Hikayemiz odur ki, gökkuzgun kuşunun yarenliğinde, Hasankeyf’te Dicle’nin gündüz ve gecelerine sevdalı mavi saçlı, mavi gözlü bir kadının inatçı ve güzel yüreği ile yazılmaktadır.
Yakında sular altında kalacak olan bu uygarlıklar diyarındaki mağaralardan birinde fiili bir yaşam direnişi başlatan Meryem Merlan ya da Mavi Meryem ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bin yıllar evvel avcı toplayıcı klanların özgür Dicle’nin kıyısında başlattıkları bu hikayemizin arkeolojik kayıtlarına bir göz atalım önce:
Hasankeyf Höyük’teki yerleşimin önemli bir kısmı, hem mekânsal hem de zamansal anlamda, oldukça kalın bir kültür tabakası içerisinde art arda inşa edilmiş çok sayıda mimari yapıdan oluşur. Hasankeyf Höyük’te gördüğümüz mimari yapım tekniklerindeki ileri teknoloji, karmaşık ölü gömme gelenekleri ve üst düzey üretim teknikleri, takip eden dönemde ortaya çıkan tarımcı köy toplulukları ile kıyaslanabilecek derecede üstündür. Buna karşın, Hasankeyf Höyük’teki yerleşme besin üretimine dayalı ekonomiden tamamen uzaktır ve höyük sakinlerinin geçimini tümüyle avcı toplayıcı yaşam tarzı ile sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Yukarı Dicle Vadisi’nde bulunan Hasankeyf Höyük’te yerleşme MÖ yaklaşık 9.600–9.000’e tarihlendirilir.
Aktüel Arkeoloji
Sadık: Kısaca kendini tanıtır mısın? Meryem Merlan kimdir ?
Meryem: 1976 Haziran’ında Eskişehir’de Porsuk nehrinin kenarında bir doğumhanede doğduğundan mıdır bilinmez su ile göbek bağı olan, anne baba bir erkek bir kız kardeşten oluşan çekirdek ailede ve çocukluğunu köyde yine derelerin içinde oynayarak, hayvanlar ve bitkilerle iletişim kurmaya çalışan, tren istasyonun kenarında yollara dağlara sevdalı, 98 yılında İstanbul’a göçen ve aileden kalma şifacılığı eczanede çalışarak zinciri tamamlamaya çalışan, 20’li yaşları heyecan ve kanıdelilikle geçiren, 40’ında yola çıkmaya karar veren, iki evlilik geçirip evi barkı dağıtıp sırt çantasıyla ve yine umutla yollara düşen mavi saçlı gezgin Meryem sıfatıyla tanınan 2 yıldır plansız rotasız, köy şehir kasaba dolaşıp, bazen birkaç aylığına da olsa istediği zaman kalan, duran, ve en sonunda Hasankeyf’e gelip burda durmaya karar veren, ve adı şimdilerde ‘“Maxlota” (Mahlota) ve hatta okunuşuyla “çiiikin Mahlota” olarak anılan mağarada başlayan yaşamdan sonra yaban ya da mağara kadını olarak ta bilinen, kendini, vegan (an itibariyle yaklaşık 4/5 aydır ama sonrası nereye gider bilmediğim), Queer, müslüman, anarşist, seyyah, ekolojist, aktivist, zaman zaman pasifist, gözlemci, araştırmacı, yazar olarak tanımlayan bir garibanım.
Hasankeyf’e yerleşme fikri nasıl oluştu ve sen bu zorlu coğrafyada yaşamayı nasıl göze aldın?
Hasankeyf’e yaklaşık 20 yıldır gelmeyi düşünüyordum ama o zamanlar çalışmak zorundaydım. Geçtiğimiz Ağustos ayında, gezgin dostum Ferit Üç ile birlikte Kadıköy’de yeni dizayn etmeye çalıştığım bir odada, sosyal medyadada paylaşılan dinamitle kayaların düşürülmesi haberini izliyorduk. O dönem Kadıköy’de kollektif bir sanat atölyesi modeli üzerinde çalışıyorduk ve kış boyunca yollarda olmaktan baya yorulmuştum. Haberi gördükten sonra, önce “neden kimsenin sesi çıkmıyor?” dedik sonra, “e biz gezginiz, ne duruyoruz?” dedik. Ve Ağustos ayında, güneş tutulmasına denk gelen zamanda, İstanbul’dan beş arkadaşla, Hasankeyf’e geldik. Etkinliği duyan dostlar da geldi. Hasankeyf’te tanıştığımız güzel dostlar ve katılanlarla beraber, gün batımında çember oluşturup güzel dileklerimizi sunduk bir güneş tapınağı ve eski vadinin içinde… İki gün kalıp İstanbul’a doğru yola koyulduğumuzda boynumda Dicle’nin armağını bir taş, yüreğimde Hasankeyf’e geri dönme isteği vardı.
İstanbul’a varır varmaz tüm hayallerimi Hasankeyf üzerine kurmaya başladım ve 2 aylık bir süreçten sonra Hasankeyf’e 20 günlük bir yol macerasıyla gelip yerleştim. Yaklaşık 1 ayı geçen süredir çok sevdiğim bir mağaraya yerleşmiş bulunuyorum. Şartlar oldukça zorlu dememe gerek yok tabii ki. Kürtçe bilmemem çok sorun olmasa da kadın olmak tek başına olmak para kullanmamaya çalışmak kendi yağında kavrulmaya çalışmak oldukça zorlu. Onun ötesinde fiziksel ya da iklimsel şartlar çok da zorlamıyor beni. Gezgin olmamdan kaynaklı bazı sorunları da kısmen de olsa kolayca çözebiliyorum. Cesaret, kendine güven, kendini tanıma ve sınanmaya hazır olma, zamanımın gelmiş olduğunu düşündüğümden tüm zorluklar bir nevi beni güçlendiriyor.
Kısmen de olsa, gezginlikten yerleşik bir konuma geçmiş bulunuyorsun. Bu değişime adapte olmak zorlamıyor mu seni?
İşin aslı, sevgili Sadık, gezginliğim burda tam olarak ta pekişiyor ve gelişiyor. Burada gezgin tanımını yeniden yapmayı planlıyorum mesela. Ta ki seyyahlık geleneğinden bu yana… Gezginlik yalnızca yolda ya da hareket halinde olmaktan öte durduğu yerde de yolculuklara çıkabilmek. Tüm gezdiğim yerlerden ve deneyimlerimden yola çıkarak kocaman bir evrende belki ömürler yetmeyecek bir gezginlik macerasındayım. Her gün yeni bir yer keşfediyorum burada. Yaklaşık on binden fazla mağara var, düşün! Bir çok vadi, bir çok da köy… Yakın civarlara günü birlik gezip geliyorum. Uzun zamandır gitmek istediğim yerler bunlar ve bana çok yakın. Cizre, Silopi, Hakkari, Şırnak, Siirt, Batman, Mardin ve civarlar, ve köyler… Şunu söyleyebilirim; iki yıllık yol macerasından sonra gezginliğe daha yeni başlıyorum. Hazır hissettiğim anlar oluyor, bazen de afalladığım, ama güzel geçiyor şu an.
Hasankeyf’teki ilk günlerini anlatır mısın biraz? Öncelikle Hasankeyfliler seni nasıl karşıladılar?
Ağustos ayında arkadaşlarla geldiğimizde tanış olduğumuz birkaç güzel dost vardı. Onlarla zaten irtibatı koparmadım hiç. Sağolsunlar çok yardımcı oldular. Hasankeyf özelinde aslında tüm Kürdistan coğrafyasının Mezopotamya’nın çocukları oldukça misafirperverler. Buraya yıllardır çok fazla gezgin, turist, aktivist gelmiş. Bir çoğu da güzel pratiklere imza atmışlar ama herkes bir anda sus pus olmuş, terketmiş burayı. Dolayısıyla misafirken sorun yok ama kalmaya karar verdiğinde tabii ki tüm gözler üzerine çevriliyor. Geçmişten kalan güvensizlik ve hayal kırıklıkları belleklerine, yüreklerine kodlandığından, kendimi tanıtmak ve güven bağı kurmak oldukça zor oldu diyebilirim.
Yaklaşık iki aydır burdayım. Hasankeyfliler beni, ben ise onları gözlemliyorum. Tanışma sıkıntılı değil ama buraya gelmiş olmam ve kadın olarak, ve tek başına olarak, ve bir de mağarada yaşama fikrini hayata geçirmeye başladığımda, kış şartlar, burdaki herkesin taşınmaya hazır oluşu benim mağarada yaşama geçiş inadım, ara sıra gördüğüm saçmalıklara ya da yanlışlıklara suskun kalmayıp zaman zaman parlamamdan kaynaklı olarak, ve pek doğal olarak, bazıları gariban dedi acıdı, bazıları deli dedi kimileri çılgın, kimileri “acaba kimin ajanı?” dediler… Bu arada bir espri değil bu ajan muhabbeti. Burası oldukça karışık, çünkü kim kime neden, nasıl, ne yolla hizmet ediyor belli değil. Tanışmak, kendini tanıtmak, insanı tanımak ve güven sağlamak, yeni bir yerde sıfırdan başlamak, bu açıdan güçlük içeriyor. Hele ki Hasankeyf’se buranın adı…
Ne kadar zaman oldu ve geçen süre zarfında yaşadıklarından bir fikir edinebildin mi ?
Sanırım tam olarak geliş tarihimiz 17 ekim 2017. Tarihimiz diyorum, birlikte alakır nehri kardeşliğinden gelmiştik, uzun ve güzel bir yolculuk sonrası… Sen de birkaç gün gördün yaşadın, burada yoğun bir yıkım, talan, kıyım ve saçmalıklar söz konusu. Küresel sermayeyi burada daha net hissediyor insan. Neden küresel sermaye konusuna girdim biliyorsun, UNESCO kriterleri… Ki bu söz artık dillerde pelesenk olmasına rağmen, gerçekte bu yöre 10 kriterden 9’una sahip bir “insanlık mirası” olmasına rağmen, ve neredeyse tüm insanlık bunu bilmesine rağmen suskun kalıyor. Devlet ve şirket politikalarından hiç bahsetmiyorum. Biliyorsun benim derdim insanların, en azından bilenlerin neden suskun kaldığı. Ülkemiz koşullarında bir nedeni var tabii ki, yanlış bir uygulama ya da bir haksızlık gördüğünüzde, ya da gerçekten yanlış bir şeyi işaret ettiğinizde hemen muhalif olarak adlandırılıp dışlanabiliyor ya da yasalarla bazı sıkıntılara girebiliyorsunuz. Buralarda işler fazlaca karışık Sadık. Bazen anlamak mümkün olmuyor. Bir çok yer gördüm gezdim biliyorsun bir çok insanla tanıştım araştırdım, okudum, merakım beni buralara kadar getirdi. Ama kaosu o kadar çok istemişiz ki! Bunu burada bu kadar net hissediyorum. Evrenin büyük oyun sahasına bakıyormuş hissi uyandırıyor burası. Tüm efsaneler mitolojiler, dinler, insanlık öncesi ve sonrası tüm tarih öncesi ve sonrası, hepsi gözlerinin önünde serili.
Düşün ki bir mağarada yaşıyorum şu an. Teknolojiyi tamamen iletişim araçlarından koparmadım henüz. Şimdiki şartlar bunu gerektiriyor. Tıpkı eskileri yadederken o zamanın şartlarına göre yorumlamamızın ufkumuzu açtığı gibi, bu anın şartlarını da kabul edip ona göre davranmaya gayret ediyorum. Buraya gelirkenki halim ve düşüncelerimle, şimdi, şu an yazdığım, şu anlardaki fikirlerim çok farklı. Kaosun içinde dönüşüm olarak girdabın ortasını sıfır noktası, “fırtınanın gözü” olarak imajlandır kafanda. Aman dikkat et düşlemek bile yaratım bu aralar ne istediğine dikkat et! (gülüyor). Hep birileri istiyor diye bir şeyler oluyor bu aralar. Eyvallah başımız gözümüz üzerine de, arkadaşım, senin düşün benim cehennemim oluyor. Özgürlük tanımını yıllardır yapmaya çalışıyoruz da, bir an düşledim ben de. Düşünce özgür olmazsa hiçbir özgürlüğün anlamı yok. Tıpkı “eşek özgürlüğü” gibi. Bir abi can anlatmıştı yıllar önce demişti “eşek özgürlüğü şudur: Eşeği çayıra bağlarsın. İpini uzunca tutarsın. O etrafta otlanır yatar ‚eğlenir durur. İpin uzunluğu kadar bir hürriyetle mutludur eşek.” Bir de eşeği çayıra salanlar vardır. Eşeğin özgürlüğü yine bir insan elinde demek. Ve evet eşeğe altın semer de vursan eşek eşektir. Zati iddası da yok, ne yapsın altını? Altın yüktür ona, semer de yüktür. Hem ne anlasın eşek hoşaftan? Ha derler ki “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme”. Neden mi? Çünkü yaz geldi sanır, atlar suya. Vay haline eşeğin! Ama biz hangi şarkıyla büyüdük biliyorsun : “Arkadaşım eşek”!… Sana ne semer vururum, ne de önüne geçerim tüm çayırlar senin. Otla otlayabildiğin kadar. Belki bir ömür yeter sana bu cayır çimen.
Ne diyorduk? Bazen çok uzatıyorum ben, kusura kalma. Konuşurken de böyle, yazarken de, düşünürken de… Hep derim, “şeytan ayrıntıda gizli”. Ayrıntıyı bilmezsen şeytanlığı hileyi oyunu göremezsin. “Büyük pencereden bakın” diyorlar bir de, microda bak bakalım neler var. Yaşadıklarımdan edindiklerim o kadar çok ki bazen kaldırmak zor oluyor ve aktarmak ta böyle zor oluyor dolayısıyla. Önce her şeyi öğrenmeye çalışacaksın sonra o kadar çok şey bileceksin ki baktın dibi yok o labirentte takılır kalır oyuna devam edersin ya da herşeyi bilme yolunda helak olmadan tüm bildiklerini unut yeniden başla. Bu sefer yaşayarak teoride değil. Pratikte, yani kendini gerçekleştirme yolunda, yani kendini ortaya koyarak. Halihazır bu devinim içindeyim, fikirler o yüzden fazlaca metaforik bazen. Düşün ki bu ‘“akılla konuşma” hali. (“Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok” Ömer Hayyam)
Hasankeyf en eski uygarlıklardan Artuklulara ev sahipliği yapmış bir şehir ve yakında Ilısu Barajı projesiyle sular altında kalacak. Yeni bir Hasankeyf sakini olarak sence şimdi ne olacak ?
Sanırım proje sahipleri bölge sakinlerine 15 Aralık’a kadar süre vermişler.
Hasankeyf’in bir dünya mirası olarak korunmaya alınması gerekirken, dünyanın gözleri önünde Ilısu Barajı’nın dolgusu bahanesiyle dinamitlenerek yıkılmasına ve UNESCO’nun sessizliğine ne diyorsun?
“Her şey sermaye için, sevgilim” diye bir şarkı yapmış gençler bildin mi ? İşte ondan dolayı herkes susuyor. Haydi bakalım…
Proje sürecinde, başlarda Hasankeyf’in sular altında kalmaması için çok çeşitli girişimler, etkinlikler yapıldı. En son Zeynel Bey türbesinin taşınması ile birlikte projeye ve şimdi artık şantiyeye dönüşen baraja karşı bütün girişimler bıçakla kesilmişçesine sessiz ve kendi halinde bir moda çekilmiş durumda. Bundan sonra ne olacak ? Gönül ister ki bölgedeki kuruluş ve kişiler yeni dayanışma biçimleri ve stratejiler etrafında bir koordinasyon oluşturarak harekete geçsinler. Bugün Meryem’in tek başına sürdürdüğü mücadelenin Hasankeyf’e kazanım getirmeyeceği düşünülebilir, ama o girişimiyle, duruşuyla oradaki mücadeleyi canlandırıp, motivasyon getirebilecek bir konumda. Çünkü, Hasankeyf’in cesaret, iletişim ve dayanışmaya ihtiyacı var.
Gelinen aşamada Hasankeyf’i uygarlığıyla birlikte sular altında bırakacak olan Ilısu projesine itiraz etmek, karşı çıkmak da yetmiyor. Çünkü su haydutları ve onların bütün yerel ve özel bileşenlerinin ekonomik politik ve hukuki argümanları artık öyle bir aşamaya getirilmiştir ki, Hasankeyf’i (diğer benzer katil projelerde olduğu gibi) bir cinayete kurban etmelerini engelleyecek hiç bir şey kalmamıştır. Cinayet, herkesin gözlerinin önünde çekincesiz işlenmektedir artık. Hasankeyf’te kaldığım o kısa süre zarfında Meryem’le, yereldeki pek çok insanla ve kurumla konuşarak, tartışarak anladığım şu ki; Hasankeyf’i yaşatma mücadelesi, yüzyıllara yayılan bir uygarlığın su, toprak, ağaç, hayvan, insan ilişkisi ile; yani onun biyolojik sosyokültürel, tarihi ve politik dokusunu oluşturan dinamikleriyle birlikte ele alınmak zorundadır. Bugün Hasankeyf’in ayaklarına dolanan en önemli açmaz, sakinlerinin büyük çoğunluğunun elini kolunu bağlayan ekonomik çıkar hesaplarıdır. Ki bunlardan en önemlisi, şu andaki yıkımı gerçekleştiren taşeron şirketlerden birinin bölgeden ve Kürt kökenli olmasıdır. Ya da kayıt dışı esnaflık ile, buna Ilısu projesine kadar göz yuman devletin şantaja dayalı baskısıdır. Bütün bu öznel durumlar, yerel halkı Hasankleyf’i yaşatma girişimlerinden uzak tutmaktadır. Başlardaki o etkin ve yoğun katılımlı duyarlıklar giderek sönümlenmektedir.
Dolayısıyla devletin yerel halkı üç beş kuruşluk arsa bedeli (ki, bu para da pek çoklarının elinden uçup gitmiştir) ile “ikna” edip, Toki menşeili hapishane tipi beton bloklara kapattığı büyük çoğunluğu, Hasankeyf’i yaşatmak adına direniş ve dayanışmaya çağırmak da problemli bir hal almıştır. Bu sorun kendi özgün koşulları içinde Hasankeyf dostları tarafından tekrar tartışılmalı ve yeni bir mücadele ve dayanışma için yeni yollar, yöntemler bulunmalıdır.
Meryem’in mağara direnişini bu koşullar altında anlamakta zorlanan yerel halka ve onun yakın çevresindeki kimi dostlarına da şunu söylemek isterim: Meryem’in neden orada bir mağarada tek başına bir direniş biçimini tercih ettiği ve bu direnişi ile ne anlatmak istediği ancak yukarıda sıraladığım özgün nedenlerle birlikte düşünüldüğünde anlaşılabilir. Ancak o zaman yeniden ekososyal bir duyarlığın ve onun etrafında şekillenecek yeni ve uzun soluklu bir dayanışma ve mücadelenin önü açılabilecektir.
Dicle özgür aksın, Hasankeyf yaşasın!
Dayanışma yaşatır!
Katil proje gerçekleştirildiğinde
Ilısu Barajı’nın yok edeceği yüzlerce canlıdan sadece bazıları
Gökkuzgun: İnce yapılı, küçük karga boyutunda bir kuştur. Sıklıkla teller ya da alçak ağaçlar üzerinde bulunur. Hasankeyf’teki nüfusunun yuvalanma alanları baraj suları altında kalacak.
Yumuşak Kabuklu Fırat Kaplumbağası: Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de yaşayabilen bu tür, ülkemizde sadece Fırat ve Dicle nehirlerinde yaşamını sürdürüyor. Su ısısındaki düşüşler türün yaşam fonksiyonlarını ciddi biçimde etkilediği için, kaplumbağanın yaşam alanlarında inşa edilecek bir baraj, türün devamlılığını tehlikeye sokacak.
Çöl Varanı: Bölgedeki en büyük kertenkeledir. Cizre çevresinde, nehir kıyısındaki alanlarda ürüyor. Ilısu Barajı’nın nehir ekosistemini değiştirmesi ve yaşam alanının azalması sonucunda buradaki nüfus dolaylı olarak etkilenecek.
Tavşancıl: Boyu 55–65 cm’ye ulaşabilen büyük bir yırtıcı kuş olan Tavşancıl, Hasankeyf ve Güçlükonak’ta ürüyor. Dicle nehrinin kayalıklarında hâlâ yaşayan iki tavşancıl çifti yuvalanma alanları sular altında kalacağı için sonsuza dek yok olacak.
Kızıl Akbaba: Örtü tüyleri kızıl kahverengi olan kızıl akbabaların telekleri ise siyah renkte. Hâlâ üremekte olduğu bilinen tek kızıl akbaba kolonisi Güçlükonak yakınlarındaki Dicle vadisinde. Kızıl akbabalar yuvalanma alanları sular altında kalacağı için tamamen yok olacak.
Küçük Akbaba: Sivri kafalı, kama şeklinde kuyruğu olan bu tür, yuvalarını kayalıkların çıkıntı ya da oyuklarına yaptığı için Hasankeyf onlar için cazip bir yerleşim alanı.
Küçük Kerkenez: Bu kuş, yırtıcıların küçük bir türü. Hasankeyf’te küçük kerkenez topluluğu ve diğer bölgelerdeki neredeyse tüm küçük kerkenezler yuvalanma alanları sular altında kalacağı için tamamen kaybolacak.
Bataklık Kırlangıcı: Göçmendirler, kışı tropikal Afrika’da geçirirler. Halihazırda 100–200 çift bataklık kırlangıcı Ilısu projesinin sular altında bırakacağı Bostancı çevresindeki çakıl adacıklarda ürüyor. Dicle nehri yapay olarak kontrol edileceği için bu adalar onlar için uygun yuvalanma alanları olmaktan çıkacak.
Büyük Kızkuşu: 35 cm’ye varan uzun boyları ile büyük kıyı kuşlarındandır. Güney Asya kökenli olsalar da Türkiye’de sadece Cizre’de ürerler. Bostancı bölgesindeki büyük kızkuşları su rejimindeki hızlı dalgalanmalar yüzünden tamamen yok olacak.
Alaca Yalıçapkını: Boyları 25 cm’ye kadar varabilen büyükçe kuşlardır. Dicle nehri bu türün Türkiye ve Avrupa’daki temel üreme alanlarından biri. Ilısu Projesi hayata geçerse, türün Türkiye ve Avrupa’daki son temel üreme alanı da sonsuza dek yitirilmiş olacak.
Küçük sağan: Küçük boyları, beyaz kuyruk sokumu ve kırlangıç gibi kısa kuyruklarıyla kolayca tanınırlar. Hasankeyf’te yaşayan kolonilerin yeri biliniyor ve bu yuvalar Ilısu Barajı ile sular altında kalacak.
Kocagöz: Ürkek, açık kahverengi bir yer kuşudur. Türkiye’de bu kuşlar için gerekli yaşam alanları son yıllarda azaldığından nüfusları tehlike altında. Baraj yapılırsa Dicle nehri boyunca bulunan nüfusları zarar görecek.