Türkçe | Français | English
Vicdanıma mühürlü hapislik yıllarımın anıları, bana bugün o yıllarda yaşadığım bir anıyı hatırlattı.
O yılları yaşayanlar bilir, 12 Eylül 1980 Türkiyesi’nin bir şafak vakti hapishaneye çeviren cuntacı generaller, milyonlarca insanın özgürlüklerini ellerinden almakla kalmayıp onları kendi kişiliklerinden de vazgeçirmeye zorladılar.
Cuntacı generallerin bu “rehabilitasyon” sürecinin ilk kurbanları da ilerici demokrat ve devrimciler olmuştu. Başta İstanbul, Ankara ve Diyarbakır’da olmak üzere bütün askeri hapishaneler korkunç bir “teslim alma laboratuarları“na dönüştürülmüştü.
Direnişler, ölüm oruçları
Diktatörlüğün hapishanelerdeki bu özel savaş stratejisinin en önemli yaptırım aracı ise “tek tip elbise dayatması” idi. Tek tip elbise zulmü her boyutta bütün hapishanelerde sürerken 14 Temmuz 1982 günü Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde ölüm orucu başladı.
Ölüm orucunda Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek hayatını kaybetti. “Tek tip elbise” 1983’te çıkarılan 13–1 Sayılı Genelge ile Ocak 1984’te Metris Askeri Cezaevi’nden başlayarak tekrar dayatıldı. 14–15 Ocak 1984 tarihinde mahpusların elbiselerine el konuldu. 11 Nisan 1984 tarihinde Metris ve Sağmalcılar cezaevindeki mahpuslar, “Tek tip elbise uygulamasının kaldırılması”, “İşkencelerin sona ermesi”, “İnsani ve sosyal yaşam koşullarının düzenlenmesi” ve “Siyasi tutukluluk hakkının tanınması” talepleriyle açlık grevi başlattı. 400 mahpusun katıldığı açlık grevi 45’inci günden sonra taleplerin karşılanması için ölüm orucuna dönüştü. Direnişin sonucunda Abdullah Meral, Haydar Başbağ, Fatih Oktulmuş ve Hasan Telci hayatını kaybetti.
Mahpusların protestoları sonucu cunta rejimi 11 Şubat 1986 tarihinde tek tip kıyafet dayatmasını rafa kaldırdı. Ancak hapishanelerde sorunlar bitmedi… Hak ihlalleri, işkence, tecavüz, tecrit ve izolasyon uygulamaları, hükümetlerin (yani devletin) değişmeyen “teslim alma politikası” olarak hep devam etti. Ve daha sonraki dönemlerde de önemli açlık grevi, ölüm orucu direnişleri, katılım, ölüm sayıları, devlet şiddeti ile Türkiye tarihine yazıldı. 90’lı yıllardaki cezaevi direnişleri, ölüm oruçları, kendini yakmalar gibi feda şehitlik saçmalığına dönüştürülmüştür. Yaşamak için değil ölmek için köreltilmiştir insanlar… Yüzlerce değerli yaşam dolu insan ölüme ve şehit olmaya motive edilmiştir. Hapishanelerde ya da dışarda bu anlayış ve motivasyonla ölüme yatırılan insanlar hiç bir kazanımı olmaksızın heba edilmiştir.
Tek tip elbise yeniden gündemde
Nitekim tek tip elbise uygulaması yıllar sonra bir devlet politikası olarak 2017’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yeniden gündeme getirildi ve son çıkan KHK ile de resmileşti. Dahası, özel tip hapishanelere yenileri eklendi. Ayrıca 2018’de tutuklu ve hükümlü sayısının 275 bine çıkacağını öngören Adalet Bakanlığı, 45 yeni cezaevini tamamlamayı planlıyor ve elbette bunlar da, eski dönemlerin aksine, kadın erkek ayırmaksızın, “Tek tip elbise” uygulamasına dahil edilecek…
1980–87 yılları arasında Selimiye, Alemdağ, Kabakoz, Metris ve Sağmalcılar hapishanelerinde geçen hapislik yıllarımı geride bıraktığım 37 yıl sonra hapishaneler ve“Tek tip elbise” dayatması, yeni bir diktatörlük dönemiyle tekrar gündemde. Bu kez ağırlıklı olarak hapsedilenler, muhalif gazeteciler… (Bu arada ben bu satırları yazarken o tutsak gazeteci meslektaş ve arkadaşlarımdan biri; 90’ların “koşaradımlı” haber fotoğrafçısı Ahmet Şık, tahliye edildi.)
Uslanmaz bir hikaye
Hapishane anıları pek sevimli değildir bilirsiniz. Ancak bu sevimsizlik, hapishane anılarının birinci derece sahiplerinin sevimsizliğinden değil, sistemin onlara reva gördüğü sevimsizliklerden kaynaklanmaktadır. Ki benim de yaşadığım bu olmuştur. Ancak hiç bir dönem hapishane anıları bu kadar “tek tipçi”, bugünkü kadar sevimsiz bu kadar anti özgürlükçü ve bu kadar “sözün bittiği yer” olmamıştı.
Şimdi anlatacağım hikaye ile bu sevimsiz, kahrolası dönemin künyesini daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum.
Toplumsal ve tarihsel sonuçları bakımından 12 Eylül hapishanelerinde yaşananlar; aydınlanmacı, devrimci ve özgürlükçü genç bir kuşağın cuntacı generaller karşısındaki olağanüstü direnişi yanında, devlet diktatörlüğünün baskı, yasak, terör, korku ve demagoji ile yarattığı yeni tek tipçi apolitik, sosyal kuşağın bugüne yansıyan özelliklerini anlamamız bakımından da öğretici bir nicelik ve nitelik taşımaktadır. Güncellersek, “Yıllar sonra tekrar gündeme getirilen tek tip elbise dayatması tıpkı 37 yıl önce olduğu gibi, bir devlet politikası olarak muhalifleri teslim almayı ve kişiliksizleştirmeyi amaçlamaktadır” diyorum ve sizi “uslanmaz” bir hikayeye davet ediyorum.
Bu hikayenin içinde 80 cuntasının rehin aldığı binlerce gençten biri olarak ben de vardım.
Devrimci Sol ana davası
12 Eylül hukuksuzluğunun en büyük sembollerinden biri olan Dev-Sol örgütü ana davasında yargılanan 1243 kişiden biri de bendim. Bu dava 1981 yılında 1. Ordu Sıkıyönetim Mahkemesinde başlamıştı. ”Örgüt yöneticiliği yapma”, ”adam öldürme”, ”kamu malına zarar verme”, ”polise mukavemet” gibi çeşitli suçlardan dolayı idam, müebbet ve farklı hapis cezalarının söz konusu olduğu dosyaların birleştirilmesinden ortaya çıkan bu dev dava, temyiz, usulsüzlük vs gibi aşamalardan geçerek, yıllarca sürdü.
Ben 146/1 suçundan yargılandım ve 1987’ye kadar yaklaşık 7,5 yıl tutuklu kaldım. Dava 2009 yılında sonuçlandı ve hakkımda beraat kararı verildi. Yargıtay 2013 yılında aynı kararları onadı ve Devrimci Sol ana davası 32 yıl sonra tamamen sona ermiş oldu.
Dev-Sol ana davasının 14 Mart 1982’de kaydedilen ve içinde benim de bulunduğum bir arşiv videosu.
(Özür dileriz, video Youtube’dan silinmiş. Kopyasını arıyoruz…)
Diyarbakır zindanının cellatları Metris’te
1983 yılı, cuntacı generallerin bir türlü teslim alamadığı Metris cezaevi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. 1982 yılında Diyarbakır zindanında Kürt yurtseverlerine olağanüstü baskı ve işkence yöntemleri uygulayan generaller olağanüstü bir direnişle karşılaşmış ve direnişçilerden dört tutsak ölüm orucunda yaşamlarını feda etmişlerdi. Kürt halkının kimlik uyanışına çok önemli bir katkı sağlayan bu direniş aynı zamanda başta Metris olmak üzere diktatörlüğün hapishanlerinde direnen bütün tutsaklar için de büyük bir moral kaynağı olmuştur. Diyarbakır zindanındaki bu vahşet günlerini yaşayan pek çok Kürt yurtsever tutsak, bu dönemin travmalarını uzun yıllar atlatamamıştır. Bu korkunç yılların anıları pek çok şiir, öykü, roman, film, tiyatro ve resme de konu olmuştur.
28 günlük açlık grevi ve Diyarbakır zindanından gelen uzman işkence kurmayı
Metris direniş tarihi açısından ve aynı zamanda içerdeki sol otoritelerin açlık grevi kurmaylığının zaafa uğradığı ilk kırılma, 1983 yılında (Temmuz Ağustos) gerçekleşen 28 günlük açlık grevi yenilgisidir.
1983 yılı başlarından itibaren baskılar artarak yoğunlaşıyordu. Önce tutsakların yazacağı mektup sayısı haftada iki taneyle sınırlandı. Sonra, mektup yazacak kalem ve kağıt bulundurulması yasaklandı. Böylelikle, hem tutsakların savunma olanakları ellerinden alınırken, hem de yakınlarıyla haberleşmeleri engellenmiş oluyordu. Kısa bir süre sonra traş olunacak jilet bile bulunmaz oldu. Kitaplar toplanıyor, havalandırmaya çıkma yasaklanıyordu. Sağmalcılar özel tip cezaevinin tamamlandığı günlere denk düşen bu süreçte bu uygulamaların tesadüf olmadığını tektip elbise dayatmasının gündeme geldiği günlerde analayacaktık. Sistematik olarak tırmandırılan bu psikolojik baskı ve yasakların kurmaylığını ise, Diyarbakır zindanından gelen işkence uzmanı Muzaffer Binbaşı yapıyordu.
Generallerin Metris’i “teslim alma” programını bozmak amacıyla, Temmuz ayında 2000 (evet, ikibin) tutsak açlık grevine başladı. Ancak direniş kesintisiz bir moral ve kararlılıkla devam ettirilip taleplerin kesin ve net bir kazanımla sonuçlandırılması gerektiği düşünülülürken, binbaşı Muzaffer kurmaylığındaki cezaevi yönetimi ani bir manevra yaptı. Tutsaklara eşofmanları verilerek, tek tip elbisenin giyilmesi için kimsenin zorlanmayacağı, diğer taleplerin de zamanla yerine getirileceği sözü verildi. Oysa bu bir aldatmacaydı ve direnişin kitlesel gücünü ve etkisini kırmak için akıllıca düşünülmüştü. Direnişteki örgütlü sol otoritelerin hemen hepsi bu ani ve şaşırtıcı manevrayı tam anlayamadan direnişi sonlandırmaya karar verdiler ve 28 gün süren açlık grevi bırakıldı. Gerçekten verilen sözler yerine getirilecek miydi?
1984 ölüm orucundan önce
Açlık grevinin 28. günü Metris Ceza evinde bu soruyu soran 3 bağımsız otonom devrimci tutsak (bunlardan biri de bendim) bunun bir aldatmaca olduğunu, direnişin bütün talepler yerine getirilmeden sonlandırılmasının yanlış olduğunu söyleyerek açlık grevine davam edeceklerini açıkladılar.
E‑20 Hastalar koğuşunda kalan bu üç tutsağın direnişe devam etme kararı, Metris’in sol otoriteleri tarafından, “gereksiz ve anarşistçe” bulunmuştu. Biz adımızı koymadan onlar bizden önce davranmışlardı. Yalan yok. Kendi adıma bu ada içten içe sevmiştim de. Direnişimizin 30. günü ilk kez bu kadar uzun süreli açlık grevi ile karşılaşan cezaevi yönetimi paniklemişti. Bizi apar topar cezaevi revirine kaldırıp zorla serum takmaya çalıştı. Serumu reddetmemiz üzerine de, önce birimizi sonra da diğer ikimizi ambulansla Haydarpaşa Askeri Hastanesine götürdüler. Hastanede doktorların serum telkinlerini reddetmeyi sürdürünce, doktorlar, direnişi hastanede bırakan tutsaklar aracılığıyla bizi ikna etmeye çalıştılar. İlk iki gün bütün ikna çabalarını reddettik ancak 32. gün kendi irademizle birlikte karar vererek direnişimizi tamamladık. Çünkü amacımız baskı ve yasakları ve ama aynı zamanda bu baskı ve yasaklara karşı başlattığımız açlık direnişini yenilgiye götüren sol otoritelerin tutarsızlığını protesto etmekti. Çok geçmeden direnişin söz verilen kazanımları yerine getirilmeden baskı ve yasaklar sinsice tekrar gündeme getirildi.
Böylece 1984 ölüm orucu direnişine giden o trajik süreçte başlamış oldu. Eğer 28 günlük açlık direnişini 2000 kişiyle birkaç gün daha sürdürebilme kararlılığını ve uyanıklığını gösterebilseydik, 84 ölüm orucu direnişi de olmayacaktı.
1984’deki ölüm orucu direnişinin ardından yaşanan kısa bir aradan sonra 1985’de Metris’te baskılar yeniden gündemdeydi.
Cuntacı generaller 1983’te, “teslim olmayan”, yani “uslanmayan” direnişçiler için yaptırdıkları Sağmalcılar Özel Tip Hapishanesini ikinci grup uslanmazlar için tekrar devreye soktular. Yüzlerce tutsak Metris Askeri Cezaevi’nden alınıp Sağmalcılar Özel Tip Hapishanesine sürgün edildiler.
En yakın arkadaşım tek tip elbiseyi giymiş…
Bu uslanmaz sürgünlerin arasında, bağımsız otonom bir devrimci olarak ben de yer almaktaydım.
Sağmalcılar Özel Tip Hapishanesinde tek tip elbise ve yaptırımlarla karşılandık. Tek tip elbiseyi ve ahlak dışı aramayı kabul etmediğimiz için kaba dayak ve falakaya maruz bırakıldık.
Eh, nede olsa adımız “uslanmaz“a çıkmıştı. Onlara asla uslanmayacağımızı göstermeliydik. Günün sonunda kapı altında paçavraya dönen yırtık tek tip elbiseler, kan ve revan içinde koridorlarda sürüklenen yaralı ve yorgun bedenlerimiz ve sloganlarımızın yankısı vardı sadece. 6’şar kişilik hücrelere atıldık. Kısa sürede yaralarımızı sarıp yeni hücre tipi yaşantımıza başladık.
Duydum ki “dışarda ve içerde en yakın arkadaşım” dediğim ve Metris’te onlarca dilekçeye rağmen bir türlü aynı koğuşta bir araya gelemediğim yoldaşım “Y” tek tip elbiseyi giymiş… Bu çok sarsıcı ve üzücü bir durumdu ve ben birşeyler yapmalıydım. Düşündüm taşındım ve sürpriz bir karar verdim. Tek tip elbise giyip Y’nin yanına gitmek için ceza evi yönetimine dilekçe yazacaktım. Ama önce bu kararımı birlikte kaldığım arkadaşlarıma açıklamalıydım. Onlara neden böyle sürpriz bir karar verdiğimi açıkladığımda beni anlayışla ve saygıyla karşıladılar. Bir arkadaşım, “bu bir delilik ama denemeye değer” demişti.
Ertesi gün sabah sayımında dilekçeyi baş gardiyana uzattım. Sayımdan sonra eşyalarımı hazırlayıp beklemeye koyuldum. Öğleye doğru hücremizin mazgalı açıldı ve baş gardiyan, “Sadık Çelik, dilekçen kabul edildi. Eşyalarını topla ve çık!” dedi. Ben hazırdım zaten…
Koğuş arkadaşlarımla vedalaştım ve bir süre önce kanlar içinde sürüklendiğim koridorları gardiyanlar eşliğinde yürüyerek geçip B blok’a geldim. Baş gardiyan ve üsteğmen sevinçliydi. İşte nihayet bir uslanmazı teslim almışlardı! Ben ise bıyık altından başka bir sevinç ve heyecan yaşıyordum. Y’nin kaldığı koğuşun önüne geldiğimizde, Üsteğmen, “Sadık Çelik seni yandaki koğuşa yerleştiriyoruz. Ama merak etme, arkadaşınla aynı havalandırmaya çıkacaksın” dedi. Baş gardiyan ise “al bakalım, bu da yeni elbisen” diyerek, elindeki tek tip elbise poşetini bana uzattı. Biraz ilerledikten sonra bana yandaki koğuşun kapısını açtılar. Koğuştaki tektip elbiseli tutsaklar beni gülümseyerek karşıladılar. Bazılarını Metris Cezaevinden hatırlıyorum. E.B. davalarından yargılanan tutsaklardı bunlar. Kısa bir sohbetin ardından bana yatacağım ranzayı gösteridiler. Eşyalarımı alıp ranzama geçtim. Ama o tek tip elbise ranzamın bir köşesinde bir süre öylece kalıp bekledi. Bir türlü elim gidemedi. Neticede alıp giyiniyorum. Giyinirken, kendi kendime, “ne kadar da soğukmuş” dediğimi hatırlıyorum…
Öğleden sonra ikinci havalandırma seansı var. Koğuştakilere Y’e sürpriz yapacağımı, seslenip soran olursa adımı söylememelerini rica ediyorum. “Tamam” diyorlar. Ve ortak havalandırma kapısı açılıyor…
Havalandırmaya koğuş numarası sırasına göre çıkarıldığı için gardiyanlar önce Y’nin kaldığı koğuşun kapısını açıyorlar. Bir kaç dakika sonra da benim kaldığım koğuşun kapısını. Ve işte arkadaşım sonunda karşımda…
Beni karşısında, tek tip elbise içinde görünce şaşkın, kalakalıyor önce. Sonra yoldaşça kucaklaşıp sarılıyoruz birbirimize…
Havalandırmanın bir köşesinde duvar dibinde yan yana voltaya başlıyoruz. Ona diyorum ki, “buraya seninle konuşmak için geldim, elbise bahane”. “Yani sonra tek tipi çıkaracak mısın?” diye soruyor hayretle. Ona gülümseyerek cevap veriyorum, “evet, belki de birlikte çıkarırız tek tipi”. Bir an durup susuyor ve sonra şöyle devam ediyor: “seni anlıyorum ve saygı duyuyorum. Ancak ben artık bu konuda senden farklı düşünüyorum. Disiplin cezaları gibi şeylerle hapisliği uzatmak istemiyorum. Ben kendi halimde kalıp bir an önce tahliye olmak istiyorum.” diyor. Bu normalde bir çok insanın tercihi, ancak ben yine de militan bir direnişçiden bunu duymayı beklemiyordum açıkçası. O an ne diyeceğimi bilemeden, sessizce voltaya devam ettim bir süre. Sonra tek tip elbise uygulamasının gerçekte neyi amaçladığı ve sonuçlarının neye mal olacağı üzerine konuşmaya başladım. Onu tek tip elbiseyi çıkarması için ikna etmek istiyordum. Onun baskı koşullarına karşı nasıl direndiğini biliyordum.
Kolay kolay pes edecek, yılgınlığa düşecek biri değildi. 12 Eylül 1980 günü diktatörlüğün askerlerini Alemdağ askeri cezaevinde onunla omuz omuza direnerek karşılamıştık. Yarı çocuk gençliğimizi çalan generallere olan öfkemiz çok büyüktü ve bu haklı öfkenin önüne geçecek hiç bir güç tanımıyorduk. Üstelik otoriter örgütsel ideolojik hiyerarşinin dışına çıkmış, bağımsız iki devrimci bireydik. Çünkü cuntacı generallerin hapishanelerde sistematik olarak sürdürdüğü baskı yasak ve işkence terörüne karşı “bağımsız bireyler ” olarak karşı koymak çok daha zor hatta imkansızdı. Ve biz bu gerçekliği delice bir cesaretle aşmak zorundaydık; nitekim bunu başarmıştık da. Biz bağımsız devrimci bireyleri diktatörlüğe karşı mücadelede ayakta tutan tek şey, dışarda çok daha zor koşullarda bizim için birşeyler yapmaya çalışan ailelerimizin ve yakınlarımızın bize olan büyük sevgisi ve dayanışmasıydı. Özellikle annelerimizin direniş ve dayanışması, bizim direniş ve dayanışmamızın biricik moral kaynağıydı. Sanıldığının aksine yalnız ve çaresiz değildik. Yani koşullar ne olursa olsun, ikimiz de halk düşmanı generallerin terörüne teslim olmamıştık. Peki şimdi neden bu ayrıma gelmiştik? Değişen neydi? Cuntacılar direnişin kitleselliğini ve haklılığını ölümlerimiz pahasına 5 yıldır kırmaya, etkisizleştirmeye çalışırken tek tip elbiseyi giymek neyin çözümü olacaktı?
Havalandırma saati boyunca ve sonraki günler boyunca voltada hep bu soruların cevaplarını tartıştık. Ama beklediğim ve umduğum cevapları alamadan direniş ve dayanışma kardeşliğimizin artık bir daha mümkün olamayacağını üzülerek anladım. Ve Y ile son sözlerimizi paylaşıp bir daha aynı havalandırmada ve aynı voltada olmamak üzere vedalaştık.
İçimden “yılların militan ruhlu kardeşliği buraya kadarmış” dedim ve ona düşündüklerimi şöyle ifade ettim, “Birbirimize karşılıklı tüm söyleyeceklerimizi söyledik. Daha fazla konuşmanın bir anlamı yok diye düşünüyorum. Burada bu düşünceler içinde, bir dahaki havalandırma gününde olmayacağım. Yarın ziyaretçi görüşmesinde anneme neden elbise giydiğimi açıkladıktan sonra, tek tip elbiseyi çıkarıp direnişe geri döneceğim. Yolun açık olsun. Kendine iyi bak kardeşim”…
“Oğlum yüreğimi ağzıma getirdin”
Ertesi gün sabah sayımından sonra ziyaret saati başladı… Annem acaba ziyaretime gelecek miydi? Çünkü ona ne mektup yazdım, ne de telgraf gönderdim… Özellikle istemedim. Çünkü Y’yi ikna etmeye gelmiştim ve geçici bir durumdu benimkisi. Dolayısıyla o henüz benim elbise giydiğimden habersizdi. Annem, yani Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği TAYAD’ın “Sultan Ana“sı, ziyaret olsun olmasın, her ziyaret günü hapishane önünde aile dayanışmasının korunması ve içerdeki biz tutsaklarla ilgili gelişmeleri takip etmek için dernekteki diğer yönetici annelerimiz ve babalarımızla birlikte tutsaklarla dayanışma nöbeti tutuyor. Ziyaret saatinde görevli erler ziyaret tektip elbise giyen tutsakların listesini okuyor ve ziyaretçisi gelen varsa onları ziyaret işlemleri için haberdar ediyor. Dolayısıyla bugün annem için çok sürpriz bir gün olacak. Elbise giyebileceğimi aklının ucundan bile geçirmediği için adımın okunduğunu duyduğu anda bunu çok sevimli karşılamayacak. Tam ziyaret saati bitimine yakın, koğuş mazgalı açılıyor ve asker elindeki listeden adımı okuyor. “Sadık Çelik, ziyaretçin var, hazırlan! ”
Hazırlanıp kapı altına gidiyorum. Biraz heyecanlı ve gerginim. Kapı açılıyor ve aylardır ziyarete çıkmayan ayaklarım beni ilk defa ziyaretçi kabinine doğru taşıyor. Asker refakatinde ziyaretçi kabinine gelip bekliyorum.
Annemi aylar sonra yüzünde kaygılı bir ifadeyle buluyorum. Ona “sakın kaygılanma. Bu özel bir durumdu. Elbiseyi Y’yi ikna etmek için giydim. Ama ne yazık ki onu ikna edemedim. Yarın elbiseyi çıkarıp tekrar direniş koğuşuma geri döneceğim. Bugün seni bilgilendirmek için özellikle ziyarete çıkmak istedim. Beni böyle görmeni istemezdim.” Annem durumu anlayınca derin bir nefes alıyor ve diyor ki “oğlum yüreğimi ağzıma getirdin. Adın okunduğunda nasıl kötü olduğumu anlatamam. Sevgi bana ‘Sultan abla bir git gör, belki başka bir durum vardır’ demese adımımı dahi atmayacaktım buraya. Asker adını okunduğunda insanların bana nasıl baktığını unutamam. Böylesi durumlar biz aileler için zor oluyor. Hele bir de TAYAD yöneticilerinden birinin oğlu bunu yaparsa… Bunu ailelere anlatmak çok daha zor oluyor. Aman ha oğlum, sakın ha beni bir daha bu paçavrayı giyip de ziyaretçi kabinine çağırmayasın. Bir daha ziyaretine utanarak gelmek istemem”. Ona, “seni utandırdığım için üzgünüm anne, ama kaygılanma, gelecek sefer utanarak değil, sevinerek geleceksin ziyaretime. O gün için, siz dışarda biz içerde, mücadeleye ve dayanışmaya devam… Bu oğlun, koşullar ne olursa olsun, yalnız olmadığını biliyor. Senin gibi sevgi emeği yüce bir annem olduğu için çok onur duyuyorum. Direnişimizin yanında yer alan bütün anne ve babalarımızı ve kardeşlerimizi de aynı duygularla selamlıyorum. Sizin sevginizin ve şefkatinizin gücüyle başaracağız. Buna inanıyorum.” diyorum. Karanfil yanaklı annem, sevgi dolu buğulu gözlerle bakıyor bana, “evet oğlum, birlikte başaracağız. Sevgim, şefkatim daima seninle ve bütün tutsak evlatlarımla”. Ve annem, ziyaretçi kabininden başı dik, yüreği ferah, el sallayarak ayrılıyor.
“Burada artık duvardan başka bir şey görmeyeceksin!”
Ertesi gün sabah sayımından önce tektip elbiseyi giymedim ve sayım düzenine de çıkmadım. Sayım ekibi içeri girdiğinde ben yatakhanede ranzamda şort atlet oturur halde olacakları karşılamayı bekliyordum. Üsteğmenin sesini duydum önce: “Eee, Sadık Çelik nerede?” Tutsaklardan biri cevap veriyor: “yatakhanede!” Üsteğmen başgardiyana, “girin onu çıkarın!” diyor sertçe. Başgardiyan önde, askerler arkada olmak üzere yatakhaneye giriyor sayım ekibi ve beni yaka paça, çekiştirerek yemekhaneye çıkarıp zorla sayım düzenine sokmaya çalışıyorlar. Üsteğmen yanıma yaklaşıp, “demek bize oyun oynadın. Pekala seni buradan alıyoruz. Seni şimdi çok güzel bir yere götüreceğiz. Orayı çok seveceksin” diyor alaylı bir ifadeyle. Başgardiyan ve askerler beni koğuş yemekhanesinden koğuştaki tutsakların sessiz ve utanç dolu bakışları arasında ite kaka, bağıra çağıra koridora çıkarıyorlar. Koridorda Y’nin kaldığı koğuşun önünden ite kaka götürülürken bir an onu düşünüyorum. Ve “iyi ki aynı koğuşta değilmişiz” diyorum içimden. Çünkü çıkarıldığım koğuştakilerin sayım düzeninde başları önde utanç dolu bakışları arasında Y’nin de olmasını istemezdim gerçekten. Beni aynı bloktaki üçüncü kata çıkarıyorlar. Koridor başındaki tek kişilik hücrenin kapısında durduruyorlar. Annemin sözlerini hatırlıyorum: “evet oğlum, birlikte başaracağız. Sevgim, şefkatım daima seninle ve bütün tutsak evlatlarımla.”
Üsteğmen arkadan gelip, “burada artık duvardan başka bir şey görmeyeceksin!” diyor ve hemen ardından o bir yıl boyunca cezalı olarak kalacağım tek kişilik hücremin kapısını açtırıyor ve böylece yasaklar ve baskılarla dolu hücre günlerim başlıyor…
Hücreme girer girmez ilk yaptığım şey, hücre kapısına yaslanıp sonra da pencereye doğru adımlamak oldu. “Bir, iki, üç, dört, beş”. Bir de duvardan duvara… “Bir, iki, üç, üç buçuk”… Tavana yakın, bir metre arayla iki karış yüksekliğinde bir buçuk metre uzunluğunda iki ayrı küçük gri demir pencerem var. Uzanıp, yarım eğimli pencerelerimi açıyorum. Pencerenin gerisinde tavan hizasından karşı kör havalandırma duvarına uzanan tavan tel örgüsünü görüyorum. Gökyüzünü ya da gökyüzünde uçan kuşları, martıları ya da yükseklerde uçan bir uçağı, ya da gece karanlığında gökyüzünde göz kırpan yıldızları ve ayı görmek ne kadar zor…
Pencerelerin altında küçük bir lavabo var. Onun az ilerisinde sağ köşede bir klozet ve yan tarafında bir metre yüksekliğinde, 50 santim genişliğinde bir ara duvar ve onun da arkasında tabandan tavana monte edilmiş demirden tek kişilik bir ranza. Ranzada askeri yatak, battaniye, yastık ve çarşaf… Ranzanın karşı hizasında, duvar dibinde, plastik bir masa ve sandalye var. Yorgun bedenimi ranzaya taşıyıp uzanıyorum. Sonra da ellerimi başımın altında birleştirip uzun, derin düşüncelere dalıyorum.
Nöbetçi askerin sesiyle uyanıyorum… Öğle yemeği… Asker, hücre kapısının ayak hizasındaki yemek mazgalından tabldot yemeğimi uzatıyor. Bu son derece sağlıksız ve aşağılayıcı yemek servisinden nefret ediyorum.
Hücrem yasaklarla dolu bir kum saati gibi, havalandırma, ziyaret, avukat, mahkeme, hastane, banyo, mektup, kitap yasakları ile günler haftalar aylar ve mevsimler boyu akıyor, akıyor akıyor…
Aylar sonra sessiz ve soğuk kör bir duvara bakan hücremin bana öğrettiği bir şey vardı: Hücrede tek başına olmak ve konuşmayı unutmamak zor zanaat.
Aylardır kendi sesimden başka bir insan sesine, sohbetine hasretim. Gerçekliğin 14 metre kareye sıkıştırılan kahredici etkisinden kurtulmak için müthiş bir hayal gücüne, moral gücüne ihtiyacım var…
Tek başına direnmek
İnsan doğası gereği, toplumsal bir varlık olduğunu ancak çevresindeki insanlarla olan dialoglarıyla hisseder. İnsanın insan tarafından kendi özgür, doğal ekseninden zorla çıkarılıp insansız bir mekana kapatılması kadar insanlık dışı bir cüret olamaz. Dolayısıyla hapishaneyi, devlet, suç ve ceza ilişkisinden doğan normal, doğal caydırıcı bir argüman olarak kabul etmeyi reddediyorum. Çünkü bütün bu verili argümanları reddettiğimizde, hapishane ve esaret kavramlarının insan kaynaklı fiziki koşullarla sınırlanayacağını daha çabuk anlarız.
Buradan kendi esaret koşullarımla olan ilişkime varmak istiyorum. Hücremde yasaklarla çevrili yalnızlığımın aylarca süren en korkunç yanı, bir başkası ile konuşamamam oldu. “Buna katlanmak zorunda olmam ise dayanılacak gibi değil. Başka bir yol başka bir yöntem bulmalıyım ” diye düşünürken hapishane çuvalımda kazara kalan iki özgür kitap, bana “başka bir irade“nin mümkün olduğuna dair en keyifli, en ikna edici yol ve yöntemi fısıldadı. Oriana Fallaci’nin “Bir insan” isimli kitabı ve Vedat Türkali’den “Eski Filmler”…
Düşünsel ve duygusal dünyamın sınırlarını kaldırıp, bu kitapları her gün dönüşümlü olarak yüksek sesle, bir sahne sunumu yapar gibi, tekrar tekrar okumaya başladım. Her gün… her gün…
Nöbetçi askerler delirdiğimi sanıp, arada bir gelip mazgaldan bana bakıyorlardı. Onlardan birine birgün şöyle dedim: “hayır, henüz delirmedim , delirmeyeceğim de… İnsansız, dilsiz, sağır ve kör duvarlarınız, yasaklarınız beni delirtemeyecek! ”
İşte nihayet bir yol bulmuştum. Benim için zaman, mekan, uzam, insan, herşey, 14 metre karenin dışında, bambaşka bir boyutta yaşanıyordu artık. İki kitap dolusu arkadaşım vardı ve ben her gün onlarla aynı öykülerin içinde buluşuyor, özgürce konuşuyordum.
En çok da Oriana Fallaci’nin “Bir insan” adlı romanındaki baş karakter Alekos Panagulis’le konuşmayı ona ses olmayı sevmiştim. Dahası, Panagulis’le kendimi özdeşleştirmiştim. O artık benim için bir roman kahramanı olmanın ötesinde, yeni bir yaşam duruşuydu. Düşünsel dünyamda ufuk açan, baskı ve yasaklar karşısında bana direnme gücü veren bir yoldaşımdı o…
Onu sizlere biraz tanıtmak istiyorum…
Alekos (Alexandros) Panagulis : Yunanistan’lı aktivist, politikacı ve şair olarak bilinir. Yunanistan’da 1967 de yaşanan askeri darbe sonrası siyasal tarihte yerini alan Alekos, 13 ağustos 1968’de amerika destekli darbeci general Papadopoulos’a bombalı saldırıda bulunmuştur. “Bir insanı öldürmeyi hiç istemedim, zaten bir insanı öldüremem, ben bir tiranı öldürmek istedim” diyen Alekos yakalandıktan sonra darbeciler tarafından ESA (yunan gizli polis teşkilatı) merkezine götürülür. 90 gün boyunca yoğun işkence görür. 3 ay boyunca kollarındaki kelepçeler çıkarılmaz, anne ve babası da 60 günden fazla bir süre ESA merkezinde işkencelere tabi tutulur. Alekos, çıkartıldığı mahkemede; “siz beni yargılayamazsınız çünkü siz cuntanın yargıçlarısınız, eğer beni suçsuz bulursanız kendinizi suçlu kabul etmiş olursunuz. eylemim başarıya ulaşmış olsaydı şu an sizler ve darbeyi gerçekleştirenler benim yerimde yargılanacaktınız” der.
5 gün süren dava sonunda Alekos 17 kasım 1968 de idama mahkum edilir ve ardından idam mangasının önüne çıkacağı Aegina adasına götürülür. 3 gün boyunca her an kuşuna dizilmeyi bekler. Bu sırada dünya kamuoyu harekete geçer ve idamın durdurulmasını ister. Verilen kararın infaz edilmemesinin tek şartı general Papadopoulos’un vereceği idamı müebbet hapse çeviren aftır. Bunun için Alekos’un bağışlanma dilekçesine atacağı imza yeterli olacaktır. Kendisine belgeyi getiren subaya şöyle cevap verir: “O bütün dünyaya bağışlanmam için ondan nasıl af dilediğimi ve kendisinin de büyük bir olgunlukla hayatımı geri bağışladığını ilan etmek istiyor. Defol git, imzalamayacağım!”
Alekos 1973’te, 4,5 yıl tutukluluktan sonra Papadopulos’un rejimini serbestleştirmek adına gerçekleştirdiği başarısız bir girişim sonucunda, tüm politik mahkûmların serbest bırakıldığı genel aftan yararlandı.
“İşte başardık anne!”
1986 yılının bir Şubat sabahı havalandırma hoparlörlerinden yankılanan bir anonsla ranzamdan fırladım :
“Dikkat dikkat, bütün tutukluların dikkatine! Yarından itibaren cezaevleri genel müdürlüğü talimatıyla bütün tutuklular havalandırmaya, avukat ve aile ziyaretine ve yargılandıkları mahkemelere normal elbiseleriyle çıkabilecek, ziyaretçilerinin getirdiği giyecek, yiyecek ve ilaçlarını kontrol edilmek kaydıyla alabileceklerdir… ”
“İşte başardık anne!” diyorum sevinçle.
Sevincim-iz duvarlarda yankılanıyor:
“Yaşasın direniş, yaşasın zafer!”
Dünden bugüne, direnmeyi sürdürmek
Tek tip elbisenin yeniden dayatıldığı bugünkü dikta döneminde, 80’lerden yükselen bir sese kulak vererek bitirelim. Birbirini izleyen yönetimlerin aynı yol ve yöntemleri kullandığının açık bir kanıtı olan ve güncelliğini koruyan bu metin, bize bir kez daha, mücadeleden vazgeçmemek gerektiğini hatırlatıyor. “Bizleri düşüncelerimizden vazgeçirmek, kendi köleleri yapmak arzusunda olacaklara diyoruz ki, BAŞARAMAYACAKSINIZ!”
“İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı II no’lu Askeri Mahkeme Başkanlığı’na,
Baştabya/METRİSGeçtiğimiz günlerde dünya ve Türkiye kamuoyunu ayağa kaldıran, yoğun protestolara yol açan, binlerce tutuklunun katıldığı 28–30 gün süren bir açlık direnişi yaşadık. İstanbul’da Metris, Sağmalcılar, Sultanahmet ve Kabakoz cezaevlerinde başlayan, giderek Anadolu’daki cezaevlerinde yaygınlaşan bu direnişin amacı neydi? Hayatlarını ortaya koyarak direnen bu insanlar ne istiyorlardı? Talepleri yasal değil miydi? Yıllardır baskı, pasifikasyon, tüm demokratik ve sosyal hakların gaspedilmesi, insanlık onurunun çiğnenmesine karşı çıkan, işkencenin yasal olmadığını söyleyen biz tutukluların defalarca yaptığı açlık direnişlerinden, sonra, devletin en yetkili sözcüleri tüm haklarımızı vereceklerini söylediler.
Bu sözlerin üzerinden bir kaç ay geçmeden, var olan haklarımızı da gaspederek, yeni yeni yaptırımlar getiriyorlardı. Son olarak, Metris Cezaevi’nde biz tutukluların en doğal ihtiyacı olan kalem, kağıt gibi araçlar da elimizden alınarak, zaten olmayan savunma haklarımız resmen ortadan kaldırıldı. Avukat ve ziyaret mahalline telefonlar konarak görüşmelerimiz banta alınmaya başlandı. Dünyanın hiç bir yerinde kalem, kağıdın, kitabın suç sayıldığı bir ülke yoktur. Hitler, Mussolini, Franko faşizmlerinde dahi, böylesine çirkin ve zavallı yöntemlerle insanlık onuruyla oynamaya kalkılmamıştır. Cunta, tutukluları ve cezaevlerini nasıl görmektedir? Cezaevlerini birer laboratuvar, tutukluları da kobay mı? Üç yıldır İstanbul cezaevlerinde arzuladığı politikayı uygulayamayan, bizlerin insanlık onurunu yok edip, kendi köleleri haline getiremeyenler, hiçbir yasal dayanağı olmayan hücre sistemindeki Sağmalcılar cezaevini açtılar. Yönetenlerin tabiriyle “uslanmayanlar” bu tür cezaevlerine konacaktı. Nedir “uslanmamanın” kıstası? Eğer mahkemeler varsa ve kararlar gerçekten önceden verilmemişse ve bizler tutukluysak, hüküm verilmeden, biz tutuklular “uslanmaz” ilan edilerek hüküm veriliyor ve genel tutukluluk statümüz elimizden alınarak, tek tek hücrelere konuyoruz. Bu nasıl yargı ki, önce uygulaması yapılıyor, sonra yasa çıkartılıyor?
Sağmalcılar Askeri Cezaevi olarak açılan bu Ortaçağ zindanına hangi kritere göre seçildiği bilinmeyen 600 kişi doldurulacak. Şu anda 170 tutuklu var. Ve bunların adları “uslanmayan” oldu. Peki “uslanmayan“dan kasıt nedir? Gerçekten kendi düşüncelerine, düzenlerine güvenenler bunları açıklamalıdır. Açıklamalıdır ki, ak ile kara ortaya çıksın… Açıklayamazlar; çünkü sistemi ve mantığı olmayan faşizmin terör ve demagoji maskesi düşecek, gerçek suçlular, insan haklarını çiğneyenler ortaya çıkacaktır. Sağmalcılar, sivil cezaevi olarak yapıldı. Ve uzun vadede biz devrimci ve yurtseverleri yıpratmak, çeşitli komplolarla karşı karşıya bırakıp, daha yoğun kitlesellikte olan cezaevlerini teslim almak için hücreler biçiminde bu tür cezaevlerine baş vuruldu. Cunta yöneticileri yanılıyor. Şöyle bir dünya devrim tarihine baksalardı, hiç bir faşist ve zorba düzenin zindanının bizleri yıldıramadığını, düşüncelerimizi yok edemediğini görürlerdi. (…)
Tek tip elbise neden giydiriliyor? Aslında giydirilmek istenen elbise değil, bir paçavradır. Her halde cuntanın bizleri çok düşünüp bize elbise verdiğine inanacak kadar “saf” olduğumuzu sanmıyorlar. Tutuklunun yaşamla, özgürlükle olan her türlü bağını kesmek, insanlık onuruyla bağdaşmayan kendi disipline tabi kılmak için, bizim yaşamla bağımızı kuran her türlü şeyi elimizden almak istemektedirler. İşte elbise politikası da bu düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Kitap, defter, kalem, kağıt, havalandırma, ziyaret, avukat yasakları, işkence, dayak gibi uygulamaların olmadığı tek cezaevi yoktur Türkiye’de. Cunta sözcüleri, insan haklarından yana olduğunu iddia ediyor ve kendine güveniyorsa, Türkiye cezaevlerine Af Örgütü ve Kızılhaç’tan bir heyetin gelip görmelerini sağlamalıdır. İnsani amaçlar için kurulan bu örgütlere izin vermemek suçluluğun kanıtıdır. Çünkü her cezaevinde işkence vardır, insanlık dışı uygulamalar vardır. 28 günlük açlık direnişini sürdüren ve yüzlercesi hastaneye kaldırılan, bir çoğu sakat kalan tutuklulara, açlık grevi bırakıldığında yemek dahi verilmeyerek, bir gün sonra nohut gibi yiyecekler verilerek tutuklular resmen ölüme terkedilecektir. Bu da yetmiyormuş gibi, 14 Ağustos 1983 sabah saat 09.00’dan gece 23.00’e kadar tüm koğuşlar operasyondan geçirilip kıyasıya dövülüyorlar ve radyo, televizyon, kitap gibi günlük yaşamda kullanılan her şey ellerinden alınıyordu. Bine yakın tutuklu açlık direnişinden çıkalı ancak bir hafta olmuş ve birçoğu hâlâ hastanede, büyük bir kısmı ise hâlâ hastadır, işte, bu yönetim öylesine insan haklarına uyuyordu ki, bu halde dahi hakları gaspetmek için tüm fırsatları değerlendiriyor, tutukluları biraz daha ezmek için vakit kaybetmiyordu. Şu anda Metris, Sağmalcılar, Bartın, Çanakkale, Malatya, Antakya, Mamak, Diyarbakır, Amasya gibi bir çok cezaevinde yoğun baskı ve işkence sürmekte, 59 tutuklu ve hükümlülere hiç bir sosyal hak verilmemektedir. Açlık direnişini bırakmak zorunda kalan tutukluların bir çoğu hasta ve sakat kalmıştır.
Türkiye’deki ve dünyadaki insan haklarını savunan tüm yurtsever, demokrat ve ilericileri biz tutukluları desteklemeye çağırıyoruz! Biz tutuklular; İnsanlık onurunu yok etmek isteyen askeri yaptırım ve işkenceye teslim olmayacağız! Özgürlüğümüzü yok etmek, yaşamla bağımızı koparmak isteyen cuntanın elbiselerini giymeyeceğiz! Bilim ve kültür düşmanlığı yapıp kitap yasaklayan, savunma hakkımızı yok edip defter, kalem, kağıt yasaklayan, ve bizleri düşüncelerimizden vazgeçirmek, kendi köleleri yapmak arzusunda olacaklara diyoruz ki, BAŞARAMAYACAKSINIZ!”
20.11.1988Devrimci Sol Dava dilekçeleri 12 Eylül Mahkemeleri Dosyası ‑2
Arslan Tayfun Özkök
Sayfa 56
Konu fotoğrafı : “Kanlı Postal” filminden bir sahne. Bu film 12 Eylül Darbesi sırasında Diyarbakır Cezaevinde geçer, Muhammet A.B. Arslan tarafından yönetilmiş ve 11 Eylül 2015’te gösterime girmiştir. (Video)