Elimde daha önce sev­erek okuduğum bir kitap var… Emma Gold­man’ın, “Hay­atımı Yaşarken” başlık­lı oto­biyo­grafisi. Hayır, kitabın tanıtımı yap­mak değil niyetim. Daha önceleri çokça kez yapıldığını ve pek çok oku­ra da ulaştığını biliyorum.

Sosyal medya­da ve düşün dünyasın­da, sokak­ta, okul­da, Emma Gold­man’­dan çokça söz edilmek­te; düşünceleri her an her yerde, adını bildiğimiz — bilmediğimiz sayısız insan tarafın­dan kay­nak notu olarak pay­laşıl­mak­ta, tartışıl­mak­ta… İşte böyle­sine değer­li bu kitabı biz okurlara kazandıran kAdın çevir­meni tanıt­mak istiy­o­rum ben. Kitabın kapağın­da­ki çevir­men biyo­grafisinin son özet para­grafın­da şöyle yazıyor:

Yıl­lardır, aklı­na estiğince, den­eme, şiir, eleştiri yazdığı gibi, çoğu alanı kap­sayan makalel­er de yazar. Çeşitli yer­lerde yayım­lan­mıştır bu yazılar. Yazdık­ları­na sahip çık­maz. Site­si, bloğu yok­tur. Özel­lik­le de özgür­lükçü dünyaya katkı­da bulun­muş kadın düşünür­leri ortaya çıkarır. Çevire­ceği kita­pları ken­disi seçer. Kısacası, bağım­sız bir kAlemdir o. 

Biz­im Emma Gold­man’ımız, Emine Özkaya’dır o.

Şim­di siz­leri daha fazla bek­letmeden kısa bir süre önce onun­la yap­tığım söyleşiyi aktarıyorum…


Sadık: Söyleşimize şu iki ana başlık altın­da başlay­alım istiyorum:

Dünyada ve Türkiye’de devlet ve tahakküm, kadın, erkek, çocuk ilişkisi ve bireyin özgürlüğü

Bu iki temel başlığa ilişkin senin çokça sözün olduğunu pek çok kişi gibi bende çok yakı­nen biliy­o­rum. Ancak ben iznin­le Kedis­tAn okurlarının da bilmeleri­ni istiy­o­rum. Ne dersin?

Emma: Mil­liyetçi ide­olo­ji, kadın­ları, ulusun oluşum ve gelişim süreç­lerinde kul­landığı gibi, toplumun mil­i­ta­riza­sy­on sürecinde de kul­lanır. Hep­imizin sık­lık­la işit­tiğimiz, gün­lük hay­atımız­da öyle­sine kul­landığımız ter­im­lerdir ana­vatan, toprak ana ve yavru vatan… Namusu­nun ve şere­finin korun­ması gerek­lidir ana­vatanın! Tıp­kı kadın gibi. Bu ana­vatanı koruy­a­cak olan­lar da, esasen ulusu tem­sil eden erkek mil­le­tidir. Erkek, vatanı savu­nan asker­le özdeştir. Paul Ther­oux bu duru­mu şöyle ifade ediy­or: “‘Erkek gibi davran’ ifade­si bana bir küfür gibi geliy­or. Bu ifade, ‘aptal ol, duy­gusuz ol, itaatkâr ol, asker ol ve düşün­me!’ anlamı­na geliyor.”

Şaşırtıcıdır ki, bun­ca kut­sanan ana­vatan, yeri geldiğinde yer­le bir edilir. Vatanı koru­mak ve parçalat­ma­mak adı­na Kürt köy­leri yakılıp viran edilebilir. Aynı, namus cinayet­ler­ine kur­ban edilen kadın­lar gibi, “uğruna feda olu­nan” toprak­lar insan­sı­zlaştırılır, yaşa­ma alanı olmak­tan çıkarılır. Ağı­zlarını açtık­ların­da vatan­sev­er­lik­ten dem vuran­ların sıkıya düştük­lerinde yap­tık­ları ilk şey, isti­lacı ile işbir­liği yap­mak ya da ülkenin kapılarını isti­lacıya açmak­tır. Aynı, namus­tan fazla söz eden­lerin sıkıştık­ların­da karılarını sokağa attık­ları gibi. Ordu­ların gerçek göre­vi, vatanı savun­mak değil, içerde halk­ları bastır­mak­tır. Tar­i­hte yabancı isti­lası­na karşı dire­nen ordu örneği çok azdır. Hitler, Fransa baş­ta olmak üzere Avru­pa ordu­larını bir­er ikişer günde bertaraf etmiştir. Diğer yan­dan, ulusal kur­tu­luş hareket­leri de, kadın­ların geniş katılımı­na ihtiyaç duy­duğu için bir yan­dan kadını yüceltirken, bir yan­dan da onlara erkek ima­jı kazandır­maya özen gös­terir. Ceza­yir, Sri Lan­ka ve PKK de dahil, ulusal hareket­lerin içinde, cephede ve cephe gerisinde yer alan çok sayı­da kadın vardır.

Bu kadın­lar, ellerinde­ki silahla ve aldık­ları “sorum­lu­luk­lar­la” erkek­ler­den fark­sız bir biçimde tasvir edilir­ler. Yine de kadın­ların toplum içinde inisiy­atif almalarını sağlayan bir yanı vardır ulusal mücadelelerin. Oy hakkı elde etmek, eğitim ve çalış­ma hay­atı ve siyasette bir ölçüde yer almak. Örneğin İngiltere’de kadın­ların oy hakkını elde etmeleri ancak 1. Dünya Savaşı sonun­da, erkek­ler­den çok son­ra olmuş­tur. Yakın geçmişte ulus­laşan ülkel­erde kadın­lar erkek­ler­le aynı zaman­da oy hakkını elde etmiştir. Bu, onlara eşit vatan­daş hak­larını kazandır­masa da, objek­tif durum budur.

Ne var ki, ulusal mücadelede “erkek­leşerek” bel­li ölçüde inisiy­atif ve özgür­lük kazanan kadının doğur­gan­lığı kısa sürede yeniden ön plana çıkartılır. Musa Anter, Kürt kadınını şöyle tanım­lar: “Kürt kadını kocasının karısı, çocuk­larının annesi ve de toplum­da­ki ekonomik ilişk­i­lerin can­lı bir ortakçısıdır (…) Kürt kadını­na kaç çocuğun var diye sorul­duğun­da, sayının 5–6’dan aşağı olması, şere­fli bir kadın için aşağılayıcı bir durum­dur.” Kadın­ların cin­sel­liği üzerinden yapılan “mil­li tasar­ru­flar”, sadece savaş ve toplumun mil­i­ta­riza­sy­onu dönem­leri­ni kap­samıy­or. Aşağı­da göre­ceğimiz gibi, nüfus ve aile plan­la­ması adı altın­da sınıf­sal bir boyu­tu da içinde barındırıyor.

1990’ların sonun­da, Brezilya’da, gecekon­du mahal­lelerinde, kadın­ların rah­mi zor­la alı­narak kısır­laştır­ma yol­u­na gidilmiştir. Bu pro­je, Dünya Bankası fon­larıy­la destek­len­miştir. Kısır­laştırılan birçok kadı­na, rahim­leri alı­nacağı ve ömür boyu çocuk doğu­ra­may­a­cak­ları söylen­memiştir. Birçok kadın bu operasy­on­lar sırasın­da sakat­lan­mıştır. Kadın­ların kısır­laştırıl­ması­na har­canacak fon­lar, pekâlâ o gecekon­du mahal­lelerinin su, elek­trik, yol gibi temel ihtiyaçları­na, yok­sul halkın yaşam stan­dart­larının yük­seltilme­sine har­can­abilir­di. Oysa Brezilya Devleti, yok­sul­luğu yok etmek yer­ine, kadın­ların doğur­gan­lığını yok etme yol­u­na git­miştir. 1990’lı yıl­lar­da, Britanya’da, Depo-provera, artık sağlığa zarar­lı olduğu bil­in­me­sine rağ­men, bir doğum kon­trol meto­du olarak siyah ve göç­men kadın­lara ver­ilmek­tey­di. İsr­ail, Fil­istin­li kadın­lar üzerinde kısır­laştır­ma poli­tikasını halen sürdürmek­te­dir. Ameri­ka da dahil yir­mi dört devlet, 1910–1930 yıl­ları arasın­da kısır­laştır­ma yasası çıkart­mıştır. Amerika’da, göç­men­leri hedef alan öjenik hareketin çıkışı, İngiltere ile aynı döneme rast­lar. Sosyal Dar­winizm­den güç alır öjenik hareket. Daha son­ra Nazi Almanyası yaygın bir şek­ilde uygu­lar ben­z­eri bir ırkçılığı. Nazi­lerin pratiğinde de görüldüğü gibi, öjenik hareketin çıkış nedeni, devletin ırkçı ve cin­siyetçi uygu­la­maları ile, ulus, devlet, mil­liyetçi­lik arasın­da hep bir iliş­ki vardır.

Emine Özkaya

Lon­dra’­da…

Devlet­lerin kadın­ların bedeni üzerinden geliştirdik­leri nüfus plan­la­ma poli­tikalarının bir yanı kısır­laştır­maysa, diğer yanı da doğur­gan­lığın körük­len­me­sidir. Kadın­ların doğur­gan­lığı, mil­liyetçi ide­olo­jil­er tarafın­dan hep yüceltilir. “Cen­net anaların ayağı altın­dadır” dey­işiyle anneliği yücel­ten anlayış, bir baş­ka yerde, “kadının karnın­dan sıpası, sırtın­dan sopası eksik olma­malı” diy­erek erkek şov­enizmi­ni dışa vurur.

Atatürk, Cumhuriyet Türkiye’sinin aile yapısını şekil­lendirirken, “Türk kadınının en büyük göre­vi analık­tır” derken, devletin en küçük bir­i­mi olarak düşündüğü aile ve ailede­ki kadının rolüne vur­gu yap­ma gereği duy­muş­tur. Ailenin istikrarsı­zlığı, altüst oluşu, toplumun istikrarsı­zlığın­dan bağım­sız düşünüle­mez. Ailenin, kültürel ve ahlâ­ki şekil­len­mesi, korun­ması, kısacası gardiyan­lığı kadın­lara sunulan en büyük görevdir. Bu, savaş-barış zaman­larının değişmez politikasıdır.

Ne yazık ki, bel­li zaman­lar­da “vatanın analarının” da bu mil­liyetçi taşkın­lığın içinde yer aldığını görmek­tey­iz. Bir­in­ci Dünya Savaşı sırasın­da, Britanya’da oy hakkı için mücadele eden kadın­lar, asker­liğe git­meyi red­de­den erkek­lere “korkak­lığın” sim­ge­si olarak beyaz tüy dağıt­mak­la, daha o zaman­dan yük­se­len mil­liyetçi isterinin ve savaşçı faşizmin haber­cisi olmuşlardır. Hitler, Goebbels’in karısı ve çocuk­larını, örnek Alman aile­si olarak boşu­na lanse etmemiştir. Nazil­er, Almanya’daki kadın­ların büyük çoğun­luğu­nun desteği­ni almışlardır. Öyle ki, bir kes­im Alman fem­i­nisti dahi bu isteriye göğüs gere­memiştir. Keza İtalya’da, birçok kadın, Mussolini’ye alyans ve bilezik­leriyle bir­lik­te oğullarını da sun­muşlardır. Diğer ide­olo­jil­erde olduğu gibi, faşizmde de vatan ima­jı ile ana ima­jı kay­naştırılmıştır. Nasıl ananın namusu ve şere­fi kut­sal­sa, anay­la özdeşleşen vatanın korun­ması da kut­saldır. Ben­z­er bir şek­ilde, Stal­in de, “sosyal­ist” vatan savun­masın­da aynı özdeşliği kur­muş, analığı ve aileyi yücelt­miştir. Üste­lik Stalin’de analık, hem vatanı, vatanı savu­nacak askeri ürete­cek doğur­gan kay­nağı, hem de yük­sek üre­ti­mi tem­sil eder. Vatan, mil­let ve aile, her ulusun temel direk­leridir. Bu neden­le, mil­liyetçi­lerin ve poli­tikacıların vazgeçilmez pro­pa­gan­da alanlarıdır.

Aile ide­olo­jisi­ni yal­nız­ca faşist devletler değil, (Nazi Almanyası örneğinde olduğu gibi: kadın-çocuk-mut­fak üçlüsü) tüm ulusal devletler aile-vatan kavramı­na özel bir önem atfet­mişlerdir. Bugünün ister “gelişmiş” kap­i­tal­ist olsun, ister ken­di­sine sosyal­ist desin tüm ülkeleri çekird­ek aileyi örnek ve evrensel olarak kab­ul eder.

Gerçek­ten böyle midir durum? Aile de toplum­lar gibi değişk­endir. Res­mi, çekird­ek ailenin dışın­da var olan aile örnek­leri görmez­den gelinir. Evli olmayan anne örneğinde olduğu gibi. Oysa lezbiyen-gay çiftler­den oluşan ailel­er, bekâr baba ve çocuk­lar­dan oluşan ailel­er, arkadaşlar­dan oluşan ailel­er, tek tek bireyler­den oluşan ailel­er, yaşlılar­dan oluşan ailel­er, çocuk­lu, çocuk­suz birçok aile örneği vardır gerçek toplum­da. Sonuç olarak, aile evrensel olmadığı gibi, annelik de evrensel bir ide­olo­jiyle tanım­lana­maz. Annelik, kadının her­han­gi kim­liğin­den biri­sidir. Kurum­sal anneliği kut­sayan sis­tem, ne yazık ki, onu ödül­lendirmez. Dünyanın birçok yerinde evli olmayan annel­er, hâlâ gelir dağılımının en alt kes­i­minde yer aldık­ları gibi, siyasi, ekonomik ve toplum­sal alan­lar­da da tem­sil düzey­leri düşük­tür. Devlet, o kadar gök­lere çıkardığı anneliği ve onun getirdiği mad­di-manevi sorum­lu­luğu ailelerin sırtı­na yıkarak ken­di­ni kur­tar­maya çalışır. Öte yan­dan, rek­a­betçi-acı­masız dış dünyanın karşısın­da, aile sığınıla­cak, “sıcak” bir yuvadır. Özel­lik­le göç­men ve siyah kadın­lar için. Irkçı ve mil­liyetçi baskı karşısın­da ister iste­mez ail­eye sığınılır. Zor­ba bir devlete karşı Fil­istinlilerin aileyi savun­maları ve kadın­ları çocuk doğur­maya teşvik etmeleri de bu nok­tadan bakıldığın­da anlaşılır bir şey olmalı.

Yakın geçmişte, İngiltere’de yaşayan Koso­valı kadın­ların yaşam­larını içten gözlem­leme olanağım oldu. Çoğu bekâr kadın­lardı ve erkek arkadaş bul­mak­ta sıkın­tı çekiy­or­lardı. Çünkü, içinde yaşadık­ları get­to­nun dışın­dan bir “yabancıy­la” bir­lik­te olmaları hoş karşılan­madığı gibi, dışlan­maları­na da neden ola­biliy­or­du. Oysa Koso­valı erkek­ler için aynı kur­al söz konusu bile değil­di. Kadın­lar, bu dışlan­mayı göze ala­madık­ların­dan, “evde kalmış” kız sayısı çok­tu o gün­lerde bu toplumun içinde. Kısacası, kadın­ların cin­sel­lik­lerinin üzerinde­ki baskı yön­tem­leri değişse de, baskıyı yapan­lar değişmiy­or. O gün­lerde ulusal bağım­sı­zlık mücade­le­si veren Koso­valı vatan­sev­er erkek­ler, ken­di kadın­larının beden­leri­ni de “yabancılar­dan koru­maya” çalışıy­or olmalıy­dılar. Oysa korunul­ması gereken tek şey vardı, o da biz­zat koruyu­cu­nun ken­disiy­di. Aynı, bel­li toprak­lar üzerinde yaşayan insan­ların kendi­leri­ni önce­lik­le vatan­sev­er­ler­den koru­maları gerek­tiği gibi.

Sadık: Sosyal medya kul­lanıcıları­na yöne­lik devlet kon­trolü, yasak ve gözaltılara değine­lim biraz da?

Emma: Genel olarak media, sosyal media da dahil, ikti­darın pro­pa­gan­da ve kon­trol alanıdır. Örneğin, 2. Dünya Savaşı sırasın­da, Fransa’da Nazil­er, çoğu fil­im­leri dahi yeniden yapı­landırarak faşizmin malzeme­si haline getir­mişlerdir. Mass Media, barış zaman­ların­da da sorun­ludur. İndy Media gibi, alter­natif, gelenek­sel haber­cil­iği dışlayan, “dost media” yaygın­laş­malıdır. Gazete­ci­lik kurum­sal olduğu sürece sorun­lu ola­cak­tır. Oysa herkes bulun­duğu yerde bir haber­cidir. Ken­di haberi­ni kendin yap, ben­im şiarım. Gün­lük baskıya gelince. Total­iter ikti­dar­lar döne­minde baskı hep olmuş­tur. Baskıya karşı çarel­er de. Karam­sar değil­im ben. Gözüken baskı, gözük­meyen­den daha iyidir. En yakınımız­dakine güven­meyi öğren­mek zorundayız…

-

Sadık: Orta­doğu eks­eninde petrol ve su kay­naklarını hede­fley­erek genişleyen gözü dön­müş bir hay­dut­lar savaşı yaşan­mak­ta; Bütün savaşlar­da olduğu gibi bu savaş­ta da en çok siviller etk­ilen­mek­te ve “mültecilik“insanlığın kanayan bir yarası olmaya devam ediy­or. Sence insan­lık bu hay­dut­lar savaşın­dan kur­tu­la­bile­cek mi?

Emma: Gelenek­sel işçi sınıfı sanayi devrim­lerinin yaratımıy­dı. Bugün ise, göç­men işçi var artık dünyanın her devletinde ucuz emek olarak. “Mis­afir”, “kaçak” işçi olarak. Kap­i­tal­izm ne kadar glob­al kriz ise, işsi­z­lik, iş de o kadar glob­al. Kimi ülkel­erde daha derin yaşan­mak­ta tabii. Bil­gi ve Uni­ver­sitel­er değer­si­zleştir­iliy­or. Bu, Batı ülkeleri için de söz konusu. Oku­muşla, oku­mamış olan arasın­da­ki mesafel­er (olum­lu, eşit pay­laşı­ma göre değil) entelek­tüel düş­man­lığıy­la el ele gidiy­or. Kali­fiye işçi, emek değer­si­zleştir­iliy­or. Part time işler­le, ucuz emek kul­lanılıy­or filan. Senin dey­imin­le “insan­lık bu hay­dut­lar savaşın­dan kur­tu­lur mu?” sorusu çok espir­ili. Ben şah­sen, insan­lığın kur­tu­luşunu, hay­van­ların, ağaçların; genel olarak yeryüzünün kur­tu­luşun­dan ayrı ele almıy­o­rum. Hep bir­lik­te batıla­cak­tır! Bugünün sınıf­sı­zları. Marx­ist ter­mi­nolo­jiyle ifade eder­sek, işçi sınıfı­na dahil ola­mayan mül­te­cil­erdir-pro­leter­ler. İşçi olmak bile bir statü bu statüsü­zler için. Kadın­lar alınıp satılıy­or üç ‑dört bin liraya, çocuk­lara tecavüz ediliy­or. Hemen yine, Bağcılar­da polis, anne kucağın­da­ki bebeği kurşun­luy­or. Vizeymiş, neyin vize­si insan­ların kanı canı pahası­na? Zat­en parası olana sınır yok! Çoğunu bir Suriyeli korkusu almış. Yıl­lardır Avru­pa ülkeler­ine giden siz değil misiniz? Hala da git­mek isteyen. Oralar­da ırkçılık yapıldığın­da bas bas bağırırsınız. Göç­men­ler kim­s­enin işi­ni gücünü çalmıy­or. Zat­en glob­al olarak kap­i­tal­ist sis­temin yarat­tığı yeni, ucuz, kim­s­enin yap­madığı iş alan­ları var. Her dönem olduğu gibi. Velev ki öyle, bura­da hedef ola­cak kes­im işv­eren­ler ve devletin işçiyi işçiye kırdıran, emek pazarının, yıl­ların mücade­le­siyle kazanılmış hak­larını da gas­pe­den, ırkçı, cin­siyetçi, köle ticare­ti­ni yasal­laştıran siyaset­leridir. Bugünün esas mücade­le­si budur. Bu yer­siz yurt­suz “pro­leterya” ile dAyanış­ma yap­mak­tır. Demokrasi, özgür­lük, hak, hukuk, bu mücade­leyi genişlet­mek, bir­leştirmek­le gelir. Hiç kimse ille­gal değildir. Devlet­lerin sınır­ları ille­galdir. Bu insan­ları dışla­mak, Avru­pa devlet­leri de dahil, TC’nin mil­liyetçi, ırkçı poli­tikaları­na (böl-yönet) destek olmak demek­tir. Ken­di­sine insanım, devrim­ciy­im, hak, adalet peşindey­im diyenin gün­de­mi bu olmalıdır. Yok 19 mayıs, yok bilmem han­gi halkın geçmişi, bilmem ne mezhe­binin, toplu­luğu­nun “çok kültür­lülüğü” talep eden zır­vaları değil. Geçmiş de gele­cek de buradan bAşlar!

Sadık: Senin de bildiğin gibi özel­lik­le son on yıldır özgür­lük, doğru­dan demokrasi ve Anarşizm kavram­ları pek çok kıta­da olduğu gibi biz­im coğrafyamız­da da gün­de­lik hay­atın bir parçası duru­ma gel­di. Sis­tem karşıtı mücadele pratik­leri; işgal evleri deney­leri, çeşitli otonom örgütlen­mel­er ve ekolo­jik mücadele biçim­leri olarak ele ala­bile­ceğimiz bu yeni toplum­sal döngü hakkın­da nel­er söyle­mek istersin?

Emma: Kötümser olma­mak gerekir. Her kar­maşa, ken­di çözümünü de getirir. Deprem ola­cak­sa da olur. Baş­ka bir dünya, bu dünyanın içinde mümkündür. Dünyada­ki sosyal, ekonomik, siyasi parçalan­malar, bir düğmeyle yönetilmiy­or. Her yerde fark­lı zaman­da, fark­lı şek­ilde ortaya çıkıy­or. Mücadelel­er de öyle parçalı. Seatlle, Gezi de dahil, dünyanın çok yerinde direnişler var. Bu direniş­lerin doğur­duğu yaşam­lar var. Her şey için­den çürür ve kopar. Yıkım­ların çoğu kap­i­tal­izmin ekono­mi poli­tiğinin bir ürünüdür. Bil­inçli ve kon­trol edilmeyen yaratım­lardır… Özgür­lük, doğru­dan demokrasiye gelince: Anarşistler de bu kar­gaşanın içindedir ve bun­dan bağım­sız ster­il­ize yaşam­lar inşa etme ide­al­leri bir iddia olmak­tan öte bir anlam taşı­maz. Mese­le, get­to­laş­madan, biz­zat bulun­duk­ları yerde doğru­dan demokrasi pratik­leri­ni ortaya koy­mak­tır. Küçük küçük get­to­lar­da “anarşist kolek­ti­fler”, toplum­sal dönüşüm süreç­ler­ine bir müda­hale ceph­esi olarak değer­lendirilmiy­or­sa, “sığınak”tan farkı yok­tur. Get­to­laş­mak değil, birey­sel bile olsa gün­lük yaşa­ma sahip çık­mak olmalıdır perspektif.

Anarşizm, yAşayan, yaşAtan, gün­lük hay­Atı kap­sayan bir düşünce ve pratik­tir, bir ütopya değildir. Kut­sal kitabı, kita­pları yok­tur. Ben­im bildiğim, anlAdığım anArşizm, hay­a­ta seyir­ci kalmaz. Yaşamın kut­sal­lığını, her tür­lü inancın üstünde görür. Bu uğur­da gerekirse anArşist düşünceyi de karşısı­na ala­bilir. Hay­a­ta bugün­den müda­hale etmeyi esas alır. Ve anArşizm, somut öner­il­er getir­erek yaşamın içinde vared­er ken­disi­ni. Anarşizm, topluma siyaset yaparak, “uygun” elbise pro­jeleri üreten bir felsefe, düşünce değildir. Herşey­den önce, yol­su­zluk, hırsı­zlık, zulüm karşısın­da doğru­dan tavır almak­tır. Yukarı­dan belir­lenen pro­je, plan, tal­i­mat hiç değildir…

Kısaca özetlersek: anArşizm, gerek kurum­sal, gerek birey­sel, sosyal, ekonomik, siyasi ayrım­cılığa karşı olmak­tır. Bir sınıfın, toplu­luğun, baş­ka bir sınıfı, toplu­luğu ezme­sine, sömürgeleştirme­sine karşıdır. Aynı şek­ilde, bireyin de kurum­lar karşısın­da mağ­dur edilme­sine, inisiy­at­ifinin köreltilme­sine, ken­di hay­ati üzerinde­ki hak­larının ihlal edilme­sine karşıdır. Karşı olmak elbette yet­mez. Ail­eye karşıysa, ail­eye alter­natif yaşam pratik­leri oluş­tur­mAyı erteleme­den göster­mek­le yükümlüdür.

Cin­siyetçil­iğe karşı aman­sız bir dönüşümün adım­ları, toplum­sal devrim­in önceliğidir. Siyasi ikti­darı fethet­mek değil, toplum­sal dönüşümü orga­nize etmek­tir bugün­den. Şey­lerin tüke­timine ne kAdar karşıysa, kadın bedeni baş­ta olmak üzere, duygu­ların tüke­timine de kArşıdır. Bu neden­le bAş­ta evlilik kuru­munu ve aileyi hedef alır. Özgür aşkı savunurken, gönül­lü bir­lik­te­lik­leri bugün­den pratiğe sokar. Oku­la karşıysa, bugün­den “özgür okul” pro­jeleri ortaya koy­ması bek­lenir. Okul, has­tane, psikiy­a­tri klinikleri, sosyal kurum­lar da devletin diğer kurum­ları gibi bil­gi dik­tatör­lüğü kurar­lar bireyin üstünde. Oysa bil­gi açık ve eşit bölüştürülme­lidir. Yok­sa uzman­lar yetişir bugün olduğu gibi hay­at­larımız üzerinde söz sahibi olan ve akıl daneliğin­den baş­ka bir işe yara­mayan. Örneğin sağlık sek­törü. Çoğu dok­torun ilaç endüstri­leriyle işbir­liği yap­tığı bil­in­mek­te­dir. Alter­natif sağlık hizmeti nasıl sağlanır? Canım sis­tem sorunu deyip geçiştire­meye­ceğimize göre. Bu konu­da örgütlen­me, somut pratik­ler olmak zorundadır..

Bil­gi açık pay­laşıl­malıdır dedik: Bugün devlet sicil tutuy­or, hay­atımı­zla ilgili yaşam­sal bil­giler sak­lanıy­or. Bizi, her şek­ilde numar­alayan, fişleyen (kim­lik numarası, sig­or­ta, ehliyet vs…) devlet ve kurum­ları, her tür­lü bil­giyi vatan­daşın­dan sak­lıy­or. Sadece devlet de değil, bireyin rıza­sı dışın­da sicil tutan her kurum, okul, has­tane, par­ti, “devrim­ci örgüt”, sosyal medya da dahil polis­lik yapıyordur.

Kimse cin­siyetinden, varsa mil­liyetinden, ben­z­eri kim­lik­lerinden dolayı öncü- artçı ola­maz, dışlana­maz. Ve hiç bir insan ken­di ken­disi­ni yönet­mek­ten aciz değildir. anArşizm tem­sili değil, doğru­dan demokrasiyi savunur. Sonuç olarak, şid­det olduğu için anArşizm vardır. Sadece insana değil, hay­van­lara, ağaçlara, kuşlara… sözel, fizik­sel, psikolo­jik, ekonomik, askeri… anArşizm ölmek için değil, yAşat­mek içindir. AnArşist düşünce her tür­lü şid­dete karşıdır, “devrim­ci şid­det” de dahil kuşkusuz. Dolayısıy­la, yaşadığımız şid­dete karşı bir ÖZ SAVUNMADIR anArşizm.

[vsw id=“wjoDSHGtkok” source=“youtube” width=“640” height=“344” autoplay=“no”]

-

Sadık: Son olarak dayanış­ma ya dair düşüncelerin­le bağlay­alım mı sohbetimizi?

Emma: yAşasın Birey­sel dAyanış­ma! Bazı coğrafyalar­da yaşa­mAnın ken­disi başlı başı­na bir kahra­man­lık­tır. Her bireyin gökyüzüne bak­ma huzu­ru ihlal edilip unut­turul­muşken; içinde bulun­duğu toplumun mad­di, manevi şid­de­ti­ni yaşa­mak, seyret­mek, din­le­mek zorun­da kalması bir yana; bir de şid­detin bir tarafı olmadığı için manevi baskı görme­si, siyasi bir gru­ba, par­tiye dahil değilse bir birey olarak, diren­ci, yap­tığı, eylediği güzel şey­lerin görme­z­lik­ten gelin­mesi, değer biçilmeme­si bir yana, san­ki her güzel şeyin, siyasetin, dayAnış­manın poli­tik bir gru­pla yapıla­cağı inancı var. Siyaset, diren­me, dayAnış­ma onların teke­linde değil. Onlar dışın­da ter­cih yapan­lara manevi baskı yapıl­ması da ayrı bir şid­det. Nedense, neyin doğru, neyin eğri olduğu­na dair değer biçen­ler hep bu kurum­lar, res­mi ya da gayri res­mi. Ve o kurum­ların bir üye­si değilsen vay haline! Bu bakım­dan, “halk­ların bir­liği” der­ler hep, ben birey­lerin bir­liği ve birey­sel dayanış­manın öne­m­ine vur­gu yapacağım. Kurum­lar karşısın­da birey çok zayıf düşürülüy­or. Her tür­lü kurum­sal baskıya kArşı: Birey­sel dayAnış­ma diy­o­rum… Bireyler birleşin!

Sadık: Bu herkes için sıcAk bir tebessüm ola­cağını umduğum bu söyleşi için sana çok teşekkür ediy­o­rum Emi. Nice yol­lar, yıl­lar son­ra bile eskimeye­cek yeni soh­betlerde buluş­mak üzere. Sev­gi, dostluk ve dayanış­mA ile…


Emine ÖzkayaEmine Özkaya kimdir ?

Emine Özkaya (Emma Gold­mAn) ve anArşist kitA­plık… Özel alanı “Toplum­sal cin­siyet çalış­maları” ve “Tar­ih” olan Özkaya, İngiltere’de, Mid­dle­sex Üniversitesi’nin Human­i­ties bölümün­den mezun­dur. Eğitim ve mil­liyetçi­lik üzer­ine mas­ter çalış­maları da vardır. Gökyüzü, Mil­liyet Sanat, Birikim, Sosyal­izmin Sorun­ları, Yeni Zaman­lar, Düşü­nen Siyaset, Kitap-lık, Cumhuriyet Kitap, Yapı Kre­di Kita­plık, Özgür Üniver­site, Kaos-GL ‚dergi­lerinde yazıları çık­tı. 1997 yılın­da, Emma Goldman’ın Hay­atımı Yaşarken adlı oto­biyo­grafisi­ni (Metis-Kaos ortak yayını); 1999 yılın­da Paul Avrich’in Bir Amerikalı Anarşist, Voltairine de Cleyre (Sel Yayıncılık) adlı biyo­grafisi­ni ve 2006 yılın­da, Mary Davis’in Sylvia Pankhurst-Radikal poli­tik mücadele içinde geçmiş bir hay­at (Ver­sus Kitap), 2010 yılın­da Michael Seidman’in, İşçiler Çalış­maya Karşı (Boğaz­içi Üniver­site­si Yayın­ları) adlı çalış­masını Türkç­eye çevir­di. Metis Yayın­larının bastığı Türkiye’de Siyasi Düşünce, adlı ansik­lo­pe­dinin 8. cil­dine, Türkiye’de Anarşizm, adlı maka­leyle katkı­da bulun­du. Mine Ege adıy­la Anarşizm Bir Devrim Çağrısıdır (Kaos Yayın­ları, 1995) adlı broşüre katkı­da bulun­du; aynı adla, İngiltere’de yayım­lanan Anar­chism in Turkey broşürünü yazdı. Halen çeşitli site ve dergilerde çalış­malarını sürdürüy­or. Yazın­sal çalış­malarının yanısıra, birçok savaş karşıtı ve radikal kam­pa­nya­da yer aldı. Halen Londra’da yaşamaktadır.


Vous pouvez utiliser, partager les articles et les traductions de Kedistan en précisant la source et en ajoutant un lien afin de respecter le travail des auteur(e)s et traductrices/teurs. Merci.
Kedistan’ın tüm yayınlarını, yazar ve çevirmenlerin emeğine saygı göstererek, kaynak ve link vererek paylaşabilirisiniz. Teşekkürler.
Kerema xwe dema hun nivîsên Kedistanê parve dikin, ji bo rêzgirtina maf û keda nivîskar û wergêr, lînk û navê malperê wek çavkanî diyar bikin. Spas
Sadık Çelik on EmailSadık Çelik on Facebook
Sadık Çelik
REDACTION | Journaliste 
Pho­tographe activiste, lib­er­taire, habi­tant de la ZAD Nddl et d’ailleurs. Aktivist fotoğrafçı, lib­ert­er, Notre Dame de Lan­des otonom ZAD böl­gesinde yaşıy­or, ve diğer otonom bölge ve mekan­lar­da bulunuyor.