operasyonda bana öldüğü söylendi.
Sonra beni Baac’da babamın yanında çalışan ve beni tanıyan bir Arap aldı. Ailemi tanıdığı için beni fazla zorlamadı. Her gittiği çatışma alanlarına yakın beni de götürürdü. Daha sonra beni kendisiyle Suriye de ki Minbiç’e götürdü. Gittiğimiz köyün Minbiçli YPG Komutanı Feysal Ebu Leyla’nın köyü olduğu söyleniyordu. Ebu Leyla’nın kardeşi Yusuf bu köyde DAEŞ tarafından vurulmuştu. Minbiç’te çatışmalar devam ederken, bizi Telafer’den tanıyan, eski aile dostumuz benle kardeşimi YPG kontrol noktasına yakın bir yere getirip bıraktı. ‘Gidin onlara teslim olun’ dedi. Ben ve kardeşim bu şekilde YPG ye teslim olduk. ”
Bermal, Rojava’da onları iyi karşıladıklarını, ailelerine vermek üzere Güney Kürdistan’a teslim ettiklerini söylüyor.
Bu kadar hayata kapalı olan bu genç kızın Feysal Ebu Leyla’dan bahsederken gözbebekleri parlıyor. onu DAEŞ karanlığından kurtaranlara karşı manevi bir bağlılık ve sempati duyuyor.
Kadın örgütleri, uluslararası kurumlar bu drama daha ne kadar seyirci kalacak?
Konuşmanın sonunda Bermal’i kapkara yaşlı kadın elbiselerini terk etmeye ikna ediyoruz. Birlikte çarşıya gidip yeni elbiseler almayı kabul ediyor. Mağazaya ilk girdiğimizde isteksiz. Ancak mağazaya girip çıkan, sürgün edilmiş, kaçırılmış ve sonradan geri dönüp yaşamın akışına kendini bırakmış kendi yaşıtı Ezidi kızları gördükçe Bermal’in utangaçlığı azalıyor. Ona siyah renkli herhangi bir şey almayı yasaklıyoruz.
Ayakkabı için girdiğimiz dükkanda pembe renkli alacalı çiçekli bir ayakkabı çok hoşuna gidiyor ve onu satın alıyoruz. Fakat arabaya kız kardeşinin yanına dönünce kararını değiştiriveriyor. Ayakkabıyı daha kapalı bir renge değiştireceğini söylüyor, çünkü daha tutulması gereken yaslar var…
Bermal henüz 19 yaşında, acaba ömrünün daha kaç yıllını bu toplumsal yası tutmak için geçirecek? Bizler daha ne kadar Bermal’in bu yası tutmasına seyirci kalacağız?
Bermal’e elbise almaya evinde kaldığımız Şeyh’in kardeşi Nesrin’le birlikte çıkmıştık arabayı o kullanıyor. Musul’da İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü son sınıf öğrencisi. Kendine güvenen, modern ve çok güzel bir Ezidi kızı. Arabayı Xanke yolunda sürerken Ezidi erkekleri, kızları onu hayranlıkla izliyor.
Nesrin’e dönüp, “keşke senin gibi Ezidi kızlarımız çok olsa ve bu toplumu değiştirip dönüştürebilseler” diyorm. Nesrin şöyle cevap veriyor; “Biz Ezidiler ve kadınlarımız için 3 Ağustos 2014, bir milat oldu. Yaşama Ezidi Enfali öncesi ve sonrası diye bölerek bakıyoruz. Ben ve benim gibi birçok genç kadın Ferman öncesinde bu kadar serbest değildik. Biz Şengal’de iken kadınlarımız genelde içeri kapanır ve örtünürdü. Hatta uzun elbiseler giyerlerdi. Pantolon giyen bir kız göremezdiniz. Kızlar genelde okutulmazdı. Kızları bırak erkeklerimiz de fazla okumazdı. Toplumsal baskı ve yaşlıların kaideleri geçerli kurallardı. Bu tabulara karşı çıkmak da zordu.
3 Ağustos 2014 Şengal Fermanı herşeyi kökten sarstı. Toplumsal düzen ve sistemimiz alt üst oldu. Geçmişin değer yargıları sarsıldı, yeni yeni değerler ortaya çıkmaya başladı.
Kızlarımız YJŞ çatısı altında savaşan kızları gördüler. Onların kızlı erkekli DAEŞ’e karşı savaşımlarına tanık oldular. Onları görmek, cesaretlerine tanık olmak kendilerine de özgüven aşıladı.”
Çarşıda yürürken Ezidi Kürt kızlarının güzelliği dikkatimi çekiyor. Hepsi moda halinde saçlarını uzatıp tam başlarının üstünde tepeden topuz yapmışlar. Hemen hemen hepsi saçlarını sarı ve tonlarda boyamış, çoğu streç pantolon giyiyor. Güzel giyinmeye çalışarak, yaşama sevinçleri ile Ezidi Jenosidinin etkilerini inatla üzerlerinden atmaya çalışıyorlar. Okulun dağılma saatinde kızlı erkekli öğrenciler okuldan kamplardaki evlerine doğru yol alırken çok modern ve çağcıl görünüyorlar.
Hevi ve Sıradışı Ailesi
Rehberimiz bize yakın kamplardan birinde DAEŞ’in elinden kurtulan Hevi adında bir Ezidi kızı olduğunu söyledi. Alman yardım kuruluşundaki yöneticilerle kampa vardık. Binlerce Ezidi ailenin yaşadığı bu kamp diğerlerine göre daha derli toplu. Kampta aile sayısına göre çadır tahsis edilmiş ve daha temiz görünüyor.
Hevi’nin ailesi bizi güler yüzle karşılıyor. Daha sonra kendisi ile de tanıştık. Henüz 21 yaşında olan Hevi, narin, sevimli bir kızdı. İnce bir ses tonuyla konuşuyor. Kısa özgeçmişini, yaşadıklarını anlatırken Ketrin kısa notlar alıp ona zarf içinden 50 Bin Dinar çıkartıp veriyor. Ve öteki kızlarla daha önce yaptığı gibi fotoğraflar çektiriyor.
Benim de Hevi ile konuşacak zamanım oluyor. Ailesiyle bir araya geldikten sonra onlarla tekrar mutluluğu yakalayabilmiş miydi acaba? Ailesinin ona karşı tutumunu merak ediyordum.
Hevi’nin anne ve babası o henüz küçükken ayrılmışlar. Hevi amcasının nüfusuna kayıtlı. Ama kendini hep onların gerçek kızı gibi gördüğünü söylüyor. “Kuzenimle kardeş gibi büyüdük. Şimdi onunla bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Bana çok yardımcı oluyor” diyor.
Hevi amcasıyla beraber DAEŞ’e esir düşmüş. Esir düşme anlarını şöyle anlatıyor; “Ağır silahlarla köyü bastılar. Bizi dövdüler ve alıp yerlerde sürüklediler. Her tarafta ölüler ve yaralılar vardı.O manzaradan çok korkmuştuk. Bizi arabalara doldurup, bilmediğimiz yerlere doğru götürüyorlardı. İlkin Beac’a götürdüler. Burada genç kızları ve yaşlıları gruplar halinde ayırdılar. Beni Tılkeser’e götürdüler. Sonra da Tılbınant’a. Köylerimizden toplayıp getirdikleri biz, otuz Ezidi kızını bir yere kapattılar. Hiçbirimiz birbirimizi tanımıyorduk. Sonra da bizi birbirimizden kopardılar.
Her defasında birimizi gözlerine kestiriyor. Sürüye dalan vahşi kurtlar gibi çığlıklar içinde alıp götürüyorlardı. Sonra beni İnfethiye’ye götüdüler. Oradan da Hatimi’ye götürdüler. Sonra da Rembozi’ye götürdüler. Bu saydıklarım hepsi Ezidi köyleriydi. Bizi hep o karakoldan bu karakola kendileriyle birlikte gezdirdiler. Gördüğüm DAEŞ’lilerin çoğu Şengal’deki Sünni Araplardı. İçlerinde tek tük yabancılar da vardı. Beni ilkin Deha Mahmud adında biri cariye olarak götürdü. Bir yıl onunla kaldım. Şengal’de bir çatışmada öldürülünce beni Yasin Uwayd Mahmud aldı. Bana nikah yapmadı. Evliydi, bana cariye muamelesi yapıyordu.
Biz Ezidi kızlarını genelde cariye ve birinci eşlerine hizmetçi olarak alıyorlardı. Yasin Uwayd beni bütün operasyonlarda kendisiyle birlikte gezdirdi. Kaldığı bütün karakollarda beni yanında tuttu. Sonra o da öldürüldü. Telafer operasyonu yapıldığında ailesi beni Haşdi Şabi’ye teslim etti. Bu şekilde esaretten kurtuldum. Onlar da beni aileme teslim ettiler. Şimdi ailemle hayatımı kaldığım yerden devam ediyorum. Ailem bana çok yardımcı oluyor”.
Yanıtlaması Çok Zor Bir Soru…
Ona kimsenin duyamayacağı şekilde, “senin orada hiç çocuğun oldu mu?” diye soruyorum. İlkin inkar ediyor. Sonra ısrar edince, “evet bir kızım oldu adını Ayşe koydular” diyor, “onu adamın ailesine teslim ettim, orada güvendedir”…
Konuştuğum bir çok Ezidi kızı orada doğum yaptıklarını çocukları olduğunu inkar ettiler. Kızlar DAEŞ’in elinde esir kaldıkları dönemi, kirlendikleri bir dönem olarak görüyorlardı. Kirlenmenin meyvesini anlatmak, onlara ağır geliyordu.
Şengal Yolunda
Gruptakiler, Xanke Köyün’den Şengal’e nasıl geçilebileceğinin planını yapıyorlardı. Ben Irak’ta yaşadığımdan herhangi bir bürokratik engelim yoktu. Almanya’dan gelenler içinse Irak Merkezi Hükümeti’nin izni gerekiyordu çünkü Kürdistan Bölgesi’nin pasaportlara vurduğu mührü Irak Merkezi Hükümeti tanımıyordu Musul ve Şengal de Merkezi Hükümetin denetimi altındaki bölgelerdi. Şeyh özel ilişkileri üzerinden, yol güzergahını güvenlikli bir şekilde geçmemizi sağlamak için uğraşıyordu. Sonunda Şeyh, Haydar Şeşo’nun gücünden bize bir rehber gönderdi. Rehberin arabası ile birlikte iki araba yola koyulduk.
Duhok sınırından çıkıp Musul sınırına girdiğimizde bize gizli DAEŞ hücrelerine hedef olmamız için, başımızı örtmemiz söylendi. Musul yolunun tümünü Irak ordusu ve Haşti Şabi tutuyordu.
Hayalet şehir Musul
Dicle Nehri’nin sol tarafından Musul şehrine giriyoruz. Dicle’nin bu bölümü Saddam döneminde kalbur üstü semtlerinden biriydi. Eskiden Musul burjuvazisinin yaşadığı bu bölümde nehir boyunca lüks villalar, köşkler dizili. Bazı tepeciklerin üzerinde ihtişamlı Arap tarzı yapılar görünüyor. Şehrin bu bölümü ağaçlandırılmış ve nispeten daha yeşil. Ortalık oldukça sesiz ve sakin, çok az sayıda açık dükkan var. Şehrin tüm sakinleri ya göçmüş ya da sesiz bir uykuda uyuyorlarmış gibi geliyor insana.
Koalisyon ve Bağdat Merkezi Hükümeti Musula saldırı başlattığında şehrin bu tarafı hiç direnmeden ve savaşmadan teslim olmuş. Böylece fazla hasar görmemiş. Duvarlara Irak seçim panoları asılı. Çok sayıda erkek aday içinde tek tük aşırı makyajlı kadın adayın fotoğrafları da gözüküyor. Savaşın viran ettiği boş şehirdeki bu demokrasi skeçi ve panolar gülünç duruyorlar.
Dicle üzerinden şehrin sağ tarafına geçiyoruz. DAEŞ’in uçurduğu köprüler yeni onarılmış. Bu taraf yoksul Musul olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda DAEŞ’e gönüllü katılımların en yoğun olduğu yer. DAEŞ sistemini burada kurumsallaştırdığından Musul savaşının tümü neredeyse bu bölümde geçmiş. Amansız savaşın ardından şehrin bu mahalleleri tamamen enkaza dönüşmüş. Özellikle havadan atılan bombalar taş üstünde taş bırakmamışlar.
Musul hava operasyonunda 400 Ezidi rehine Kürt kadın ve çocuk katledildi
Şoförümüz H. bizi Musul içinden, Cumhuri Hastahanesi’ne yakın bir yerden geçiriyor. Tamamen yıkıntı haline gelen hastane Musul’un en büyük hastanesiydi. DAEŞ ve Irak güvenlik güçleri buraya yakın mesafeden çatışmaya başlar başlamaz DAEŞ 400 Ezidi kadını, çocuk ve yaşlıyı bu hastahaneye kapatıp canlı kalkan olarak kullanmış.
Irak güvenlik güçleri rehinlerin varlığından haberdar olduğu halde, rehineleri kurtarmaya gerek duymamış. Koalisyon güçleri de sivillerin hayatını kurtarmak için herhangi bir adım atmamış. Musul Cumhuri Hastahanesini içerdeki sivillerle beraber bombalama kararı almışlar. Yerle bir edilen hastahane içinde 400 Ezidi kadın çocuk yaşlı ölmüş. H. derin bir iç çekerek, “Biz Ezidi Kürtleri tamamen sahipsiziz” diyor.
Şengal güzergahında bize eşlik edenlerden biri de Keke Ferman’dı. Yirmili yaşlarındaki bu genç adam Irak Özel Güçlerinde görevliydi. DAEŞ hücrelerinin hala faal olduğunu ve sürekli tutuklamalar yapıldığını söylüyor.
Ferman, Musul’da yaşananlara ilişkin korkunç ayrıntılar aktarıyor. “Musul Nuri Cami’nin alt katı geniş bir bodrumdur. DAEŞ yüzlerce Ezidi kadın ve çocuğu burada esir tutuyordu. Onları günlerce aç ve susuz bıraktı. Kurtulan bazı Ezidi kadınlar onlara bu bodrumda bazı günler sadece pişmiş et verildiğini bunu nedenini anlayamadıklarını söylemişler. DAEŞ’liler daha sonra kadınlara, aslında onlara kendi çocuklarının etini yedirdiklerini söylemişler. Hangi gün, hangi kadının çocuğunu kesip ona yedirdiklerini bile söylemişler. Bir çok kadın bu bodrumda ya çıldırmış ya da kahrından ölmüş. Bunu o bodrumdan kurtulan tanıklardan bizzat dinledim”. diyor.
Yine Keke Ferman, Musul’a ilişkin şunları belirtiyor, “Hedba Camii meydanında ve Cuma Pazarında Ezidi kadınlarımız satıldı. Badoş Cezaevi eskiden Irak’ın en büyük cezaevlerindendi. DAEŞ, burayı Ezidi halkı için yeni bir cezaevine dönüştürdü. Binlerce Ezidi kadın, çocuk, yaşlı buralarda tutuldu, açlığa, susuzluğa her çeşit işkenceye ve vahşete tabi tutuldu” diyor.
Cezalandırmalar
Şu anda Musul’da hemen her yerde parmakları kesik erkeklerle karşılaşmak mümkün. Zira DAEŞ, sigara içenleri böyle cezalandırıyormuş. Namaz saatinde dışarda olmak da yasakmış. İnsanlar sokak ve caddelerden zorla namaza götürülüyormuş, gitmeyenlere ise işkence yapılıyormuş.
DAEŞ’in ın kara çarşaflı kadın elemanları şehrin içinde devriye gezerek kim nasıl giyiniyor, ne konuşuyor nasıl davranıyor diye istihbarat topluyor bunları toplum polisine bildirip cezalandırıyorlarmış. Erkeklerin Afgan tarzı kısa entari ve altta şalvar, ayakları açık terlik giymeleri mecburiymiş. Yine bıyıkların kesik, uzun saçlı ve sakallı olmak zorundaymışlar.
Sigara satanların kafası kesilirmiş. Buna rağmen kara borsada bir sigara paketi 100 dolara gizliden satılıyormuş. Erkeklerin çalışması yasaklanmış. Savaş ve cihat için eğitilerek savaşa girmeleri zorunluluk haline getirilmiş.
Tarihi Musul kentinden geçerken ikiye ayrılmış şehrin görüntüleri pencere camından sesizce akıp gidiyor. Yıkıntılarla dolu bu ıssız şehrin cenneti de cehennemi de gördüğünü düşünüyorsun. Ancak burada cehennem daha uzun sürmüş gibi duruyor… Duvarlar dile gelse dünyaya anlatacakları cehennemin hikayesi olurdu hiç şüphesiz.
Ve Şengal…
Musul’dan Şengal’e Telafer üzerinden geçiyoruz. Yol üstündeki ova köylerden geçerken savaşa dair herhangi bir yıkıntı döküntü göremiyoruz. Telafer’de DAEŞ ve Irak Güvenlik güçleri arasında çatışma yaşanmadığı hissediliyor. DAEŞ’in buralardan anlaşmayla çekildiği söyleniyor. Görüştüğümüz mağdurlar da söylenenleri doğruluyor. Onları esir tutan DAEŞ ‘liler aileleriyle beraber HAŞDİ ŞABİ ye direnmeden teslim olmuşlar.
Şengal’in Telafer tarafı düz ovalardan oluşuyor. DAEŞ yaptığı katliamda bölgenin coğrafi konumu önemli bir rol oynamış. Ova boyunca önümüzde irili ufaklı köyler sıralanıyor.
Sinuni sınır hatına doğru ilerledikçe Şenga’ldeki karmaşık güç durumunu yansıtan güvenlik noktalarından geçiyoruz. İlk güvenlik noktası HAŞDİ ŞABİ, sonraki Irak askeri ya da Irak özel güçlerinden oluşuyor. Genelde Şengal’de yaşayan Ezidiler bu görevleri icra ediyorlar. Fakat bunların içinde çok az sayıda Arap da var. Burada yine Haydar Şeşo’ya bağlı Hiza Parastına Ezidixan da mevcuduyetini alıyor. Şengal’in kurtuluşunda çok önemli rol oynayan Kürt-HPG güçleri bölgeden çekilmiş. YJŞ güçleri ise HAŞDİ ŞABİ güçleri içinde resmi biçimde yeniden düzenlemişi. Eski YJŞ tamamen yerel ve Şengal Ezidilerinden oluşmaktaydı.
Şehir Merkezinde ilkin Haydar Şeşo Güçleri ile görüştürüldük. Merkezleri genişçe ve büyük bir binada kurulu. Girer girmez hemen havadaki yoğunluk göze çarpıyor. Ziyaretimiz tam da Irak genel seçimleri dönemine denk geldiğinden burada da seçim çalışmaları yürütülüyor.
Yemeğin ardından Sinuni Nahiyesi Müdürünü ziyarete gidiyoruz.
Sinuni : Bir çeşit halk yönetimi
ve maaşsız nahiye müdürü
Sinuni Nahiyesi Müdürü Xudida Çuke Hesen’i il makamında ziyarete gidiyoruz. Bina girişinde bize yol gösteren görevli dikkatimizi çekiyor. “Bu kim?” diye soruyoruz. Nahiye müdürü olduğunu söylüyorlar. Müdür bizi makam odasına davet ediyor. İçerde herhangi bir amblem, siyasal temsili içeren hiçbir işaret yok. Irak bayrağı dışında gözümüze çarpan tek şey nahiye müdürünün isiminin yazıldığı bir şilt. Müdür yaşama sıkı tutunmaya çalışan bir mizaca sahip. Bize nasıl nahiye müdürü olduğunu anlatıyor.
“Benim asıl mesleğim mühendislik. Yıllarca bu mesleği yaptım. DAEŞ Şengal’e saldırdığında ben iki yıl YJŞ ile bir yılda HEŞTİ ŞABİ ile birlikte Şengal savunmasında aktif olarak yer aldım. Şengal DAEŞ’ten alındıktan sonra eski devlet görevlilerinin hiçbiri Şengal’e dönmek istemediler. Eski nahiye müdürü de bunlardan biriydi. Halk baktı bu makam boş olmuyor. Bazı rutin işlerin yapılması lazım, çarçabuk bir seçim yaptılar ve beni yeni müdür olarak seçtiler. Hiçbir yerden maaş almadan sadece halkın resmi idari işlerinin aksamaması için bu görevi gönüllü olarak yürütüyorum.
Görüyorsunuz tek bir görevim yok. Burdaki çaycı da benim akrabam benimle birlikte bedavaya çalışıyor. Irak merkezi hükümeti de benim görevi bu yöntemle devr aldığımdan haberdar. Onlarla belli düzeyde ilişkilerimiz de var. Ancak nedense nahiyemiz için talep ettiğimiz temel ihtiyaçlar konusunda hiçbir başvurumuza yanıt vermediler.
Örneğin Sinuni Devlet hastahanesi müdürsüz. İdareden bir görevli talep ettik vermediler. Buralı bir Ezidi doktorun ise on yıl görev yapması gerekiyor ki, buraya müdür olarak atanabilsin. Maalesef Ezidilerde 10 yıllık tecrübeli doktor bulmak zor. Tecrübeli olanlar da zaten yurt dışına çıkmışlar buralara dönmek istemiyorlar.
Ben bütün güçlere eşit mesafedeyim. Taraf tutacak halim yok. İki Kürt partisi burda birbirine girdi az kalsın çatışmaların arasında ben gidecektim. Çok zor da olsa onların birbirlerine zarar vermelerini engelledim.
Halkımızın her türden sorunlarını bireysel olarak çözmek için elimden geldikçe yardımcı olmaya çalışıyorum”.
Kürdistan yerel Hükümeti’nin Şengal’den ayrılmasının ardından Irak merkezi hükümeti tümüyle buraya yerleşecek gibi durmuyor. Bu kaos durumu Şengal ve Ezidi halkının sorunlarını ağırlaştırıyor. Görüştüklerimin ağırlıklı bir kesmi Şengal’in Ezidi Kürtleri tarafından yönetilmesini, statü olarak özerk kalmasını istiyorlar.
Halk Ezidi Kürtlerinin birleşmesini istiyor. Ezidi güçlerin parçalara bölünmesinden, birbirine karşı sert tutumlarından oldukça rahatsız. Görüştüklerim, “Kürt örgütlerinin temel kaygısı, yok olmakla karşı karşıya bir halk olarak Ezidilerinin korunması olmalı. Ezidi toplumunu parçalara bölmemeli çok acı çeken bu halka kan kaybettirmemeliler” diyorlar.
Kısıtlı imkanlarla ayakta duran bir hastane
Sinuni Devlet Hastahanesine geçiyoruz. Burda gönüllü hemşire ve doktorlar çalışıyor. Şengal’de bürokraside yaşanan kaos durumu en fazla kendisini halkın sağlığı konusunda dışa vuruyor. Doktor sıkıntısı olmasa da başhekim sorunları var.
Hastahane kapısından içeri girdiğimizde hastaların yoğunluğu göze çarpıyor. Kapıdaki hemşire bizi karşılıyor. Oldukça girişken ve özgüvenli bir genç kadın. Bizi odasına davet ediyor. Katrin ve Keke hastahaneye getirdikleri ilaçları teslim etmek için maliyeden sorumlu kişi ile başka bir büroya geçiyor.
Hemşire bana ilkin Şengal hakında bilgi veriyor. “Şu an Şengal’in içinde 4500 aile yaşamakta. Bizim nahiye Sinuni’de 12507 aile yaşıyor. Şengal halkı çok zor koşullarda yaşamını idame etmeye çalışıyor. Sağlık sorunları da başta gelen sorunlardan biri. Hastahanenin kapasite sorunu var. Ağır hastaları maalesef burada tedavi edemiyoruz. Burada ameliyathane bölümümüz de yok. Hiçbir teknik donanıma da sahip değiliz.
Ağır hastalarımızı Beac’a, Telafer veya Musul’a da gönderemiyoruz çünkü buralarda resmi olarak DAEŞ olmasa dahi ruhları hala alana hakim. Ezidi hastalarımızı oraya gönderirsek bir şekilde onların ölümüne yol açacaklarından şüphe duyuyoruz. Zaten halk da oralara güvenmediği için oralara nakil yapılmasını istemiyor.
Hastalarımızı çok zor koşullarda Rojava’ya Kamışlo ve Heseki’ye gönderiyoruz. Halk bazen kendisi ambulans kiralayıp hastaları için getiriyorlar, bazen kendi arabalarını bunun için kullanıyor, bazen de ambulanslara kendileri benzin koyup hastalarını o şekilde Rojava’ya geçiriyor.
Hastahanede doğum ünitesi yok. Doğum için gönderdiğimiz kadınların çoğu hayati tehlike yaşıyor, yolda doğum yapanlar da oluyor.
DAEŞ’ten kurtarılan bazı kadınları da biz tedavi ediyoruz. Bir çoğu yaşamak istemediklerini söylüyorlar. Bazılarının psikolojik sorunları çok ağır. Özel rehabilitasyon programlarına alınması gerekiyor. Maalesef burda öyle bir imkan yok.
DAEŞ’ten alınan kızlar hiç birşey yaşanmamış gibi ailelerine teslim ediliyor. Bu konuda karşılaştıkları zorluklar bilinmiyor. Bu kızlar, kadınlar için bir merkez kurmak istiyoruz . Bu konuda bizi ekonomik olarak destekleyen güçler yok. Yaşadıkları travma çok büyük. Bazılarının gizli gizli sabah namazına kalktığına tanığım. Bu konuda bir kafa karışıklığını yaşama durumları var. Bazı kızların on onbeş erkeğe satıldığı vakalar olmuş. Kızların ciddi sağlık sorunları var. Biz mevcut imkanlarımızla bu tarz sorunların çözümünü sağlayacak kapasiteye sahip değiliz. Eski DAEŞ üyelerinden hamile kalan kızlar geliyor. Bu çocukları istemiyorlar. Ailelerine dönemediklerinden bizim yanımızda doğum yapıyorlar. Bu çocukları ya Kamışlo, ya da Hewler merkezli yuvalara veriyoruz.”
Zorava Köyü
Hastahane ziyaretinin ardından akşam konaklamak için Zorava köyüne doğru yola çıkıyoruz. Köye vardığımızda gün kararmak üzere. Düz bir ovaya kurulmuş köyde, evler arka arkaya dizilmiş ve oldukça iç içe. Evlerin tamama yakını yıkık ve dökük bir halde. DAEŞ burayı aldığında bütün evleri yakıp yıkmış. Bu nedenle de savaştan sonra eski sakinler evlerine dönmemişler. Dönenler ise yardım kuruluşlarından aldıkları yardımla kapı ve pencerelerini tamir edip yerleşmişler.
Kalacağımız evin sahibi görme engelli. Evli ve üç çocuğu var. Çalışacak durumu veya sosyal bir yardımı olmadığından çok zor koşullarda yaşıyor. Nasıl geçindiğini sorduğumuzda çok zor şartlarda, ailesinin, sınırlı olarak yardım ettiğini belirtiyor. Akşam evinde köyden gelen misafirlerle sohbet etme imkanı yakalıyorum. Yine burda Ezidi kadınların dur durak bilmeyen çalışmalarına tanık oluyorum.
Ezidilerde Misafirperverlik
Ezidi kültüründe misafir kutsal bir yere sahiptir. Hemen hemen gittiğimiz bütün yerlerde gördük, misafir için evlerinde ne varsa, sofraya konulur, sofra çeşitlendirilir. Misafirler yatıncaya kadar sofra yerde kalır ve sofra üzerinde sohbetler edilir, içecekler içilir, koyu sohbetlere dalınır. Yatma saati geldiğinde misafirler onlar için hazırlanan yerlere alınır uyutulur. Kadınları misafir uykuya dalınca gece geç saatlerde bulaşıkları yıkar, etrafı toplar, çocuklarını ve herkesi yatırırlar. Herkes uykunun bilmem kaçıncı evresindeyken, Ezidi kadınları hala uyanıktır, hala çalışırlar. Sabahsa daha gün doğmadan, herkesten evvel kalkar ve yeniden işe koyulurlar.
“Ezidi kadınlarının günü doğurdukları” söylemi, kadınların bu yaşam tarzından geliyor. Kadınlar henüz kimsecikler uyanmadan erkenden kalkıp hamur yoğurur, mayalanmaya bırakılan hamur pişirilecek kıvama gelince tandırda ya da saçta pişirirler. Ezidi kadınlarının pişirdiği ekmeğin tadı çok güzel olur. Büyük ihtimalle geleneksel mayalama ve ekmek yapma sanatını miras olarak analı kızlı birbirlerine aktardıkları için ekmeklerinin tadı bu denli güzel oluyor.
Sabah kahvaltısı içinde serilen yer sofrasında evde ne var ne yok hepsi önümüze konulmuş. Kaldığımız evde evin büyük kızı dışında, hiçbir kadın bizimle sofraya oturmuyor. “Neden?” diye soruyoruz “Biz erkenciyiz, kahvaltımızı yaptık” diyorlar.
Geziden çıkardığım sonuç, çok misafirperver bir Ezidi kültürü var. Bu zalim dünya içinde Ezidiler çok temiz kalmışlar…
Ezidiler’de Kutsal Renk : Beyaz
Sabah mağdur kadınlarla bir evde buluşuyoruz. Çok sayıda yaşlı kadın ve eşi DAEŞ tarafından öldürülen dul kadınlarla karşılaşıyorum. Yaşlı kadınların tümü beyaz elbiseli ve beyaz tülbentli. Neden beyaz giydiklerini sorduğumda, “Biz Ezidilerin geleneğinde kadınların elbiseleri beyaz olur. Beyaz bizim dinimizin saflığını temizliğini ve arınmasını simgeler.” dediler.
Yaşlı kadınların elinde geniş dikilmiş ince beyaz bir hırka vardı, üzerine sarı desenler işlenmişti. Sırayla bu hırkayı giyip, resim çektirdiklerini gördüm. Giydikleri hırkayı sordum “Bizde bu tarz hırkalar kutsaldır” dediler.
Toplanan kadınların çoğunluğunun eşleri DAEŞ tarafından öldürülmüştü. Ezidi kadınların üzerindeki ağır yüke savaşla beraber bir de yetim çocuklarını doyurma ve geçindirme yükü binmiş. Kocasını bu savaşta yitiren bir kadına Katrin çıkarıp 50 bin Dinar verdiğinde kadın sesli bir şekilde ağlamaya başladı “bu kadar çok çocuğumun hangi ihtiyacına bu parayla cevap verebilirim” dedi.
Ezidi kadınlarının yaşadığı bu çaresizliği anlatmak ve dünyaya duyurmak gerek. Ezidiler için uluslararası kurumlar büyük bütçeler ayırdıklarından söz ediyorlar oysa Şengal’de yaşayan Ezidi kadınlarının mağduriyetini görüldüğünde gerçeğin hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. Dünya kamu oyunun, medyatik söylemler, içi boş BM organizasyonları, Angelina Jolie, Amal Coolonie tarzı imaj şarlatanlıklarıyla oyalandığını bilmek gerekiyor.
Ezidi Jenosidi üzerinden rol kapanlar
Bu konuda arkadaşım Nesrin Ezidi ile kendi aramızda konuşuyoruz. Neden buraya yardımların adaletli şekilde gelmediğini soruyorum. Nesrin kız kardeşinin yaşadığı bir gerçek olayı bana anlatıyor. Kız kardeşi bir yardım kuruluşuna bağlı olarak çalışıyor. Kurum DAEŞ’ten kurtulan, kadınların el emeğini değerlendiren bir proje yapmış. Kızkardeşi bu projeyi temsilen alanda çalışan mevcut organizasyonları bir araya getiren bir toplantıya katılmış. Ezidilerle ilgili çalışan organizasyonların hiçbirinde maalesef Ezidiler temsil edilmiyor. Ortalıkta bir al gülüm ver gülüm ilişkisi var. Herkes bu konudan ekmek yiyor. Ancak Ezidiler sefalet içinde yaşıyorlar.
Bir kez daha uluslararası yardım kuruluşlarının Ezidilerin sorunlarını esas alan hiçbir çalışma yürütmediklerini görüyorum.
Esir düşme anı
Sinuni’nin başka bir köyüne geçiyoruz. Konuk olduğumuz evin büyük salonuda kalabalık bir kadın gurubu tarafından karşılanıyoruz. Grupta her yaştan kadın ve çocuklar var. Hemen hepsi DAEŞ tarafından esir alınmış kadınlar. İçlerinden ayağı ters dönmüş yaşlıca bir kadına dikkatimi çekiyor. “Sen de mi esir alındın?” diye soruyorum. “Biz Ezidilerden kim varsa hepsini toplayıp götürdü DAEŞ” diyor. “Bu engelli, bu hasta, bu yaşlı demediler”.
Buradaki kadınların tümünün ortak bir hikayesi var. Hepsi aynı yerde kalmış ve DAEŞ ten toplu bir biçimde kaçmayı başarmışlar. içlerinden biri ilgimi çekiyor. Ellerinde iki demet halinde nüfus cüzdanları olduğunu görüyorum. Bunun ne anlama geldiğini önceki görüşmelerden biliyorum. “Allahım bu kimlik destelerin altından yine büyük trajediler çıkmasın” diyorum.
Diğer yerdekilerden farklı olarak gördüğüm bu kadın gurubunda bir ruh bütünlüğü var. Aralarında çok samimiler ve dayanışma halinde konuşuyorlar. Bazen biri birşey anlattığında diğeri bunu bir espiriye bağlayıp hep birlikte gülüşüyorlar.
Yanımdaki Xemse ile konuşuyorum ilkin. Xemse, iki ayrı elinde kimlikler tutan kadın. Soruyorum “nasıl oldu esir düşmeniz?” diye. “DAEŞ’in bize doğru geldiğini duyduk” diyor Xemse, “eşim Xelef, hemen çıkmamız gerektiğini söyledi. Yanımıza sadece kimliklerimizi aldık, arabalarımıza binerek Şengal Dağı’na kaçtık. Dağa vardığımızda çok kişi ordaydı. Bulunduğumuz yerde her kafadan bir ses çıkıyordu. Çok bilgi kirliliği vardı. Kimisi Kürdistan yolunun açık olduğunu, kimisi DAEŞ’in bütün köylere giremediğini söylüyordu. Eşim, ‘madem Kürdistan yolu açık, biz de Kürdistan’a gidelim’ dedi. Arabalarımızla Şengal dağının aşağısına iner inmez etrafımız DAEŞ tarafından sarıldı. Bizi taradılar ve çembere aldılar, sonra da esir düştük. Bizi Xanesor Geliye Sılo’ya, burdan da Şengal’e götürdüler. Burda beni eşim ve çocuklarımdan ayırdılar. Biz kadınları Telafere ve Musul Bedoş zindanlarına götürdüler. Buralarda bizi aç susuz ve üst üste nerdeyse istiflenmiş bir şekilde tutuyorlardı. Bazen gelip kızlarımızı döve döve götürüyorlardı. Biz kadınlar ne kadar pislik bulduysak yerde yüzümüze üstümüze sürdük, aylarca banyo yapmadık ki bizi almasınlar.
Küçük kızımı zorla cariye olarak götürdüler. Sonra beni Telafer’de sürü işlerinde görevlendirdiler. O zaman istekte bulundum eşimi görebildim. O da bizimle birlikte sürüde görevlendirildi. Bizi Telafer’in Ey Xıdra köyüne yerleştirdiler. 1200 koyun sürüsünü bize teslim ettiler. Biz 20 kadar sayıda kadın vardık. Biz kadınlar süt sağar yoğurt ve ayran yapardık, yağ çıkartırdık. Sabahları erkenden, saat 4’te kalkar çobanlara kahvaltı hazırlardık. Çobanlar da bizim Ezidi erkeklerinden seçilmişti. Sürüyü erkenden alıp, otlatmaya götürürlerdi. Gündüz 12 de geri köye sürüyü getirirlerdi. Biz kadınlar yeniden sürüyü sağar ve sütü yoğurt yapardık. Çobanlar iki saat evde kaldıktan sonra tekrardan sürüyü otlatmaya götürürlerdi. Akşam saat 4 yada 5’te sürüyle birlikte dönerlerdi. Biz kadınların öğlenden önce temel görevlerimizden biri, ekmek yapmak, yemek hazırlamak temizlik yapmak çocukları yıkayıp doyurmaktı.
Kadınlar kendi aramızda sohbet eder, çocuklarımızı anlatır, toplu olarak çocuklarımız için oturup ağlardık. Kadınlar hep kendi aramızda birbirimize hep yardımcı oluduk”.
Kaçış Anı
“Bu köyde Ocak’tan Nisan sonlarına kadar kaldık. Bir gün evlerden birinde bir telefon bulduk, akrabalarımızla iletişime geçtik kaçış planı yaptık. Bu arada DAEŞ’in benden zorla aldığı kızım için adama haber yolladım kızımı özlediğimi söyledim, kızımı bana ziyaret amaçlı göndermesini istedim, gönderdi. Kızımın geldiği gece kaçma planımızı uyguladık gece saat 9 da kaçmak için yola koyulduk. Yol çok karanlık ve zordu. Belli bir saatte belirlenen yere ulaşmamız gerekiyordu. Birbirimize yardım ederek Musul Keske’ye ulaştık. Orda bizi almaya gelen gurupla, çok başarılı bir biçimde planı tamamladık.
Gördüğünüz gibi bu sağ elimdeki kimlikler kurtulan çocuklarımın, sol elimdekiler esir çocuklarımınkilerdir. X. oğlum 1993, H. 1994 , P. 1995, A. 2000 doğumlu. Bu çocuklarım ne haldedir? Yaşayıp yaşamadıklarını, nerede olduklarını bilmiyorum” diyor ve o güleç ve şakacı yüz yeniden yas havasına bürünüyor…
Şengal Merkez
Ovanın toprak yollarıdan geçerek Şengal Merkez’e doğru yol alıyoruz. Ovalık köylerin ardından birden dağlık yeşil bir cennet çıkıyor karşımıza. Rüzgarın taşıdığı oksijen, Şengal’in dağ havası, Hewler’in sıcak ve kirli havasından sonra bir cennet gibi geliyor.
Karslı ve Digorlu YJŞ’li kadınlar
Yol üstündeki levhalarda köylerin isimleri yazıyor. Kars köyü yazılı levhayı görünce şaşırıyorum. Aynı zamanda Digor köyü de olduğunu öğreniyorum. Osmanlı’nın son döneminde Kuzey Kürdistan’da binlerce Ezidi yapılan soy kıyımlardan kaçıp buralara sığınmış. Sığınanların torunları kendi aile tarihini anlatırken bizler de bu tarihsel trajediyi öğrenmiş oluyoruz.
Şengal’e doğru yol alırken, YJŞ’li (Şengal Kadın Birlikleri) kadın güçlerinin kontrol noktalarından geçiyoruz. Biz kadınları arabada görünce yüzlerine bir güleçlik geliyor. Çok genç ve çok dinamikler. Saçları ya kısa kesik ya da toplu. İçlerinden kısa saçlı olanı henüz çok genç, saçları dağınık ve çok sempatik. Sadece selam verip, geçiyoruz.
Yol üstünde küçük dükkanlar sıralanmış. Türkiye’nin en kalitesiz abur cuburları burada satılıyor. Dükkan sahiplerine, “bunlar, Türkiye’nin en ucuz merdiven altı ürünleri” diyorum. “Ne yapalım bütün yollar üzerimize kapatılmış. Biz de bula bula bu tortu gıdaları buluyoruz” diyorlar.
Dağlık alanın en üst kısmına çıktığımızda farklı bir askeri üssün olduğunu görüyoruz. Şengal’in en üst ve en stratejik noktası burası.. Yıllar önce Saddam Hüseyin’in İsrail’e füze attığı bu tepe, YJŞ tarafından Amerikan güçlerine bırakılmış. Şimdi Şengal’in neden bütün güçler için önemli olduğunu ve savaş alanına dönüştürüldüğünü daha iyi anlıyorum.
Şengal’in girişinde Irak askerleri tarafından durduruluyoruz. Kontrol noktasını geçmemize izin verilmiyor. Bizi saatlerce orada bekletiliyorlar. En son bir telefon görüşmesi ile geçişimize izin veriliyor.
Yanımdaki arkadaş, “Görüyorsun kendi toprağımızda yabancı muamelesi görüyoruz.” diyor. “Aslında biz Kürtler birlik kurmadığımız müddetçe bunu hak ediyoruz” diye ekliyor.
Kontrol noktasında aşırı bekletildiğimizden randevumuza çok geç yetişebiliyoruz. Yine bir evde toplanan DAEŞ mağduru kadınlarla beraberiz. Buradaki kadınlar arasında zorla alıkonulan Ezidi kızların uluslararası yüzü olan Nadya Murad’ın bir yakını da var. Alman yardım heyetindeki Katrin ve diğer Alman kadın daha çok onunla ilgileniyorlar. Ben de bir köşede yalnız oturmuş genç kadınlara doğru yöneliyorum. Aynı dili konuşmak acıyı ünlü ve ünsüzlerine ayırmıyor, bağışıksızsın…
Civan : Koltuk altı tüylenmiş bütün erkekleri öldürdüler
“Biz Ezidi kadınlarının her zamankinden daha fazla konuşması gerekiyor” diyor genç bir kız. “Daha çok konuşmalıyız ve anlatmalıyız ki dünya, DAEŞ’in bize uyguladığı vahşeti bilsin. Jenosid suçlularını, katilleri ve tüm suç ortakları cezalandırılsın”.
“Benim adım Civan Şengal” diye devam ediyor genç kız. “3 Ağustos 2014 fermanında henüz 8. Sınıf öğrencisiydim. Babam erken yaşta vefat etmişti. Biz 6 erkek, 5 kız çocuklu bir aileydik. DAEŞ’in geldiğini duyduğumuzda amcamın ailesiyle birlikte köyden kaçmaya çalıştık. Kıne köyünde DAEŞ tarafından durdurulduk. DAEŞ’li biri yanımıza geldi ve ‘beyaz bayrak kaldırın size hiç bir şey yapmayacağız’ dedi.
Sonra bir grup DAEŞ’li etrafımızı sardı. Kadınları, çocukları, genç ve yaşlıları ayrı grublara ayırdılar. Gençlerin özellikle 12 ve 16 yaş arasındakilerin koltuk altlarına baktılar. Koltuk altı tüylenmiş olanları çocuklardan ayırdılar. Erkekleri hemen kurşuna dizdiler. Üç kardeşim, iki amcamın oğlunu orada kurşunladılar. Aralarından sadece kardeşim C. ölü numarası yaparak yaralı olarak kurtuldu. Amcalarım Bereket ve Xıdır öldürürlü. Abim Cemal 34 yaşındaydı, Sahır 28, Samir 20 yaşındaydı. Hepsi öldürüldü. Diğer bir abim 40 yaşındaydı onu da Koço Köyü’nde yakalayıp öldürdüler. Gelinimiz Ş. 19 yaşındaydı kızı İ. 3 yaşındaydı. Ş. esir düştüğünde hamileydi. DAEŞ’in elinde esirken doğum yaptı. Daha sonra bu çocuğun ismini Şıvan koyduk.
Biz kadınları içeri götürüp üzerimizdeki paraları altınları ve telefonlarımızı zorla aldılar. Bizi arabalara doldurup Şengal’e götürdüler. Ordan Telafer’e ordan da Musul Bedoş zindanına götürüldük.
Güzel olan kızları hemen bizden ayırdılar ve onları Suriye”ye gönderdiler. Bunların içinde büyük ablam ve amcamın kızı da vardı. Biz 40 kadar kız vardık. Bizi Baac’a getirdiler burda bir eve koydular. Bizi döverek zorla banyoya koymaya çalıştılar. İlkin zorla Ceylan adında bir kızı koydular. Ceylan banyoda bileklerini kesti kendini öldürdü. Banyodan çıkmayınca ablası merak etti. DAEŞ’liler banyo kapısını açınca kendini öldürdüğünü söylediler. Battaniyeye sarıp götürdüler bir çöplüğe atıp cesedini köpeklere yedireceklerini söylediler. Gerçekten de dediklerini yaptılar. Bize bu şekilde kendimizi öldürürsek sonumuzun Ceylan gibi olacağını söylediler”.
Kadın bedenine karşı sınır tanımaz barbarlık
“Bu olaydan sonra hepimizi kura sistemi ile kendi aralarında paylaştılar. Ben kurada Ebu Ğazi diye bir Suriyeliye düştüm. Cinsellik nedir hiç birşey bilmiyordum henüz. Suriyeli silah zoruyla benimle birlikte oldu. Bana hayvan gibi yaklaştığı için cinsel organımı parçaladı. Aşırı kanamadan dolayı bayılıp düşmüşüm, gözlerimi açtığımda Musul hastahanesindeydim. Beni Şedadiye ailesinin yanına götürdü. Kendisi Şengal’de bir çatışmada öldürüldü. Babası beni bir Iraklıya 800 dolara sattı.
Beni alan Musullu 20 yaşlarında Abdullah isminde biriydi. Bana, ‘Seni Müslüman yapacağım, aynı zamanda sana yeni kimlik yapacağım sen benim nikahlı eşim olacaksın’ dedi. İsmimi Cennet diye değiştirdi. Evlilik sözleşmesi yaptı. Bir yıl onunla evli kaldım. Abdullah Musul’da intihar eylemi yaptı ve öldü. Ben de beni aile kimseye satmasın diye durmadan onlara hizmet ettim ve hizmetçilik yaptım. Bir gün DAEŞ’lilerin giydiği siyah elbiselerden giydim sokağa çıktım ve kaçtım. Önüme gelen bir evin kapısını çaldım. ‘Beni kurtarın, ben Ezidiyim, beni zorla kaçırdılar’ dedim. Ordan abime telefon açmama izin verdiler. Abimle konuşurken beni 16 bin dolara geri verebileceklerini söylediler. Abim de beni 16 bin dolara satın aldı. Ordan Duhok’a geldim.”
Civan gördüğüm en güçlü kızlardan biri. Anlatınca gözyaşlarını içine akıttığını görmemek mümkün değil Özellikle “ben yaşadıklarımın tümünü anlatacağım ki bir kez daha böyle vahşet ve jenosid yaşanmasın” sözü beynimin her köşesine kazındı.
Şengal, Şexan ve Xanke tarafında tam bir hafta kaldım. Bu bir hafta içinde işittiklerim bana çok ağır geldi. Oradan ayrıldığımda, yaşayan bir ölü gibi hissediyordum. Günlerce kendi kendime hıçkırıklarla ağladım. Geceleri kabuslar görüyor, uyuyamıyordum. Ben bu hale bir dinleyen olarak gelirken bu vahşetin asıl mağdurlarının yaşadıklarını tahmin bile edemezsiniz.
Şengal halkının ve kadınlarının yaralarının sarılmasına acilen ihtiyaçları var. Yardım kuruluşları yardımları direkt Ezidi halkına yapmadığı için yardımların asıl yerine gerektiği gibi ulaşmıyor.
Soykırım mağduru bir halkının mülteci kamplarında tutularak yaralarının sarılamayacağını herkesten önce BM’nin idrak etmesi gerekiyor. Ezidi halkının öz topraklarına huzur içinde dönmesi, öz kaynaklarını kendisinin yönetmesi gerekiyor. Ezidi halkı son derece çalışkan ve becerikli bir halk. Kendi yaralarını sarması için bu halka destek olunmalı. Halkın kollektif siyasal hakları tanınarak Ezidilerin özerkliği uluslararası güvenceye alınmalı.
Ruken Hatun Turhallı
Ruken Hatun Turhallı
İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu olan yazar 1991 yılında Yeni Ülke gazetesinde gazeteciliğe başladı. 1991’de kurulan Yurtsever Kadınlar Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı.
Uzun yıllar Avrupa ve Ortadoğu’da kadın hakları konusunda mücadele verdi. Kürt kadınlarının yakın tarihiyle ile ilgili çalışmalarını sürdüren yazar Erbil’de serbest gazeteci olarak çalışmaktadır.
Bu röportaj Gazete Duvar’da üç bölüm halinde yayınlanmıştır.
Fransızca, İngilizce, İspanyolca ya da başka dillere çevirmeye gönüllü arkadaşlar varsa lütfen bizimle iletişime geçiniz.