Türkçe | Français | English

Vic­danı­ma mühür­lü hapis­lik yıl­larımın anıları, bana bugün o yıl­lar­da yaşadığım bir anıyı hatırlattı.

O yıl­ları yaşayan­lar bilir, 12 Eylül 1980 Türkiye­si’nin bir şafak vak­ti hapis­han­eye çeviren cun­tacı gen­er­aller, mily­on­lar­ca insanın özgür­lük­leri­ni ellerinden almak­la kalmayıp onları ken­di kişi­lik­lerinden de vazgeçirm­eye zorladılar.

Cun­tacı gen­er­al­lerin bu “reha­bil­i­ta­sy­on” sürecinin ilk kur­ban­ları da ileri­ci demokrat ve devrim­cil­er olmuş­tu. Baş­ta İst­anb­ul, Ankara ve Diyarbakır’­da olmak üzere bütün askeri hapis­hanel­er korkunç bir “tes­lim alma laboratuarları“na dönüştürülmüştü.

Direnişler, ölüm oruçları

Dik­tatör­lüğün hapis­hanel­erde­ki bu özel savaş strate­jisinin en önem­li yap­tırım aracı ise “tek tip elbise day­at­ması” idi. Tek tip elbise zul­mü her boyut­ta bütün hapis­hanel­erde sür­erken 14 Tem­muz 1982 günü Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde ölüm oru­cu başladı.

Ölüm oru­cun­da Kemal Pir, Mehmet Hayri Dur­muş, Akif Yıl­maz ve Ali Çiçek hay­atını kay­bet­ti. “Tek tip elbise” 1983’te çıkarılan 13–1 Sayılı Genelge ile Ocak 1984’te Metris Askeri Cezaevi’nden başla­yarak tekrar day­atıldı. 14–15 Ocak 1984 tar­i­hinde mah­pus­ların elbiseler­ine el konul­du. 11 Nisan 1984 tar­i­hinde Metris ve Sağ­mal­cılar ceza­evin­de­ki mah­pus­lar, “Tek tip elbise uygu­la­masının kaldırıl­ması”, “İşkencelerin sona erme­si”, “İns­ani ve sosyal yaşam koşullarının düzen­len­mesi” ve “Siyasi tutuk­lu­luk hakkının tanın­ması” tale­p­leriyle açlık gre­vi başlat­tı. 400 mah­pusun katıldığı açlık gre­vi 45’inci gün­den son­ra tale­p­lerin karşılan­ması için ölüm oru­cu­na dönüştü. Direnişin sonu­cun­da Abdul­lah Mer­al, Hay­dar Başbağ, Fatih Oktul­muş ve Hasan Tel­ci hay­atını kaybetti.

Mah­pus­ların protesto­ları sonu­cu cun­ta reji­mi 11 Şubat 1986 tar­i­hinde tek tip kıyafet day­at­masını rafa kaldırdı. Ancak hapis­hanel­erde sorun­lar bitme­di… Hak ihlal­leri, işkence, tecavüz, tecrit ve izo­lasy­on uygu­la­maları, hükümet­lerin (yani devletin) değişmeyen “tes­lim alma poli­tikası” olarak hep devam etti. Ve daha son­ra­ki dönem­lerde de önem­li açlık gre­vi, ölüm oru­cu direniş­leri, katılım, ölüm sayıları, devlet şid­de­ti ile Türkiye tar­i­hine yazıldı. 90’lı yıl­lar­da­ki ceza­e­vi direniş­leri, ölüm oruçları, ken­di­ni yak­malar gibi feda şehit­lik saç­malığı­na dönüştürülmüştür. Yaşa­mak için değil ölmek için köreltilmiştir insan­lar… Yüzlerce değer­li yaşam dolu insan ölüme ve şehit olmaya motive edilmiştir. Hapis­hanel­erde ya da dışar­da bu anlayış ve moti­vasy­on­la ölüme yatırılan insan­lar hiç bir kazanımı olmak­sızın heba edilmiştir.

Tek tip elbise yeniden gündemde

Nitekim tek tip elbise uygu­la­ması yıl­lar son­ra bir devlet poli­tikası olarak 2017’de Cumhur­başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafın­dan yeniden gün­deme getir­il­di ve son çıkan KHK ile de resmileşti. Dahası, özel tip hapis­hanelere yeni­leri eklen­di. Ayrı­ca 2018’de tutuk­lu ve hüküm­lü sayısının 275 bine çıka­cağını öngören Adalet Bakan­lığı, 45 yeni ceza­evi­ni tamam­la­mayı plan­lıy­or ve elbette bun­lar da, eski dönem­lerin aksine, kadın erkek ayır­mak­sızın, “Tek tip elbise” uygu­la­ması­na dahil edilecek…

1980–87 yıl­ları arasın­da Selimiye, Alem­dağ, Kabakoz, Metris ve Sağ­mal­cılar hapis­hanelerinde geçen hapis­lik yıl­larımı geride bırak­tığım 37 yıl son­ra hapis­hanel­er ve“Tek tip elbise” day­at­ması, yeni bir dik­tatör­lük döne­miyle tekrar gün­demde. Bu kez ağır­lık­lı olarak hapsedilen­ler, muhalif gazete­cil­er… (Bu ara­da ben bu satır­ları yazarken o tut­sak gazete­ci meslek­taş ve arkadaşlarım­dan biri; 90’ların “koşaradım­lı” haber fotoğrafçısı Ahmet Şık, tahliye edildi.)

Ahmet Şık tahliye… 9 Mart 2018

Uslanmaz bir hikaye

Hapis­hane anıları pek sevim­li değildir bilirsiniz. Ancak bu sevim­si­z­lik, hapis­hane anılarının bir­in­ci derece sahip­lerinin sevim­si­zliğin­den değil, sis­temin onlara reva gördüğü sevim­si­z­lik­ler­den kay­naklan­mak­tadır. Ki ben­im de yaşadığım bu olmuş­tur. Ancak hiç bir dönem hapis­hane anıları bu kadar “tek tipçi”, bugünkü kadar sevim­siz bu kadar anti özgür­lükçü ve bu kadar “sözün bit­tiği yer” olmamıştı.

Şim­di anlat­a­cağım hikaye ile bu sevim­siz, kahro­lası döne­min künyesi­ni daha iyi anlay­a­cağınızı düşünüyorum.

Toplum­sal ve tar­ih­sel sonuçları bakımın­dan 12 Eylül hapis­hanelerinde yaşanan­lar; aydın­lan­macı, devrim­ci ve özgür­lükçü genç bir kuşağın cun­tacı gen­er­aller karşısın­da­ki olağanüstü direnişi yanın­da, devlet dik­tatör­lüğünün baskı, yasak, terör, korku ve demago­ji ile yarat­tığı yeni tek tipçi apoli­tik, sosyal kuşağın bugüne yan­sıyan özel­lik­leri­ni anla­mamız bakımın­dan da öğreti­ci bir nice­lik ve nite­lik taşı­mak­tadır. Gün­cellersek, “Yıl­lar son­ra tekrar gün­deme getir­ilen tek tip elbise day­at­ması tıp­kı 37 yıl önce olduğu gibi, bir devlet poli­tikası olarak muhal­ifleri tes­lim almayı ve kişi­lik­si­zleştirmeyi amaçla­mak­tadır” diy­o­rum ve sizi “uslan­maz” bir hikay­eye dav­et ediyorum.

Bu hikayenin içinde 80 cun­tasının rehin aldığı bin­lerce gençten biri olarak ben de vardım.

Devrimci Sol ana davası

12 Eylül hukuk­su­zluğu­nun en büyük sem­bol­lerinden biri olan Dev-Sol örgütü ana davasın­da yargılanan 1243 kişi­den biri de bendim. Bu dava 1981 yılın­da 1. Ordu Sıkıyöne­tim Mahkemesinde başlamıştı. ”Örgüt yöneti­cil­iği yap­ma”, ”adam öldürme”, ”kamu malı­na zarar verme”, ”polise mukavemet” gibi çeşitli suçlar­dan dolayı idam, müeb­bet ve fark­lı hapis cezalarının söz konusu olduğu dosyaların bir­leştir­ilmesin­den ortaya çıkan bu dev dava, temy­iz, usul­sü­zlük vs gibi aşamalar­dan geçerek, yıllar­ca sürdü.

Ben 146/1 suçun­dan yargı­landım ve 1987’ye kadar yak­laşık 7,5 yıl tutuk­lu kaldım. Dava 2009 yılın­da sonuç­landı ve hakkım­da beraat kararı ver­il­di. Yargı­tay 2013 yılın­da aynı karar­ları onadı ve Devrim­ci Sol ana davası 32 yıl son­ra tama­men sona ermiş oldu.

Dev-Sol ana davasının 14 Mart 1982’de kaydedilen ve içinde benim de bulunduğum bir arşiv videosu.

(Özür diler­iz, video Youtube’­dan sil­in­miş. Kopy­asını arıyoruz…)

Arşiv video­sun­dan bir kare (00:18)

Diyarbakır zindanının cellatları Metris’te

1983 yılı, cun­tacı gen­er­al­lerin bir tür­lü tes­lim ala­madığı Metris ceza­e­vi açısın­dan önem­li bir dönüm nok­tasıdır. 1982 yılın­da Diyarbakır zin­danın­da Kürt yurt­sev­er­ler­ine olağanüstü baskı ve işkence yön­tem­leri uygu­layan gen­er­aller olağanüstü bir direnişle karşılaşmış ve direnişçil­er­den dört tut­sak ölüm oru­cun­da yaşam­larını feda etmişler­di. Kürt halkının kim­lik uyanışı­na çok önem­li bir katkı sağlayan bu direniş aynı zaman­da baş­ta Metris olmak üzere dik­tatör­lüğün hapis­han­lerinde dire­nen bütün tut­sak­lar için de büyük bir moral kay­nağı olmuş­tur. Diyarbakır zin­danın­da­ki bu vahşet gün­leri­ni yaşayan pek çok Kürt yurt­sev­er tut­sak, bu döne­min trav­malarını uzun yıl­lar atlata­mamıştır. Bu korkunç yıl­ların anıları pek çok şiir, öykü, roman, film, tiy­a­tro ve resme de konu olmuştur.

28 günlük açlık grevi ve Diyarbakır zindanından gelen uzman işkence kurmayı

Metris direniş tar­i­hi açısın­dan ve aynı zaman­da içerde­ki sol otoritelerin açlık gre­vi kur­maylığının zaafa uğradığı ilk kırıl­ma, 1983 yılın­da (Tem­muz Ağus­tos) gerçek­leşen 28 gün­lük açlık gre­vi yenilgisidir.

1983 yılı başların­dan itibaren baskılar artarak yoğun­laşıy­or­du. Önce tut­sak­ların yaza­cağı mek­t­up sayısı haf­ta­da iki taneyle sınır­landı. Son­ra, mek­t­up yaza­cak kalem ve kağıt bulun­durul­ması yasak­landı. Böyle­lik­le, hem tut­sak­ların savun­ma olanakları ellerinden alınırken, hem de yakın­larıy­la haber­leşmeleri engel­len­miş oluy­or­du. Kısa bir süre son­ra traş olu­nacak jilet bile bulun­maz oldu. Kita­plar toplanıy­or, hava­landır­maya çık­ma yasak­lanıy­or­du. Sağ­mal­cılar özel tip ceza­evinin tamam­landığı gün­lere denk düşen bu süreçte bu uygu­la­maların tesadüf olmadığını tek­tip elbise day­at­masının gün­deme geldiği gün­lerde analay­a­cak­tık. Sis­tem­atik olarak tır­mandırılan bu psikolo­jik baskı ve yasak­ların kur­maylığını ise, Diyarbakır zin­danın­dan gelen işkence uzmanı Muzaf­fer Bin­başı yapıyordu.

Gen­er­al­lerin Metris’i “tes­lim alma” pro­gramını boz­mak amacıy­la, Tem­muz ayın­da 2000 (evet, ikib­in) tut­sak açlık grevine başladı. Ancak direniş kesin­ti­siz bir moral ve karar­lılık­la devam ettir­ilip tale­p­lerin kesin ve net bir kazanım­la sonuç­landırıl­ması gerek­tiği düşünülülürken, bin­başı Muzaf­fer kur­maylığın­da­ki ceza­e­vi yöne­ti­mi ani bir manevra yap­tı. Tut­sak­lara eşof­man­ları ver­il­erek, tek tip elbis­enin giy­ilme­si için kim­s­enin zor­lan­may­a­cağı, diğer tale­p­lerin de zaman­la yer­ine getir­ile­ceği sözü ver­il­di. Oysa bu bir aldat­macay­dı ve direnişin kitle­sel gücünü ve etk­isi­ni kır­mak için akıl­lı­ca düşünülmüştü. Direnişte­ki örgütlü sol otoritelerin hemen hep­si bu ani ve şaşırtıcı manevrayı tam anlaya­madan direnişi son­landır­maya karar verdil­er ve 28 gün süren açlık gre­vi bırakıldı. Gerçek­ten ver­ilen sözler yer­ine getir­ile­cek miydi?

1982, açık görüş.
Sadık Çelik sol üstte, Sul­tan Çelik, sağ­dan ikinci.

1984 ölüm orucundan önce

Açlık grevinin 28. günü Metris Ceza evin­de bu soruyu soran 3 bağım­sız otonom devrim­ci tut­sak (bun­lar­dan biri de bendim) bunun bir aldat­maca olduğunu, direnişin bütün tale­pler yer­ine getir­ilme­den son­landırıl­masının yan­lış olduğunu söyley­erek açlık grevine davam ede­cek­leri­ni açıkladılar.

E‑20 Hasta­lar koğuşun­da kalan bu üç tut­sağın direnişe devam etme kararı, Metris’in sol otoriteleri tarafın­dan, “gerek­siz ve anarşistçe” bulun­muş­tu. Biz adımızı koy­madan onlar biz­den önce davran­mışlardı. Yalan yok. Ken­di adı­ma bu ada içten içe sevmiş­tim de. Direnişimizin 30. günü ilk kez bu kadar uzun süre­li açlık gre­vi ile karşılaşan ceza­e­vi yöne­ti­mi paniklemişti. Bizi apar topar ceza­e­vi revirine kaldırıp zor­la serum tak­maya çalıştı. Seru­mu red­det­mem­iz üzer­ine de, önce bir­im­izi son­ra da diğer ikimizi ambu­lansla Hay­darpaşa Askeri Has­tane­sine götürdüler. Has­tanede dok­tor­ların serum telkin­leri­ni red­det­meyi sürdürünce, dok­tor­lar, direnişi has­tanede bırakan tut­sak­lar aracılığıy­la bizi ikna etm­eye çalıştılar. İlk iki gün bütün ikna çabalarını red­det­tik ancak 32. gün ken­di iradem­i­zle bir­lik­te karar ver­erek direnişimizi tamam­ladık. Çünkü amacımız baskı ve yasak­ları ve ama aynı zaman­da bu baskı ve yasak­lara karşı başlat­tığımız açlık direnişi­ni yenil­giye götüren sol otoritelerin tutarsı­zlığını protesto etmek­ti. Çok geçme­den direnişin söz ver­ilen kazanım­ları yer­ine getir­ilme­den baskı ve yasak­lar sin­sice tekrar gün­deme getirildi.

Böylece 1984 ölüm oru­cu direnişine giden o tra­jik süreçte başlamış oldu. Eğer 28 gün­lük açlık direnişi­ni 2000 kişiyle birkaç gün daha sürdüre­bilme karar­lılığını ve uyanık­lığını göstere­bilsey­dik, 84 ölüm oru­cu direnişi de olmayacaktı.

1984’deki ölüm oru­cu direnişinin ardın­dan yaşanan kısa bir aradan son­ra 1985’de Metris’te baskılar yeniden gündemdeydi.

Cun­tacı gen­er­aller 1983’te, “tes­lim olmayan”, yani “uslan­mayan” direnişçil­er için yap­tırdık­ları Sağ­mal­cılar Özel Tip Hapis­hanesi­ni ikin­ci grup uslan­ma­zlar için tekrar devr­eye sok­tu­lar. Yüzlerce tut­sak Metris Askeri Ceza­e­vi’n­den alınıp Sağ­mal­cılar Özel Tip Hapis­hane­sine sürgün edildiler.

En yakın arkadaşım tek tip elbiseyi giymiş…

Bu uslan­maz sürgün­lerin arasın­da, bağım­sız otonom bir devrim­ci olarak ben de yer almaktaydım.

Sağ­mal­cılar Özel Tip Hapis­hanesinde tek tip elbise ve yap­tırım­lar­la karşı­landık. Tek tip elbiseyi ve ahlak dışı ara­mayı kab­ul etmediğimiz için kaba dayak ve falakaya maruz bırakıldık.

Sadık Çelik, Metris Ceza­e­vi, 1982

Eh, nede olsa adımız “uslanmaz“a çık­mıştı. Onlara asla uslan­may­a­cağımızı göster­meliy­dik. Günün sonun­da kapı altın­da paçavraya dönen yırtık tek tip elbisel­er, kan ve revan içinde kori­dor­lar­da sürük­le­nen yaralı ve yorgun beden­ler­im­iz ve slo­gan­larımızın yankısı vardı sadece. 6’şar kişi­lik hücrelere atıldık. Kısa sürede yaralarımızı sarıp yeni hücre tipi yaşan­tımıza başladık.

Duy­dum ki “dışar­da ve içerde en yakın arkadaşım” dediğim ve Metris’te onlar­ca dilekç­eye rağ­men bir tür­lü aynı koğuş­ta bir araya gelemediğim yoldaşım “Y” tek tip elbiseyi giymiş… Bu çok sarsıcı ve üzücü bir durum­du ve ben birşeyler yap­malıy­dım. Düşündüm taşındım ve sür­priz bir karar verdim. Tek tip elbise giyip Y’nin yanı­na git­mek için ceza evi yöne­timine dilekçe yaza­cak­tım. Ama önce bu kararımı bir­lik­te kaldığım arkadaşları­ma açık­la­malıy­dım. Onlara neden böyle sür­priz bir karar verdiği­mi açık­ladığım­da beni anlayışla ve saygıy­la karşıladılar. Bir arkadaşım, “bu bir delilik ama den­e­m­eye değer” demişti.

Erte­si gün sabah sayımın­da dilekçeyi baş gardiyana uzat­tım. Sayım­dan son­ra eşyalarımı hazır­layıp bek­le­m­eye koyul­dum. Öğl­eye doğru hücrem­izin maz­galı açıldı ve baş gardiyan, “Sadık Çelik, dilekçen kab­ul edil­di. Eşyalarını topla ve çık!” dedi. Ben hazırdım zaten…

Koğuş arkadaşlarım­la vedalaştım ve bir süre önce kan­lar içinde sürük­lendiğim kori­dor­ları gardiyan­lar eşliğinde yürüy­erek geçip B blok’a geldim. Baş gardiyan ve üsteğ­men sev­inçliy­di. İşte nihayet bir uslan­mazı tes­lim almışlardı! Ben ise bıyık altın­dan baş­ka bir sev­inç ve heye­can yaşıy­or­dum. Y’nin kaldığı koğuşun önüne geldiğimizde, Üsteğ­men, “Sadık Çelik seni yan­da­ki koğuşa yer­leştiriy­oruz. Ama mer­ak etme, arkadaşın­la aynı hava­landır­maya çıka­cak­sın” dedi. Baş gardiyan ise “al bakalım, bu da yeni elbisen” diy­erek, elin­de­ki tek tip elbise poşe­ti­ni bana uzat­tı. Biraz ilerledik­ten son­ra bana yan­da­ki koğuşun kapısını açtılar. Koğuş­ta­ki tek­tip elbiseli tut­sak­lar beni gülüm­sey­erek karşıladılar. Bazılarını Metris Ceza­evin­den hatır­lıy­o­rum. E.B. davaların­dan yargılanan tut­sak­lardı bun­lar. Kısa bir soh­betin ardın­dan bana yat­a­cağım ran­za­yı gös­teridil­er. Eşyalarımı alıp ran­za­ma geç­tim. Ama o tek tip elbise ran­za­mın bir köşesinde bir süre öylece kalıp bek­le­di. Bir tür­lü elim gideme­di. Net­icede alıp giyiniy­o­rum. Giyinirken, ken­di kendime, “ne kadar da soğuk­muş” dediği­mi hatırlıyorum…

Öğle­den son­ra ikin­ci hava­landır­ma sean­sı var. Koğuş­tak­ilere Y’e sür­priz yapacağımı, seslenip soran olur­sa adımı söyle­memeleri­ni rica ediy­o­rum. “Tamam” diy­or­lar. Ve ortak hava­landır­ma kapısı açılıyor…

Mamak 1981

Hava­landır­maya koğuş numarası sırası­na göre çıkarıldığı için gardiyan­lar önce Y’nin kaldığı koğuşun kapısını açıy­or­lar. Bir kaç daki­ka son­ra da ben­im kaldığım koğuşun kapısını. Ve işte arkadaşım sonun­da karşımda…

Beni karşısın­da, tek tip elbise içinde görünce şaşkın, kalakalıy­or önce. Son­ra yoldaşça kucak­laşıp sarılıy­oruz birbirimize…

Hava­landır­manın bir köşesinde duvar dibinde yan yana voltaya başlıy­oruz. Ona diy­o­rum ki, “buraya senin­le konuş­mak için geldim, elbise bahane”. “Yani son­ra tek tipi çıkara­cak mısın?” diye soruy­or hayre­tle. Ona gülüm­sey­erek cevap veriy­o­rum, “evet, bel­ki de bir­lik­te çıkarırız tek tipi”. Bir an durup susuy­or ve son­ra şöyle devam ediy­or: “seni anlıy­o­rum ve saygı duyuy­o­rum. Ancak ben artık bu konu­da senden fark­lı düşünüy­o­rum. Disi­plin cezaları gibi şeyler­le hapis­liği uzat­mak istemiy­o­rum. Ben ken­di hal­imde kalıp bir an önce tahliye olmak istiy­o­rum.” diy­or. Bu normalde bir çok insanın ter­ci­hi, ancak ben yine de mil­i­tan bir direnişçi­den bunu duy­mayı bek­lemiy­or­dum açıkçası. O an ne diye­ceği­mi bileme­den, ses­sizce voltaya devam ettim bir süre. Son­ra tek tip elbise uygu­la­masının gerçek­te neyi amaçladığı ve sonuçlarının neye mal ola­cağı üzer­ine konuş­maya başladım. Onu tek tip elbiseyi çıkar­ması için ikna etmek istiy­or­dum. Onun baskı koşulları­na karşı nasıl direndiği­ni biliyordum.

Kolay kolay pes ede­cek, yıl­gın­lığa düşe­cek biri değil­di. 12 Eylül 1980 günü dik­tatör­lüğün asker­leri­ni Alem­dağ askeri ceza­evin­de onun­la omuz omuza direnerek karşılamıştık. Yarı çocuk gençliğimizi çalan gen­er­allere olan öfkem­iz çok büyük­tü ve bu hak­lı öfkenin önüne geçe­cek hiç bir güç tanımıy­or­duk. Üste­lik otorit­er örgüt­sel ide­olo­jik hiy­er­arşinin dışı­na çık­mış, bağım­sız iki devrim­ci birey­dik. Çünkü cun­tacı gen­er­al­lerin hapis­hanel­erde sis­tem­atik olarak sürdürdüğü baskı yasak ve işkence terörüne karşı “bağım­sız bireyler ” olarak karşı koy­mak çok daha zor hat­ta imkan­sızdı. Ve biz bu gerçek­liği delice bir cesare­tle aşmak zorun­day­dık; nitekim bunu başar­mıştık da. Biz bağım­sız devrim­ci birey­leri dik­tatör­lüğe karşı mücadelede ayak­ta tutan tek şey, dışar­da çok daha zor koşullar­da biz­im için birşeyler yap­maya çalışan aileler­im­izin ve yakın­larımızın bize olan büyük sevgisi ve dayanış­masıy­dı. Özel­lik­le anneler­im­izin direniş ve dayanış­ması, biz­im direniş ve dayanış­mamızın biri­cik moral kay­nağıy­dı. Sanıldığının aksine yal­nız ve çare­siz değildik. Yani koşullar ne olur­sa olsun, ikimiz de halk düş­manı gen­er­al­lerin terörüne tes­lim olmamıştık. Peki şim­di neden bu ayrı­ma gelmiştik? Değişen ney­di? Cun­tacılar direnişin kitle­sel­liği­ni ve hak­lılığını ölüm­ler­im­iz pahası­na 5 yıldır kır­maya, etk­i­si­zleştirm­eye çalışırken tek tip elbiseyi giymek neyin çözümü olacaktı?

Hava­landır­ma saati boyun­ca ve son­ra­ki gün­ler boyun­ca volta­da hep bu soru­ların cevap­larını tartıştık. Ama bek­lediğim ve umduğum cevap­ları ala­madan direniş ve dayanış­ma kardeşliğimizin artık bir daha mümkün ola­may­a­cağını üzülerek anladım. Ve Y ile son söz­ler­im­izi pay­laşıp bir daha aynı hava­landır­ma­da ve aynı volta­da olma­mak üzere vedalaştık.

İçimd­en “yıl­ların mil­i­tan ruh­lu kardeşliği buraya kadar­mış” ded­im ve ona düşündük­ler­i­mi şöyle ifade ettim, “Bir­bir­im­ize karşılık­lı tüm söyleye­cek­ler­im­izi söyledik. Daha fazla konuş­manın bir anlamı yok diye düşünüy­o­rum. Bura­da bu düşüncel­er içinde, bir daha­ki hava­landır­ma gününde olmay­a­cağım. Yarın ziyaretçi görüşmesinde anneme neden elbise giy­diği­mi açık­ladık­tan son­ra, tek tip elbiseyi çıkarıp direnişe geri döneceğim. Yol­un açık olsun. Kendine iyi bak kardeşim”

Oğlum yüreğimi ağzıma getirdin”

Erte­si gün sabah sayımın­dan son­ra ziyaret saati başladı… Annem aca­ba ziyare­time gele­cek miy­di? Çünkü ona ne mek­t­up yazdım, ne de tel­graf gön­derdim… Özel­lik­le istemed­im. Çünkü Y’yi ikna etm­eye gelmiş­tim ve geçi­ci bir durum­du ben­imk­isi. Dolayısıy­la o henüz ben­im elbise giy­diğim­den haber­siz­di. Annem, yani Tutuk­lu ve Hüküm­lü Aileleri Yardım­laş­ma Derneği TAYAD’ın “Sul­tan Ana“sı, ziyaret olsun olmasın, her ziyaret günü hapis­hane önünde aile dayanış­masının korun­ması ve içerde­ki biz tut­sak­lar­la ilgili gelişmeleri takip etmek için dernek­te­ki diğer yöneti­ci anneler­im­iz ve babalarımı­zla bir­lik­te tut­sak­lar­la dayanış­ma nöbeti tutuy­or. Ziyaret saatinde görevli erler ziyaret tek­tip elbise giyen tut­sak­ların lis­tesi­ni okuy­or ve ziyaretçisi gelen varsa onları ziyaret işlem­leri için hab­er­dar ediy­or. Dolayısıy­la bugün annem için çok sür­priz bir gün ola­cak. Elbise giye­bile­ceği­mi aklının ucun­dan bile geçirmediği için adımın okun­duğunu duy­duğu anda bunu çok sevim­li karşıla­may­a­cak. Tam ziyaret saati bitimine yakın, koğuş maz­galı açılıy­or ve asker elin­de­ki list­e­den adımı okuy­or. “Sadık Çelik, ziyaretçin var, hazırlan! ”

Hazır­lanıp kapı altı­na gidiy­o­rum. Biraz heye­can­lı ve gergin­im. Kapı açılıy­or ve aylardır ziyarete çık­mayan ayak­larım beni ilk defa ziyaretçi kabi­nine doğru taşıy­or. Asker refakatinde ziyaretçi kabi­nine gelip bekliyorum.

Sultan Çelik

Sul­tan Çelik

Anne­mi aylar son­ra yüzünde kaygılı bir ifadeyle buluy­o­rum. Ona “sakın kaygılan­ma. Bu özel bir durum­du. Elbiseyi Y’yi ikna etmek için giy­dim. Ama ne yazık ki onu ikna edemed­im. Yarın elbiseyi çıkarıp tekrar direniş koğuşu­ma geri döneceğim. Bugün seni bil­gilendirmek için özel­lik­le ziyarete çık­mak iste­d­im. Beni böyle gör­meni iste­mezdim.” Annem duru­mu anlayın­ca derin bir nefes alıy­or ve diy­or ki “oğlum yüreği­mi ağzı­ma getirdin. Adın okun­duğun­da nasıl kötü olduğu­mu anlata­mam. Sev­gi bana ‘Sul­tan abla bir git gör, bel­ki baş­ka bir durum vardır’ demese adımımı dahi atmay­a­cak­tım buraya. Asker adını okun­duğun­da insan­ların bana nasıl bak­tığını unuta­mam. Böyle­si durum­lar biz ailel­er için zor oluy­or. Hele bir de TAYAD yöneti­ci­lerinden birinin oğlu bunu yaparsa… Bunu ailelere anlat­mak çok daha zor oluy­or. Aman ha oğlum, sakın ha beni bir daha bu paçavrayı giyip de ziyaretçi kabi­nine çağır­mayasın. Bir daha ziyare­tine uta­narak gelmek iste­mem”. Ona, “seni utandırdığım için üzgünüm anne, ama kaygılan­ma, gele­cek sefer uta­narak değil, sevinerek gele­ceksin ziyare­time. O gün için, siz dışar­da biz içerde, mücadel­eye ve dayanış­maya devam… Bu oğlun, koşullar ne olur­sa olsun, yal­nız olmadığını biliy­or. Senin gibi sev­gi emeği yüce bir annem olduğu için çok onur duyuy­o­rum. Direnişimizin yanın­da yer alan bütün anne ve babalarımızı ve kardeş­ler­im­izi de aynı duygu­lar­la selam­lıy­o­rum. Sizin sevginizin ve şefka­tinizin gücüyle başara­cağız. Buna inanıy­o­rum.” diy­o­rum. Karan­fil yanaklı annem, sev­gi dolu buğu­lu gözler­le bakıy­or bana, “evet oğlum, bir­lik­te başara­cağız. Sevgim, şefka­tim daima senin­le ve bütün tut­sak evlat­larım­la”. Ve annem, ziyaretçi kabinin­den başı dik, yüreği fer­ah, el sal­la­yarak ayrılıyor.

 

Burada artık duvardan başka bir şey görmeyeceksin!”

Erte­si gün sabah sayımın­dan önce tek­tip elbiseyi giymed­im ve sayım düze­nine de çık­madım. Sayım ekibi içeri girdiğinde ben yatakhanede ran­za­m­da şort atlet otu­rur halde ola­cak­ları karşıla­mayı bek­liy­or­dum. Üsteğ­menin sesi­ni duy­dum önce: “Eee, Sadık Çelik nerede?” Tut­sak­lar­dan biri cevap veriy­or: “yatakhanede!” Üsteğ­men baş­gardiyana, “girin onu çıkarın!” diy­or sertçe. Baş­gardiyan önde, asker­ler arka­da olmak üzere yatakhan­eye giriy­or sayım ekibi ve beni yaka paça, çek­iştir­erek yemekhan­eye çıkarıp zor­la sayım düze­nine sok­maya çalışıy­or­lar. Üsteğ­men yanı­ma yak­laşıp, “demek bize oyun oynadın. Pekala seni buradan alıy­oruz. Seni şim­di çok güzel bir yere götüre­ceğiz. Orayı çok seve­ceksin” diy­or alaylı bir ifadeyle. Baş­gardiyan ve asker­ler beni koğuş yemekhanesin­den koğuş­ta­ki tut­sak­ların ses­siz ve utanç dolu bakışları arasın­da ite kaka, bağıra çağıra kori­do­ra çıkarıy­or­lar. Kori­dor­da Y’nin kaldığı koğuşun önün­den ite kaka götürülürken bir an onu düşünüy­o­rum. Ve “iyi ki aynı koğuş­ta değilmişiz” diy­o­rum içim­den. Çünkü çıkarıldığım koğuş­tak­i­lerin sayım düzeninde başları önde utanç dolu bakışları arasın­da Y’nin de olmasını iste­mezdim gerçek­ten. Beni aynı blok­ta­ki üçüncü kata çıkarıy­or­lar. Kori­dor başın­da­ki tek kişi­lik hücrenin kapısın­da dur­du­ruy­or­lar. Anne­min söz­leri­ni hatır­lıy­o­rum: “evet oğlum, bir­lik­te başara­cağız. Sevgim, şefkatım daima senin­le ve bütün tut­sak evlatlarımla.”

Büyüt­mek için tıklayınız

Üsteğ­men arkadan gelip, “bura­da artık duvar­dan baş­ka bir şey görmeye­ceksin!” diy­or ve hemen ardın­dan o bir yıl boyun­ca ceza­lı olarak kala­cağım tek kişi­lik hücremin kapısını açtırıy­or ve böylece yasak­lar ve baskılar­la dolu hücre gün­ler­im başlıyor…

Hücreme gir­er girmez ilk yap­tığım şey, hücre kapısı­na yaslanıp son­ra da pencer­eye doğru adım­la­mak oldu. “Bir, iki, üç, dört, beş”. Bir de duvar­dan duvara… “Bir, iki, üç, üç buçuk”… Tavana yakın, bir metre aray­la iki karış yük­sek­liğinde bir buçuk metre uzun­luğun­da iki ayrı küçük gri demir pencerem var. Uzanıp, yarım eğim­li pencereler­i­mi açıy­o­rum. Pencerenin gerisinde tavan hiza­sın­dan karşı kör hava­landır­ma duvarı­na uzanan tavan tel örgüsünü görüy­o­rum. Gökyüzünü ya da gökyüzünde uçan kuşları, martıları ya da yük­sek­lerde uçan bir uçağı, ya da gece karan­lığın­da gökyüzünde göz kır­pan yıldı­zları ve ayı görmek ne kadar zor…

Pencerelerin altın­da küçük bir lavabo var. Onun az ilerisinde sağ köşede bir klozet ve yan tarafın­da bir metre yük­sek­liğinde, 50 san­tim genişliğinde bir ara duvar ve onun da arkasın­da taban­dan tavana monte edilmiş demir­d­en tek kişi­lik bir ran­za. Ran­za­da askeri yatak, bat­taniye, yastık ve çarşaf… Ran­zanın karşı hiza­sın­da, duvar dibinde, plas­tik bir masa ve san­da­lye var. Yorgun beden­i­mi ran­za­ya taşıyıp uzanıy­o­rum. Son­ra da eller­i­mi başımın altın­da bir­leştirip uzun, derin düşüncelere dalıyorum.

Büyüt­mek için tıklayınız

Nöbetçi askerin sesiyle uyanıy­o­rum… Öğle yemeği… Asker, hücre kapısının ayak hiza­sın­da­ki yemek maz­galın­dan tabldot yemeği­mi uza­tıy­or. Bu son derece sağlık­sız ve aşağılayıcı yemek servisin­den nefret ediyorum.

Hücrem yasak­lar­la dolu bir kum saati gibi, hava­landır­ma, ziyaret, avukat, mahkeme, has­tane, banyo, mek­t­up, kitap yasak­ları ile gün­ler haf­ta­lar aylar ve mevsim­ler boyu akıy­or, akıy­or akıyor…

Aylar son­ra ses­siz ve soğuk kör bir duvara bakan hücremin bana öğret­tiği bir şey vardı: Hücrede tek başı­na olmak ve konuş­mayı unut­ma­mak zor zanaat.

Aylardır ken­di ses­im­den baş­ka bir insan sesine, soh­be­tine has­re­tim. Gerçek­liğin 14 metre kar­eye sıkıştırılan kahredi­ci etk­isin­den kur­tul­mak  için müthiş bir hay­al gücüne, moral gücüne ihtiy­acım var…

Tek başına direnmek

İns­an doğası gereği, toplum­sal bir var­lık olduğunu ancak çevresin­de­ki insan­lar­la olan dialoglarıy­la hisseder. İns­anın insan tarafın­dan ken­di özgür, doğal eks­enin­den zor­la çıkarılıp insan­sız bir mekana kap­atıl­ması kadar insan­lık dışı bir cüret ola­maz. Dolayısıy­la hapis­haneyi, devlet, suç ve ceza ilişk­isin­den doğan nor­mal, doğal cay­dırıcı bir argü­man olarak kab­ul etmeyi red­dediy­o­rum. Çünkü bütün bu ver­ili argü­man­ları red­det­tiğimizde, hapis­hane ve esaret kavram­larının insan kay­naklı fizi­ki koşullar­la sınır­lanay­a­cağını daha çabuk anlarız.

Buradan ken­di esaret koşullarım­la olan ilişkime var­mak istiy­o­rum. Hücremde yasak­lar­la çevrili yal­nı­zlığımın aylar­ca süren en korkunç yanı, bir başkası ile konuşa­ma­mam oldu. “Buna kat­lan­mak zorun­da olmam ise dayanıla­cak gibi değil. Baş­ka bir yol baş­ka bir yön­tem bul­malıyım ” diye düşünürken hapis­hane çuvalım­da kazara kalan iki özgür kitap, bana “baş­ka bir irade“nin mümkün olduğu­na dair en key­i­fli, en ikna edi­ci yol ve yön­te­mi fısıl­dadı.  Ori­ana Fal­laci’nin “Bir insan” isim­li kitabı ve Vedat Türkali’­den “Eski Film­ler”

Düşünsel ve duy­gusal dünyamın sınır­larını kaldırıp, bu kita­pları her gün dönüşüm­lü olarak yük­sek sesle, bir sahne sunumu yapar gibi, tekrar tekrar oku­maya başladım. Her gün… her gün…

Nöbetçi asker­ler delirdiği­mi sanıp, ara­da bir gelip maz­gal­dan bana bakıy­or­lardı. Onlar­dan birine birgün şöyle ded­im: “hayır, henüz delirmed­im , delirmeye­ceğim de… İns­ans­ız, dil­siz, sağır ve kör duvar­larınız, yasak­larınız beni delirtemeyecek! ”

İşte nihayet bir yol bul­muş­tum. Ben­im için zaman, mekan, uzam, insan, herşey, 14 metre karenin dışın­da, bam­baş­ka bir boyut­ta yaşanıy­or­du artık. İki kitap dolusu arkadaşım vardı ve ben her gün onlar­la aynı öykü­lerin içinde buluşuy­or, özgürce konuşuyordum.

En çok da Ori­ana Fal­laci’nin “Bir insan” adlı romanın­da­ki baş karak­ter Alekos Panag­ulis’le konuş­mayı ona ses olmayı sevmiş­tim. Dahası, Panag­ulis’le kendi­mi özdeşleştir­miş­tim. O artık ben­im için bir roman kahra­manı olmanın ötesinde, yeni bir yaşam duruşuy­du. Düşünsel dünyam­da ufuk açan, baskı ve yasak­lar karşısın­da bana diren­me gücü veren bir yoldaşımdı o…


Onu sizlere biraz tanıtmak istiyorum…
Alekos (Alexandros) Panagulis : Yunanistan’lı aktivist, politikacı ve şair olarak bilinir. Yunanistan’da 1967 de yaşanan askeri darbe sonrası siyasal tarihte yerini alan Alekos, 13 ağustos 1968’de amerika destekli darbeci general Papadopoulos’a bombalı saldırıda bulunmuştur. “Bir insanı öldürmeyi hiç istemedim, zaten bir insanı öldüremem, ben bir tiranı öldürmek istedim” diyen Alekos yakalandıktan sonra darbeciler tarafından ESA (yunan gizli polis teşkilatı) merkezine götürülür. 90 gün boyunca yoğun işkence görür. 3 ay boyunca kollarındaki kelepçeler çıkarılmaz, anne ve babası da 60 günden fazla bir süre ESA merkezinde işkencelere tabi tutulur. Alekos, çıkartıldığı mahkemede;  “siz beni yargılayamazsınız çünkü siz cuntanın yargıçlarısınız, eğer beni suçsuz bulursanız kendinizi suçlu kabul etmiş olursunuz. eylemim başarıya ulaşmış olsaydı şu an sizler ve darbeyi gerçekleştirenler benim yerimde yargılanacaktınız” der.
5 gün süren dava sonunda Alekos 17 kasım 1968 de idama mahkum edilir ve ardından idam mangasının önüne çıkacağı Aegina adasına götürülür. 3 gün boyunca her an kuşuna dizilmeyi bekler. Bu sırada dünya kamuoyu harekete geçer ve idamın durdurulmasını ister. Verilen kararın infaz edilmemesinin tek şartı general Papadopoulos’un vereceği idamı müebbet hapse çeviren aftır. Bunun için Alekos’un bağışlanma dilekçesine atacağı imza yeterli olacaktır. Kendisine belgeyi getiren subaya şöyle cevap verir: “O bütün dünyaya bağışlanmam için ondan nasıl af dilediğimi ve kendisinin de büyük bir olgunlukla hayatımı geri bağışladığını ilan etmek istiyor. Defol git, imzalamayacağım!”
Alekos 1973’te, 4,5 yıl tutukluluktan sonra Papadopulos’un rejimini serbestleştirmek adına gerçekleştirdiği başarısız bir girişim sonucunda, tüm politik mahkûmların serbest bırakıldığı genel aftan yararlandı.

Açlık grevin­den son­ra tahliye.
1987, TAYAD Istan­bul bürosu.

İşte başardık anne!”

1986 yılının bir Şubat sabahı hava­landır­ma hopar­lör­lerinden yankılanan bir anon­sla ran­za­m­dan fırladım :

Dikkat dikkat, bütün tutuk­lu­ların dikka­tine! Yarın­dan itibaren ceza­ev­leri genel müdür­lüğü tal­i­matıy­la bütün tutuk­lu­lar hava­landır­maya, avukat ve aile ziyare­tine ve yargı­landık­ları mahkemelere nor­mal elbiseleriyle çık­a­bile­cek, ziyaretçi­lerinin getirdiği giye­cek, yiye­cek ve ilaçlarını kon­trol edilmek kay­dıy­la alabileceklerdir… ”

İşte başardık anne!” diy­o­rum sevinçle.

Sevincim-iz duvar­lar­da yankılanıyor:

Yaşasın direniş, yaşasın zafer!”

Dünden bugüne, direnmeyi sürdürmek

Tek tip elbis­enin yeniden day­atıldığı bugünkü dik­ta döne­minde, 80’lerden yük­se­len bir sese kulak ver­erek bitire­lim. Bir­biri­ni izleyen yöne­tim­lerin aynı yol ve yön­tem­leri kul­landığının açık bir kanıtı olan ve gün­cel­liği­ni koruyan bu metin, bize bir kez daha, mücadele­den vazgeçmemek gerek­tiği­ni hatır­latıy­or. “Biz­leri düşünceler­im­iz­den vazgeçirmek, ken­di köleleri yap­mak arzusun­da ola­cak­lara diy­oruz ki, BAŞARAMAYACAKSINIZ!”

İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı II no’lu Askeri Mahkeme Başkanlığı’na,
Baştabya/METRİS
Geçtiğimiz günlerde dünya ve Türkiye kamuoyunu ayağa kaldıran, yoğun protestolara yol açan, binlerce tutuklunun katıldığı 28–30 gün süren bir açlık direnişi yaşadık. İstanbul’da Metris, Sağmalcılar, Sultanahmet ve Kabakoz cezaevlerinde başlayan, giderek Anadolu’daki cezaevlerinde yaygınlaşan bu direnişin amacı neydi? Hayatlarını ortaya koyarak direnen bu insanlar ne istiyorlardı? Talepleri yasal değil miydi? Yıllardır baskı, pasifikasyon, tüm demokratik ve sosyal hakların gaspedilmesi, insanlık onurunun çiğnenmesine karşı çıkan, işkencenin yasal olmadığını söyleyen biz tutukluların defalarca yaptığı açlık direnişlerinden, sonra, devletin en yetkili sözcüleri tüm haklarımızı vereceklerini söylediler.
Bu sözlerin üzerinden bir kaç ay geçmeden, var olan haklarımızı da gaspederek, yeni yeni yaptırımlar getiriyorlardı. Son olarak, Metris Cezaevi’nde biz tutukluların en doğal ihtiyacı olan kalem, kağıt gibi araçlar da elimizden alınarak, zaten olmayan savunma haklarımız resmen ortadan kaldırıldı. Avukat ve ziyaret mahalline telefonlar konarak görüşmelerimiz banta alınmaya başlandı. Dünyanın hiç bir yerinde kalem, kağıdın, kitabın suç sayıldığı bir ülke yoktur. Hitler, Mussolini, Franko faşizmlerinde dahi, böylesine çirkin ve zavallı yöntemlerle insanlık onuruyla oynamaya kalkılmamıştır. Cunta, tutukluları ve cezaevlerini nasıl görmektedir? Cezaevlerini birer laboratuvar, tutukluları da kobay mı? Üç yıldır İstanbul cezaevlerinde arzuladığı politikayı uygulayamayan, bizlerin insanlık onurunu yok edip, kendi köleleri haline getiremeyenler, hiçbir yasal dayanağı olmayan hücre sistemindeki Sağmalcılar cezaevini açtılar. Yönetenlerin tabiriyle “uslanmayanlar” bu tür cezaevlerine konacaktı. Nedir “uslanmamanın” kıstası? Eğer mahkemeler varsa ve kararlar gerçekten önceden verilmemişse ve bizler tutukluysak, hüküm verilmeden, biz tutuklular “uslanmaz” ilan edilerek hüküm veriliyor ve genel tutukluluk statümüz elimizden alınarak, tek tek hücrelere konuyoruz. Bu nasıl yargı ki, önce uygulaması yapılıyor, sonra yasa çıkartılıyor?
Sağmalcılar Askeri Cezaevi olarak açılan bu Ortaçağ zindanına hangi kritere göre seçildiği bilinmeyen 600 kişi doldurulacak. Şu anda 170 tutuklu var. Ve bunların adları “uslanmayan” oldu. Peki “uslanmayan“dan kasıt nedir? Gerçekten kendi düşüncelerine, düzenlerine güvenenler bunları açıklamalıdır. Açıklamalıdır ki, ak ile kara ortaya çıksın… Açıklayamazlar; çünkü sistemi ve mantığı olmayan faşizmin terör ve demagoji maskesi düşecek, gerçek suçlular, insan haklarını çiğneyenler ortaya çıkacaktır. Sağmalcılar, sivil cezaevi olarak yapıldı. Ve uzun vadede biz devrimci ve yurtseverleri yıpratmak, çeşitli komplolarla karşı karşıya bırakıp, daha yoğun kitlesellikte olan cezaevlerini teslim almak için hücreler biçiminde bu tür cezaevlerine baş vuruldu. Cunta yöneticileri yanılıyor. Şöyle bir dünya devrim tarihine baksalardı, hiç bir faşist ve zorba düzenin zindanının bizleri yıldıramadığını, düşüncelerimizi yok edemediğini görürlerdi. (…)
Tek tip elbise neden giydiriliyor? Aslında giydirilmek istenen elbise değil, bir paçavradır. Her halde cuntanın bizleri çok düşünüp bize elbise verdiğine inanacak kadar “saf” olduğumuzu sanmıyorlar. Tutuklunun yaşamla, özgürlükle olan her türlü bağını kesmek, insanlık onuruyla bağdaşmayan kendi disipline tabi kılmak için, bizim yaşamla bağımızı kuran her türlü şeyi elimizden almak istemektedirler. İşte elbise politikası da bu düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Kitap, defter, kalem, kağıt, havalandırma, ziyaret, avukat yasakları, işkence, dayak gibi uygulamaların olmadığı tek cezaevi yoktur Türkiye’de. Cunta sözcüleri, insan haklarından yana olduğunu iddia ediyor ve kendine güveniyorsa, Türkiye cezaevlerine Af Örgütü ve Kızılhaç’tan bir heyetin gelip görmelerini sağlamalıdır. İnsani amaçlar için kurulan bu örgütlere izin vermemek suçluluğun kanıtıdır. Çünkü her cezaevinde işkence vardır, insanlık dışı uygulamalar vardır. 28 günlük açlık direnişini sürdüren ve yüzlercesi hastaneye kaldırılan, bir çoğu sakat kalan tutuklulara, açlık grevi bırakıldığında yemek dahi verilmeyerek, bir gün sonra nohut gibi yiyecekler verilerek tutuklular resmen ölüme terkedilecektir. Bu da yetmiyormuş gibi, 14 Ağustos 1983 sabah saat 09.00’dan gece 23.00’e kadar tüm koğuşlar operasyondan geçirilip kıyasıya dövülüyorlar ve radyo, televizyon, kitap gibi günlük yaşamda kullanılan her şey ellerinden alınıyordu. Bine yakın tutuklu açlık direnişinden çıkalı ancak bir hafta olmuş ve birçoğu hâlâ hastanede, büyük bir kısmı ise hâlâ hastadır, işte, bu yönetim öylesine insan haklarına uyuyordu ki, bu halde dahi hakları gaspetmek için tüm fırsatları değerlendiriyor, tutukluları biraz daha ezmek için vakit kaybetmiyordu. Şu anda Metris, Sağmalcılar, Bartın, Çanakkale, Malatya, Antakya, Mamak, Diyarbakır, Amasya gibi bir çok cezaevinde yoğun baskı ve işkence sürmekte, 59 tutuklu ve hükümlülere hiç bir sosyal hak verilmemektedir. Açlık direnişini bırakmak zorunda kalan tutukluların bir çoğu hasta ve sakat kalmıştır.
Türkiye’deki ve dünyadaki insan haklarını savunan tüm yurtsever, demokrat ve ilericileri biz tutukluları desteklemeye çağırıyoruz! Biz tutuklular; İnsanlık onurunu yok etmek isteyen askeri yaptırım ve işkenceye teslim olmayacağız!  Özgürlüğümüzü yok etmek, yaşamla bağımızı koparmak isteyen cuntanın elbiselerini giymeyeceğiz! Bilim ve kültür düşmanlığı yapıp kitap yasaklayan, savunma hakkımızı yok edip defter, kalem, kağıt yasaklayan, ve bizleri düşüncelerimizden vazgeçirmek, kendi köleleri yapmak arzusunda olacaklara diyoruz ki, BAŞARAMAYACAKSINIZ!”
20.11.1988
Devrimci Sol Dava dilekçeleri 12 Eylül Mahkemeleri Dosyası ‑2
Arslan Tayfun Özkök
Sayfa 56

Tem­muz 2017 — IHD, Metris önü


Konu fotoğrafı : “Kan­lı Postal” fil­min­den bir sahne. Bu film 12 Eylül Darbe­si sırasın­da Diyarbakır Ceza­evin­de geçer, Muham­met A.B. Arslan tarafın­dan yönetilmiş ve 11 Eylül 2015’te gös­ter­ime gir­miştir. (Video)

Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Sadık Çelik on EmailSadık Çelik on Facebook
Sadık Çelik
REDACTION | Journaliste 
Pho­tographe activiste, lib­er­taire, habi­tant de la ZAD Nddl et d’ailleurs. Aktivist fotoğrafçı, lib­ert­er, Notre Dame de Lan­des otonom ZAD böl­gesinde yaşıy­or, ve diğer otonom bölge ve mekan­lar­da bulunuyor.