Elimde daha önce severek okuduğum bir kitap var… Emma Goldman’ın, “Hayatımı Yaşarken” başlıklı otobiyografisi. Hayır, kitabın tanıtımı yapmak değil niyetim. Daha önceleri çokça kez yapıldığını ve pek çok okura da ulaştığını biliyorum.
Sosyal medyada ve düşün dünyasında, sokakta, okulda, Emma Goldman’dan çokça söz edilmekte; düşünceleri her an her yerde, adını bildiğimiz — bilmediğimiz sayısız insan tarafından kaynak notu olarak paylaşılmakta, tartışılmakta… İşte böylesine değerli bu kitabı biz okurlara kazandıran kAdın çevirmeni tanıtmak istiyorum ben. Kitabın kapağındaki çevirmen biyografisinin son özet paragrafında şöyle yazıyor:
Yıllardır, aklına estiğince, deneme, şiir, eleştiri yazdığı gibi, çoğu alanı kapsayan makaleler de yazar. Çeşitli yerlerde yayımlanmıştır bu yazılar. Yazdıklarına sahip çıkmaz. Sitesi, bloğu yoktur. Özellikle de özgürlükçü dünyaya katkıda bulunmuş kadın düşünürleri ortaya çıkarır. Çevireceği kitapları kendisi seçer. Kısacası, bağımsız bir kAlemdir o.
Bizim Emma Goldman’ımız, Emine Özkaya’dır o.
Şimdi sizleri daha fazla bekletmeden kısa bir süre önce onunla yaptığım söyleşiyi aktarıyorum…
Sadık: Söyleşimize şu iki ana başlık altında başlayalım istiyorum:
Dünyada ve Türkiye’de devlet ve tahakküm, kadın, erkek, çocuk ilişkisi ve bireyin özgürlüğü
Bu iki temel başlığa ilişkin senin çokça sözün olduğunu pek çok kişi gibi bende çok yakınen biliyorum. Ancak ben izninle KedistAn okurlarının da bilmelerini istiyorum. Ne dersin?
Emma: Milliyetçi ideoloji, kadınları, ulusun oluşum ve gelişim süreçlerinde kullandığı gibi, toplumun militarizasyon sürecinde de kullanır. Hepimizin sıklıkla işittiğimiz, günlük hayatımızda öylesine kullandığımız terimlerdir anavatan, toprak ana ve yavru vatan… Namusunun ve şerefinin korunması gereklidir anavatanın! Tıpkı kadın gibi. Bu anavatanı koruyacak olanlar da, esasen ulusu temsil eden erkek milletidir. Erkek, vatanı savunan askerle özdeştir. Paul Theroux bu durumu şöyle ifade ediyor: “‘Erkek gibi davran’ ifadesi bana bir küfür gibi geliyor. Bu ifade, ‘aptal ol, duygusuz ol, itaatkâr ol, asker ol ve düşünme!’ anlamına geliyor.”
Şaşırtıcıdır ki, bunca kutsanan anavatan, yeri geldiğinde yerle bir edilir. Vatanı korumak ve parçalatmamak adına Kürt köyleri yakılıp viran edilebilir. Aynı, namus cinayetlerine kurban edilen kadınlar gibi, “uğruna feda olunan” topraklar insansızlaştırılır, yaşama alanı olmaktan çıkarılır. Ağızlarını açtıklarında vatanseverlikten dem vuranların sıkıya düştüklerinde yaptıkları ilk şey, istilacı ile işbirliği yapmak ya da ülkenin kapılarını istilacıya açmaktır. Aynı, namustan fazla söz edenlerin sıkıştıklarında karılarını sokağa attıkları gibi. Orduların gerçek görevi, vatanı savunmak değil, içerde halkları bastırmaktır. Tarihte yabancı istilasına karşı direnen ordu örneği çok azdır. Hitler, Fransa başta olmak üzere Avrupa ordularını birer ikişer günde bertaraf etmiştir. Diğer yandan, ulusal kurtuluş hareketleri de, kadınların geniş katılımına ihtiyaç duyduğu için bir yandan kadını yüceltirken, bir yandan da onlara erkek imajı kazandırmaya özen gösterir. Cezayir, Sri Lanka ve PKK de dahil, ulusal hareketlerin içinde, cephede ve cephe gerisinde yer alan çok sayıda kadın vardır.
Bu kadınlar, ellerindeki silahla ve aldıkları “sorumluluklarla” erkeklerden farksız bir biçimde tasvir edilirler. Yine de kadınların toplum içinde inisiyatif almalarını sağlayan bir yanı vardır ulusal mücadelelerin. Oy hakkı elde etmek, eğitim ve çalışma hayatı ve siyasette bir ölçüde yer almak. Örneğin İngiltere’de kadınların oy hakkını elde etmeleri ancak 1. Dünya Savaşı sonunda, erkeklerden çok sonra olmuştur. Yakın geçmişte uluslaşan ülkelerde kadınlar erkeklerle aynı zamanda oy hakkını elde etmiştir. Bu, onlara eşit vatandaş haklarını kazandırmasa da, objektif durum budur.
Ne var ki, ulusal mücadelede “erkekleşerek” belli ölçüde inisiyatif ve özgürlük kazanan kadının doğurganlığı kısa sürede yeniden ön plana çıkartılır. Musa Anter, Kürt kadınını şöyle tanımlar: “Kürt kadını kocasının karısı, çocuklarının annesi ve de toplumdaki ekonomik ilişkilerin canlı bir ortakçısıdır (…) Kürt kadınına kaç çocuğun var diye sorulduğunda, sayının 5–6’dan aşağı olması, şerefli bir kadın için aşağılayıcı bir durumdur.” Kadınların cinselliği üzerinden yapılan “milli tasarruflar”, sadece savaş ve toplumun militarizasyonu dönemlerini kapsamıyor. Aşağıda göreceğimiz gibi, nüfus ve aile planlaması adı altında sınıfsal bir boyutu da içinde barındırıyor.
1990’ların sonunda, Brezilya’da, gecekondu mahallelerinde, kadınların rahmi zorla alınarak kısırlaştırma yoluna gidilmiştir. Bu proje, Dünya Bankası fonlarıyla desteklenmiştir. Kısırlaştırılan birçok kadına, rahimleri alınacağı ve ömür boyu çocuk doğuramayacakları söylenmemiştir. Birçok kadın bu operasyonlar sırasında sakatlanmıştır. Kadınların kısırlaştırılmasına harcanacak fonlar, pekâlâ o gecekondu mahallelerinin su, elektrik, yol gibi temel ihtiyaçlarına, yoksul halkın yaşam standartlarının yükseltilmesine harcanabilirdi. Oysa Brezilya Devleti, yoksulluğu yok etmek yerine, kadınların doğurganlığını yok etme yoluna gitmiştir. 1990’lı yıllarda, Britanya’da, Depo-provera, artık sağlığa zararlı olduğu bilinmesine rağmen, bir doğum kontrol metodu olarak siyah ve göçmen kadınlara verilmekteydi. İsrail, Filistinli kadınlar üzerinde kısırlaştırma politikasını halen sürdürmektedir. Amerika da dahil yirmi dört devlet, 1910–1930 yılları arasında kısırlaştırma yasası çıkartmıştır. Amerika’da, göçmenleri hedef alan öjenik hareketin çıkışı, İngiltere ile aynı döneme rastlar. Sosyal Darwinizmden güç alır öjenik hareket. Daha sonra Nazi Almanyası yaygın bir şekilde uygular benzeri bir ırkçılığı. Nazilerin pratiğinde de görüldüğü gibi, öjenik hareketin çıkış nedeni, devletin ırkçı ve cinsiyetçi uygulamaları ile, ulus, devlet, milliyetçilik arasında hep bir ilişki vardır.
Devletlerin kadınların bedeni üzerinden geliştirdikleri nüfus planlama politikalarının bir yanı kısırlaştırmaysa, diğer yanı da doğurganlığın körüklenmesidir. Kadınların doğurganlığı, milliyetçi ideolojiler tarafından hep yüceltilir. “Cennet anaların ayağı altındadır” deyişiyle anneliği yücelten anlayış, bir başka yerde, “kadının karnından sıpası, sırtından sopası eksik olmamalı” diyerek erkek şovenizmini dışa vurur.
Atatürk, Cumhuriyet Türkiye’sinin aile yapısını şekillendirirken, “Türk kadınının en büyük görevi analıktır” derken, devletin en küçük birimi olarak düşündüğü aile ve ailedeki kadının rolüne vurgu yapma gereği duymuştur. Ailenin istikrarsızlığı, altüst oluşu, toplumun istikrarsızlığından bağımsız düşünülemez. Ailenin, kültürel ve ahlâki şekillenmesi, korunması, kısacası gardiyanlığı kadınlara sunulan en büyük görevdir. Bu, savaş-barış zamanlarının değişmez politikasıdır.
Ne yazık ki, belli zamanlarda “vatanın analarının” da bu milliyetçi taşkınlığın içinde yer aldığını görmekteyiz. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Britanya’da oy hakkı için mücadele eden kadınlar, askerliğe gitmeyi reddeden erkeklere “korkaklığın” simgesi olarak beyaz tüy dağıtmakla, daha o zamandan yükselen milliyetçi isterinin ve savaşçı faşizmin habercisi olmuşlardır. Hitler, Goebbels’in karısı ve çocuklarını, örnek Alman ailesi olarak boşuna lanse etmemiştir. Naziler, Almanya’daki kadınların büyük çoğunluğunun desteğini almışlardır. Öyle ki, bir kesim Alman feministi dahi bu isteriye göğüs gerememiştir. Keza İtalya’da, birçok kadın, Mussolini’ye alyans ve bilezikleriyle birlikte oğullarını da sunmuşlardır. Diğer ideolojilerde olduğu gibi, faşizmde de vatan imajı ile ana imajı kaynaştırılmıştır. Nasıl ananın namusu ve şerefi kutsalsa, anayla özdeşleşen vatanın korunması da kutsaldır. Benzer bir şekilde, Stalin de, “sosyalist” vatan savunmasında aynı özdeşliği kurmuş, analığı ve aileyi yüceltmiştir. Üstelik Stalin’de analık, hem vatanı, vatanı savunacak askeri üretecek doğurgan kaynağı, hem de yüksek üretimi temsil eder. Vatan, millet ve aile, her ulusun temel direkleridir. Bu nedenle, milliyetçilerin ve politikacıların vazgeçilmez propaganda alanlarıdır.
Aile ideolojisini yalnızca faşist devletler değil, (Nazi Almanyası örneğinde olduğu gibi: kadın-çocuk-mutfak üçlüsü) tüm ulusal devletler aile-vatan kavramına özel bir önem atfetmişlerdir. Bugünün ister “gelişmiş” kapitalist olsun, ister kendisine sosyalist desin tüm ülkeleri çekirdek aileyi örnek ve evrensel olarak kabul eder.
Gerçekten böyle midir durum? Aile de toplumlar gibi değişkendir. Resmi, çekirdek ailenin dışında var olan aile örnekleri görmezden gelinir. Evli olmayan anne örneğinde olduğu gibi. Oysa lezbiyen-gay çiftlerden oluşan aileler, bekâr baba ve çocuklardan oluşan aileler, arkadaşlardan oluşan aileler, tek tek bireylerden oluşan aileler, yaşlılardan oluşan aileler, çocuklu, çocuksuz birçok aile örneği vardır gerçek toplumda. Sonuç olarak, aile evrensel olmadığı gibi, annelik de evrensel bir ideolojiyle tanımlanamaz. Annelik, kadının herhangi kimliğinden birisidir. Kurumsal anneliği kutsayan sistem, ne yazık ki, onu ödüllendirmez. Dünyanın birçok yerinde evli olmayan anneler, hâlâ gelir dağılımının en alt kesiminde yer aldıkları gibi, siyasi, ekonomik ve toplumsal alanlarda da temsil düzeyleri düşüktür. Devlet, o kadar göklere çıkardığı anneliği ve onun getirdiği maddi-manevi sorumluluğu ailelerin sırtına yıkarak kendini kurtarmaya çalışır. Öte yandan, rekabetçi-acımasız dış dünyanın karşısında, aile sığınılacak, “sıcak” bir yuvadır. Özellikle göçmen ve siyah kadınlar için. Irkçı ve milliyetçi baskı karşısında ister istemez aileye sığınılır. Zorba bir devlete karşı Filistinlilerin aileyi savunmaları ve kadınları çocuk doğurmaya teşvik etmeleri de bu noktadan bakıldığında anlaşılır bir şey olmalı.
Yakın geçmişte, İngiltere’de yaşayan Kosovalı kadınların yaşamlarını içten gözlemleme olanağım oldu. Çoğu bekâr kadınlardı ve erkek arkadaş bulmakta sıkıntı çekiyorlardı. Çünkü, içinde yaşadıkları gettonun dışından bir “yabancıyla” birlikte olmaları hoş karşılanmadığı gibi, dışlanmalarına da neden olabiliyordu. Oysa Kosovalı erkekler için aynı kural söz konusu bile değildi. Kadınlar, bu dışlanmayı göze alamadıklarından, “evde kalmış” kız sayısı çoktu o günlerde bu toplumun içinde. Kısacası, kadınların cinselliklerinin üzerindeki baskı yöntemleri değişse de, baskıyı yapanlar değişmiyor. O günlerde ulusal bağımsızlık mücadelesi veren Kosovalı vatansever erkekler, kendi kadınlarının bedenlerini de “yabancılardan korumaya” çalışıyor olmalıydılar. Oysa korunulması gereken tek şey vardı, o da bizzat koruyucunun kendisiydi. Aynı, belli topraklar üzerinde yaşayan insanların kendilerini öncelikle vatanseverlerden korumaları gerektiği gibi.
Sadık: Sosyal medya kullanıcılarına yönelik devlet kontrolü, yasak ve gözaltılara değinelim biraz da?
Emma: Genel olarak media, sosyal media da dahil, iktidarın propaganda ve kontrol alanıdır. Örneğin, 2. Dünya Savaşı sırasında, Fransa’da Naziler, çoğu filimleri dahi yeniden yapılandırarak faşizmin malzemesi haline getirmişlerdir. Mass Media, barış zamanlarında da sorunludur. İndy Media gibi, alternatif, geleneksel haberciliği dışlayan, “dost media” yaygınlaşmalıdır. Gazetecilik kurumsal olduğu sürece sorunlu olacaktır. Oysa herkes bulunduğu yerde bir habercidir. Kendi haberini kendin yap, benim şiarım. Günlük baskıya gelince. Totaliter iktidarlar döneminde baskı hep olmuştur. Baskıya karşı çareler de. Karamsar değilim ben. Gözüken baskı, gözükmeyenden daha iyidir. En yakınımızdakine güvenmeyi öğrenmek zorundayız…
-
Sadık: Ortadoğu ekseninde petrol ve su kaynaklarını hedefleyerek genişleyen gözü dönmüş bir haydutlar savaşı yaşanmakta; Bütün savaşlarda olduğu gibi bu savaşta da en çok siviller etkilenmekte ve “mültecilik“insanlığın kanayan bir yarası olmaya devam ediyor. Sence insanlık bu haydutlar savaşından kurtulabilecek mi?
Emma: Geleneksel işçi sınıfı sanayi devrimlerinin yaratımıydı. Bugün ise, göçmen işçi var artık dünyanın her devletinde ucuz emek olarak. “Misafir”, “kaçak” işçi olarak. Kapitalizm ne kadar global kriz ise, işsizlik, iş de o kadar global. Kimi ülkelerde daha derin yaşanmakta tabii. Bilgi ve Universiteler değersizleştiriliyor. Bu, Batı ülkeleri için de söz konusu. Okumuşla, okumamış olan arasındaki mesafeler (olumlu, eşit paylaşıma göre değil) entelektüel düşmanlığıyla el ele gidiyor. Kalifiye işçi, emek değersizleştiriliyor. Part time işlerle, ucuz emek kullanılıyor filan. Senin deyiminle “insanlık bu haydutlar savaşından kurtulur mu?” sorusu çok espirili. Ben şahsen, insanlığın kurtuluşunu, hayvanların, ağaçların; genel olarak yeryüzünün kurtuluşundan ayrı ele almıyorum. Hep birlikte batılacaktır! Bugünün sınıfsızları. Marxist terminolojiyle ifade edersek, işçi sınıfına dahil olamayan mültecilerdir-proleterler. İşçi olmak bile bir statü bu statüsüzler için. Kadınlar alınıp satılıyor üç ‑dört bin liraya, çocuklara tecavüz ediliyor. Hemen yine, Bağcılarda polis, anne kucağındaki bebeği kurşunluyor. Vizeymiş, neyin vizesi insanların kanı canı pahasına? Zaten parası olana sınır yok! Çoğunu bir Suriyeli korkusu almış. Yıllardır Avrupa ülkelerine giden siz değil misiniz? Hala da gitmek isteyen. Oralarda ırkçılık yapıldığında bas bas bağırırsınız. Göçmenler kimsenin işini gücünü çalmıyor. Zaten global olarak kapitalist sistemin yarattığı yeni, ucuz, kimsenin yapmadığı iş alanları var. Her dönem olduğu gibi. Velev ki öyle, burada hedef olacak kesim işverenler ve devletin işçiyi işçiye kırdıran, emek pazarının, yılların mücadelesiyle kazanılmış haklarını da gaspeden, ırkçı, cinsiyetçi, köle ticaretini yasallaştıran siyasetleridir. Bugünün esas mücadelesi budur. Bu yersiz yurtsuz “proleterya” ile dAyanışma yapmaktır. Demokrasi, özgürlük, hak, hukuk, bu mücadeleyi genişletmek, birleştirmekle gelir. Hiç kimse illegal değildir. Devletlerin sınırları illegaldir. Bu insanları dışlamak, Avrupa devletleri de dahil, TC’nin milliyetçi, ırkçı politikalarına (böl-yönet) destek olmak demektir. Kendisine insanım, devrimciyim, hak, adalet peşindeyim diyenin gündemi bu olmalıdır. Yok 19 mayıs, yok bilmem hangi halkın geçmişi, bilmem ne mezhebinin, topluluğunun “çok kültürlülüğü” talep eden zırvaları değil. Geçmiş de gelecek de buradan bAşlar!
Sadık: Senin de bildiğin gibi özellikle son on yıldır özgürlük, doğrudan demokrasi ve Anarşizm kavramları pek çok kıtada olduğu gibi bizim coğrafyamızda da gündelik hayatın bir parçası duruma geldi. Sistem karşıtı mücadele pratikleri; işgal evleri deneyleri, çeşitli otonom örgütlenmeler ve ekolojik mücadele biçimleri olarak ele alabileceğimiz bu yeni toplumsal döngü hakkında neler söylemek istersin?
Emma: Kötümser olmamak gerekir. Her karmaşa, kendi çözümünü de getirir. Deprem olacaksa da olur. Başka bir dünya, bu dünyanın içinde mümkündür. Dünyadaki sosyal, ekonomik, siyasi parçalanmalar, bir düğmeyle yönetilmiyor. Her yerde farklı zamanda, farklı şekilde ortaya çıkıyor. Mücadeleler de öyle parçalı. Seatlle, Gezi de dahil, dünyanın çok yerinde direnişler var. Bu direnişlerin doğurduğu yaşamlar var. Her şey içinden çürür ve kopar. Yıkımların çoğu kapitalizmin ekonomi politiğinin bir ürünüdür. Bilinçli ve kontrol edilmeyen yaratımlardır… Özgürlük, doğrudan demokrasiye gelince: Anarşistler de bu kargaşanın içindedir ve bundan bağımsız sterilize yaşamlar inşa etme idealleri bir iddia olmaktan öte bir anlam taşımaz. Mesele, gettolaşmadan, bizzat bulundukları yerde doğrudan demokrasi pratiklerini ortaya koymaktır. Küçük küçük gettolarda “anarşist kolektifler”, toplumsal dönüşüm süreçlerine bir müdahale cephesi olarak değerlendirilmiyorsa, “sığınak”tan farkı yoktur. Gettolaşmak değil, bireysel bile olsa günlük yaşama sahip çıkmak olmalıdır perspektif.
Anarşizm, yAşayan, yaşAtan, günlük hayAtı kapsayan bir düşünce ve pratiktir, bir ütopya değildir. Kutsal kitabı, kitapları yoktur. Benim bildiğim, anlAdığım anArşizm, hayata seyirci kalmaz. Yaşamın kutsallığını, her türlü inancın üstünde görür. Bu uğurda gerekirse anArşist düşünceyi de karşısına alabilir. Hayata bugünden müdahale etmeyi esas alır. Ve anArşizm, somut öneriler getirerek yaşamın içinde vareder kendisini. Anarşizm, topluma siyaset yaparak, “uygun” elbise projeleri üreten bir felsefe, düşünce değildir. Herşeyden önce, yolsuzluk, hırsızlık, zulüm karşısında doğrudan tavır almaktır. Yukarıdan belirlenen proje, plan, talimat hiç değildir…
Kısaca özetlersek: anArşizm, gerek kurumsal, gerek bireysel, sosyal, ekonomik, siyasi ayrımcılığa karşı olmaktır. Bir sınıfın, topluluğun, başka bir sınıfı, topluluğu ezmesine, sömürgeleştirmesine karşıdır. Aynı şekilde, bireyin de kurumlar karşısında mağdur edilmesine, inisiyatifinin köreltilmesine, kendi hayati üzerindeki haklarının ihlal edilmesine karşıdır. Karşı olmak elbette yetmez. Aileye karşıysa, aileye alternatif yaşam pratikleri oluşturmAyı ertelemeden göstermekle yükümlüdür.
Cinsiyetçiliğe karşı amansız bir dönüşümün adımları, toplumsal devrimin önceliğidir. Siyasi iktidarı fethetmek değil, toplumsal dönüşümü organize etmektir bugünden. Şeylerin tüketimine ne kAdar karşıysa, kadın bedeni başta olmak üzere, duyguların tüketimine de kArşıdır. Bu nedenle bAşta evlilik kurumunu ve aileyi hedef alır. Özgür aşkı savunurken, gönüllü birliktelikleri bugünden pratiğe sokar. Okula karşıysa, bugünden “özgür okul” projeleri ortaya koyması beklenir. Okul, hastane, psikiyatri klinikleri, sosyal kurumlar da devletin diğer kurumları gibi bilgi diktatörlüğü kurarlar bireyin üstünde. Oysa bilgi açık ve eşit bölüştürülmelidir. Yoksa uzmanlar yetişir bugün olduğu gibi hayatlarımız üzerinde söz sahibi olan ve akıl daneliğinden başka bir işe yaramayan. Örneğin sağlık sektörü. Çoğu doktorun ilaç endüstrileriyle işbirliği yaptığı bilinmektedir. Alternatif sağlık hizmeti nasıl sağlanır? Canım sistem sorunu deyip geçiştiremeyeceğimize göre. Bu konuda örgütlenme, somut pratikler olmak zorundadır..
Bilgi açık paylaşılmalıdır dedik: Bugün devlet sicil tutuyor, hayatımızla ilgili yaşamsal bilgiler saklanıyor. Bizi, her şekilde numaralayan, fişleyen (kimlik numarası, sigorta, ehliyet vs…) devlet ve kurumları, her türlü bilgiyi vatandaşından saklıyor. Sadece devlet de değil, bireyin rızası dışında sicil tutan her kurum, okul, hastane, parti, “devrimci örgüt”, sosyal medya da dahil polislik yapıyordur.
Kimse cinsiyetinden, varsa milliyetinden, benzeri kimliklerinden dolayı öncü- artçı olamaz, dışlanamaz. Ve hiç bir insan kendi kendisini yönetmekten aciz değildir. anArşizm temsili değil, doğrudan demokrasiyi savunur. Sonuç olarak, şiddet olduğu için anArşizm vardır. Sadece insana değil, hayvanlara, ağaçlara, kuşlara… sözel, fiziksel, psikolojik, ekonomik, askeri… anArşizm ölmek için değil, yAşatmek içindir. AnArşist düşünce her türlü şiddete karşıdır, “devrimci şiddet” de dahil kuşkusuz. Dolayısıyla, yaşadığımız şiddete karşı bir ÖZ SAVUNMADIR anArşizm.
[vsw id=“wjoDSHGtkok” source=“youtube” width=“640” height=“344” autoplay=“no”]
-
Sadık: Son olarak dayanışma ya dair düşüncelerinle bağlayalım mı sohbetimizi?
Emma: yAşasın Bireysel dAyanışma! Bazı coğrafyalarda yaşamAnın kendisi başlı başına bir kahramanlıktır. Her bireyin gökyüzüne bakma huzuru ihlal edilip unutturulmuşken; içinde bulunduğu toplumun maddi, manevi şiddetini yaşamak, seyretmek, dinlemek zorunda kalması bir yana; bir de şiddetin bir tarafı olmadığı için manevi baskı görmesi, siyasi bir gruba, partiye dahil değilse bir birey olarak, direnci, yaptığı, eylediği güzel şeylerin görmezlikten gelinmesi, değer biçilmemesi bir yana, sanki her güzel şeyin, siyasetin, dayAnışmanın politik bir grupla yapılacağı inancı var. Siyaset, direnme, dayAnışma onların tekelinde değil. Onlar dışında tercih yapanlara manevi baskı yapılması da ayrı bir şiddet. Nedense, neyin doğru, neyin eğri olduğuna dair değer biçenler hep bu kurumlar, resmi ya da gayri resmi. Ve o kurumların bir üyesi değilsen vay haline! Bu bakımdan, “halkların birliği” derler hep, ben bireylerin birliği ve bireysel dayanışmanın önemine vurgu yapacağım. Kurumlar karşısında birey çok zayıf düşürülüyor. Her türlü kurumsal baskıya kArşı: Bireysel dayAnışma diyorum… Bireyler birleşin!
Sadık: Bu herkes için sıcAk bir tebessüm olacağını umduğum bu söyleşi için sana çok teşekkür ediyorum Emi. Nice yollar, yıllar sonra bile eskimeyecek yeni sohbetlerde buluşmak üzere. Sevgi, dostluk ve dayanışmA ile…
Emine Özkaya kimdir ?
Emine Özkaya (Emma GoldmAn) ve anArşist kitAplık… Özel alanı “Toplumsal cinsiyet çalışmaları” ve “Tarih” olan Özkaya, İngiltere’de, Middlesex Üniversitesi’nin Humanities bölümünden mezundur. Eğitim ve milliyetçilik üzerine master çalışmaları da vardır. Gökyüzü, Milliyet Sanat, Birikim, Sosyalizmin Sorunları, Yeni Zamanlar, Düşünen Siyaset, Kitap-lık, Cumhuriyet Kitap, Yapı Kredi Kitaplık, Özgür Üniversite, Kaos-GL ‚dergilerinde yazıları çıktı. 1997 yılında, Emma Goldman’ın Hayatımı Yaşarken adlı otobiyografisini (Metis-Kaos ortak yayını); 1999 yılında Paul Avrich’in Bir Amerikalı Anarşist, Voltairine de Cleyre (Sel Yayıncılık) adlı biyografisini ve 2006 yılında, Mary Davis’in Sylvia Pankhurst-Radikal politik mücadele içinde geçmiş bir hayat (Versus Kitap), 2010 yılında Michael Seidman’in, İşçiler Çalışmaya Karşı (Boğaziçi Üniversitesi Yayınları) adlı çalışmasını Türkçeye çevirdi. Metis Yayınlarının bastığı Türkiye’de Siyasi Düşünce, adlı ansiklopedinin 8. cildine, Türkiye’de Anarşizm, adlı makaleyle katkıda bulundu. Mine Ege adıyla Anarşizm Bir Devrim Çağrısıdır (Kaos Yayınları, 1995) adlı broşüre katkıda bulundu; aynı adla, İngiltere’de yayımlanan Anarchism in Turkey broşürünü yazdı. Halen çeşitli site ve dergilerde çalışmalarını sürdürüyor. Yazınsal çalışmalarının yanısıra, birçok savaş karşıtı ve radikal kampanyada yer aldı. Halen Londra’da yaşamaktadır.