Mur­ray Bookchin, kendin­den önce­ki toplum­bil­im­ci­lerin ken­di tar­ih­sel dönem­lerinin toplum­bil­im­sel kuram­larını ve bu kuram­ların sınıf­sal karşılık­larını ken­di düşünsel döne­m­ine sen­te­zley­erek aktaran en son düşünür­ler­den biriy­di. 21. yüzyılın yeni par­a­dig­ması olarak değer­lendi­re­bile­ceğimiz bu yeni düşünceyi Bookchin şöyle tanımlıyordu:

İns­anl­arı hurafelere değil, man­tığa dayanan; kişisel özerk­liğe değil, özgür­lüğe dayanan; intibak sağla­maya değil, yaratıcılığa dayanan; kaos’a değil, uyu­ma [ing. coher­ence] dayanan; yöneti­cilere ve devlete değil, halk meclis­ler­ine ve kon­fed­er­al­izm temel­li bir özgür toplum görüşüne dayanan yeni fikir­lere ihtiy­acı var. Eğer insan­ların man­tık ve özgür­lük temel­li bir rasy­onel topluma doğru yönelme­sine rehber­lik etmek için çabal­ay­a­cak gerçek –yapısı olan bir hareket– bir hareket örgütle­mezsek, nihayetinde bir felake­tle karşılaşa­cağız. Ken­di “özerk” ego­muzun içine kapana­mayız; veya ilkel, aslın­da bil­in­meyen bir geçmişe geri çek­ile­mey­iz. Bu çıl­gın [deli] dünyayı değiştirmeliy­iz, yok­sa toplum –bugün­lerde hali hazır­da zat­en olmaya başladığı üzere– rasy­onel olmayan bir bar­bar­lık doğrul­tusun­da dağılıp gidecektir.

Bookchin, düşünsel serüveni­ni daha iyi anla­mamız açısın­dan son derece anlam­lı, çarpıcı tar­ih­sel bir döküm sunuy­or bizlere. Bilindiği üzere, 1921 tar­i­hi, dünya devrim­ler tar­i­hinin o en “görkem­li devrim“inin bir anda nasıl bir ikti­dar ve güç ilişk­isi yarat­tığının ve devamın­da (sovyet devrim­in asli bileşen­lerinden olan Ukranya’­da­ki Anarşit Mah­no hareketi ve Kro­n­stad ayak­lan­maları­na karşı gir­işilen Bolşe­vik katliamları ile) nasıl bir ihanete dönüştüğünün tar­i­hidir aynı zamanda…

Bookçhin’in “Kro­n­stad ayak­lan­masının arka planı” adıy­la kaleme aldığı bir yazısı olduğunu da bu ara­da belirtey­im; bu yazıyı Kro­n­stad katliamının yıldönümünde yayınlayacağız)

Mur­ray Bookchin, 1921’den 2006 yılı­na kadar süren ömrü boyun­ca, toplum­sal bir tar­ih­sel sırala­ma olarak da insan­lık tar­i­hinin en önem­li döngü­ler­ine tanık­lık etti. Tanık­lık etmek­le kalmayıp bütün o toplum­sal kalkış­ma dönem­leri, 2. dünya savaşı ve son­rasın­da yaşanan toplum­sal devrim­ler, ayak­lan­malar boyun­ca yaşadığı bütün poli­tik arayışlar, tartış­malar, kırıl­malar ve yanıl­gılar üzerinde çalıştı. Eyleme­den söze, söz­den eyle­m­eye geçen yazılı, sözlü bütün entellek­tüel çalış­maları onu, yeryüzü ile barışık baş­ka bir insan­lığın umut ve ufuk kay­nağı­na taşıdı. Bu kay­nak, yani “sosyal ekolo­ji”, “insana, hay­vana, yer yüzüne özgür­lük” isteyen eko­to­plum­sal bir “paradigmA“dır…

David Vanek, Murray Bookchin’le söyleşiyor…

1921 doğum­lu olan Mur­ray Bookchin yet­miş yıl­dan beri sol siyasetin içindedir; ve baş­ta Mark­sizm ve anarşizm olmak üzere, ekolo­ji, doğa felse­fe­si, tar­ih, kent çalış­maları ve Solu içeren [konu­lar­da] iki düzin­eye yakın kitap yazmıştır. 1950’lerde, 1952’de [yazdığı] “Gıdalar­da [Kul­lanılan] Kimyasal­lar Sorunu” [ing. The Prob­lem of Chem­i­cals in Food] adlı uzun makalesinde tarım ve çevrenin kimyasal­laş­ması­na karşı uyarılar­da bulun­du; bu ve diğer yazılarıy­la mod­ern radikal ekolo­ji hareke­tinin temel­lerinin atıl­ması­na katkı­da bulun­du. Kimyasal tarı­ma karşı organik bahçe­cil­iğin, çeşitlendirilmiş tarımın ve diğer alter­nat­i­flerin popüler­leşme­sine yardım­cı oldu. 1962 yılın­da, Rachel Car­son­’un Ses­siz Bahar’ın­dan [ing. Silent Spring] bir kaç ay önce, çevre­sel zarar­ların kap­sam­lı bir araştır­ması [olan] Sen­tetik Çevrem­iz [ing. Our Syn­thet­ic Envi­ron­ment] adlı [kitabı] basıldı. 1964’de yazdığı radikal poli­tik ekolo­ji man­i­festo­su (“Ekolo­ji ve Devrim­ci Düşünce”), bu alan­da her­han­gi bir dilde yazılan ilk [eserdir]. Bir yazar ve konuş­macı olarak, hem ABD hem de Almanya’­da­ki nük­leer karşıtı hareketin ve ilk Yeşil poli­tik hareketin oluşu­munu etk­ilemiştir. Her yaz der­sler verdiği Toplum­sal Ekolo­ji Enstitüsü’nün ortak kuru­cusu, ve New Jer­sey Ramapo Kole­ji’nin emek­li pro­fesörüdür. Halen büyük Avru­pa ve Ameri­ka devrim­lerinin tar­i­hi [hakkın­da­ki] Üçüncü Devrim(The Third Rev­o­lu­tion) üçlemesinin üçüncü cil­di­ni tamam­la­mak için çalış­malarını sürdürüyor.

David Vanek (DV): Pek çok çevrecinin yap­tığı gibi, kita­plarınız­da 1960 ve 1970’lerdeki tecrü­beleriniz­den ilham alıy­or­sunuz; ama siz aynı zaman­da 1930’ların Büyük Bunalımının tecrü­belerinden de ilham almaktasınız.

Mur­ray Bookchin (MB): Ben Rus Devri­m­inin yakın tar­i­hte­ki en önem­li olay olduğu bir döne­min gelenek­sel Sol’u­nun için­den geldim. Aslın­da, –Ocak 1921’de New York Şehri’nde, Bronx’­da– doğ­duğum­da, Rus Devri­mi ve İç Savaş halen devam etmek­tey­di. Ailem Rus devrim­ci­lerinden oluş­mak­tay­dı. İlk bildiğim dil Rusçay­dı ve iki, üç yaşı­na kadar [Rusça] konuş­tum; ama daha son­ra aksan oluş­tur­ma­mam için ailem ben­im­le Rus dilinde konuş­mayı bırak­tı. İngilizceyi sokak­lar­da öğrendim. O dönemde New York’­da iki dil bil­m­eniz gerekir­di, çünkü nüfusun neredeyse yarısı Avru­pa’­da doğmuştu.

Amerikan Komünist hareke­tine daha çocukken katıldım. Bir Çek olarak, Genç Öncü­leri [ing. Young Pio­neers] bilirsiniz –işte ben 1930’ların başın­da bir Genç Öncü idim. 1934’de, 13 yaşın­dayken, Genç Komünistler Bir­liği’ne [Young Com­mu­nist League ‑Kon­so­mol] katıldım. Çok geçme­den, ondört ya da onbeşimdeyken, Halk Ceph­esi çizgi­leri nedeni ile Komünistler­den kop­tum –ben aşırı sol­day­dım, ve bur­ju­vazi ile sınıf işbir­liği olarak değer­lendirdiğim [Halk Ceph­e­sine] karşı çıktım.

1936’da İsp­anyol İç Savaşı pat­ladığın­da Komünistlere geri döndüm, çünkü bir tek onlar Franko ile mücadele ediy­or gözüküy­or­lardı. İsp­anya’da savaş­mak iste­d­im, ama çok genç­tim. Komünistlere katıl­mam­dan kısa bir süre son­ra, bu sefer kalıcı olmak üzere yine onlar­dan ayrıldım. Lise’­den son­ra kole­je devam etmed­im –New York yakının­da bir dökümhanede çalış­maya başladım. İki­nci Dünya Savaşı’nın aynen bir­in­cisi gibi devrim­ler­le sona ere­ceği­ni umut ediy­or­dum, ve Troçk­ist oldum. Savaş devrim olmadan sona erdiğinde, ortodoks Mark­sizm­den hay­al kırık­lığı­na uğramış bir halde, her şeyi yeni baş­tan düşün­mem gerek­tiği­ni fark ettim. Ordu’­dan ayrılın­ca [göre­vim bit­ince], daha önceleri mil­i­tan olan işçi­lerin zih­nen giderek orta sınıflaştığı oto­mo­bil sek­töründe çalış­maya başladım. Böylece 1950’de elek­trik mühendis­liği oku­mak üzere RCA Enstitüsüne başladım. Pek çok maki­nenin nihayetinde insan zah­me­tinin büyük bir kıs­mının yeri­ni ala­bile­ceği­ni gördüm. Bir sosyal­ist olarak, ister kap­i­tal­izm isterse sosyal­izm altın­da olsun, insan­ların topluma ver­mek zorun­da olduk­ları emek mik­tarını azalt­mayı iste­d­im; böylece [insan­lar] yaratıcı insan­lar olmak, ken­di ilgi­leri­ni takip etmek, ken­di yetenek­leri­ni gerçek­leştirmek için özgür olabileceklerdi.

Mark­sizm’in öte­sine geçm­eye karar verdim ve lib­ert­er sosyal­ist oldum. 1952 [gibi erken] bir tar­i­hte, gıdaların kimyasal­laş­ması üzer­ine yaz­mak­tay­dım. Hiy­er­arşi’nin eleştirisi­ni geliştirdim; ve hiy­er­arşi ve tahakküme karşı mücade­leyi, doğal dünyanın bütün­lüğü için mücade­leyle ilişk­ilendirdim. Mod­ern ekono­minin sadece ücretli emek ile ser­maye arasın­da­ki değil, aynı zaman­da da insan emeği ve doğal dünya arasın­da­ki bir etk­ileşim olduğunu göster­m­eye çalıştım. Felse­fi görüş­ler­im, Hegel’e dayanan, ama Hegelin teolo­jik yak­laşımı olmayan bir diyalek­tik­ti ve halen diyalek­tik­tir. Bir teolo­jist değil­im, hiç bir geliş­menin kaçınıl­maz olduğu­na inan­mıy­o­rum; ama aynı zaman­da, sosyal­izm gibi bazı gelişmelerin de yeter­li mad­di gelişmel­er olmadan başarıla­may­a­cağı­na inanıy­o­rum. Ken­di yak­laşımımı diyalek­tik doğacılık olarak adlandırıy­o­rum. Ekolo­jik düşünceler­i­mi kentleşme, özel­lik­le de şehir ve kır arasın­da­ki yerinden etme [ing. dis­lo­ca­tion] sorunu etrafın­da şekil­lendirdim. Teknolo­jinin mümkün olduğun­ca insani ölçek­li olması gerek­tiği­ni söyley­erek alter­natif teknolo­ji hakkın­da yazdım. Son­raları bütün bun­ların ötesinde, lib­ert­er belediye­ci­lik ya da komü­nal­izm adı altın­da yüz yüze demokrasi fikri­ni kazandırdım. Fikir­ler­im geliştikçe, kon­fed­er­al­izm hakkın­da­ki genel anarşist fikir­ler­le bir­leştir­erek, Mark­s’ın görüş­leri­ni –Mark­sizmin değil, Mark­s’ın ken­di fikir­leri­ni– ben­imsed­im [ing. retain]. Ama bir şeyin üzerinde dur­ma­ma lüt­fen izin verin; geçmişin tüm radikal eğil­im­lerinin –onların en iyi yan­larını alarak– öte­sine geçerek yeni bir şeye ulaş­malıyız: [yani] ben­im komü­nal­izm olarak adlandırdığım görünüşe.

1960’ların başların­da [henüz] olgun­laş­mamış karşı kültür­le ilgiliy­dim. Anarşizm hem bir ide­olo­ji olarak, hem de bir hareket olarak neredeyse ölü gözük­mek­tey­di. Aynı zaman­da da gayet akışkandı: bir anarşist olarak, sendikalist ola­bilir­di­niz; ego­ist ola­bilir­di­niz; iste­diğiniz her­han­gi bir şey ola­bilir­di­niz –aynen su gibi akışkan ve sıkça da biçim­siz­di. Böylece ilk olarak ken­di yeni görüş­ler­i­mi anarşizmin başlık­ları altın­da iler­let­tim, ve bun­lar daha son­ra “eko-anarşizm” olarak adlandırıldı. Ekolo­ji ve anarşizm üzer­ine yazdık­larımın, ekolo­ji üzer­ine yazılmış ilk radikal poli­tik yazılar olduğunu söyle­mek kanım­ca adil ola­cak­tır. Bun­lar daha çok Yeni Sol [ing. New Left] ile beraber popüler hale geldil­er. İns­anl­ar radikal ekolo­jinin köken­leri­ni bilmiy­or­lar –Ralph Nad­er ya da bel­ki Bar­ry Com­mon­er’in ortaya çıkardığını ve Yeni Sol’u etk­ilediği­ni düşünüy­or­lar. Bu oldukça hatalı; aslın­da radikal ekolo­jinin gerçek tar­i­hçe­si henüz yazılmamıştır.

Ömrümün son dem­lerinde –artık 80 yaşın­dayım–, hay­atım­da gördüğüm ve yap­tık­larımı değer­lendirm­eye çalışıy­o­rum. Ken­di kendime soruy­o­rum: 20. yüzyıl­da nel­er oldu? 21. yüzyılı etk­ileye­cek olan­lar nel­erdir? Bu konu­da oldukça belir­gin bazı fikir­lere ulaştım. Eğer toplumun yönünü [yöne­li­m­i­ni] lib­ert­er bir tarz­da değiştire­cek­sek, sis­tem­atik ve tutar­lı bir pro­je geliştirmem­iz gereke­cek. Tutar­lılık sadece poli­tika­da ve örgütte önem­li değil, [aynı zaman­da] ekono­mi, tar­ih ve filo­zofide de çok önemli.

DV: “Toplum­sal sorun­ları çözme­den çevre­sel krizi çöze­mey­iz” sık­lık­la sizin çalış­manı­zla ilişk­ilendirilen özlü bir ibare [dey­iş]. Bunu ilk defa yazdığınız­da, bu kelimel­er özel­lik­le kim­lere hitap ediy­or­du [hitaben yazılmıştı]? Döne­min çevre hareke­tine mi?

MB: Hayır, 1952 yılıy­dı ve o zaman bir çevre hareketi yok­tu –çoğun­luğu aşırı tep­kisel olan, koru­ma ve fazla nüfus üzer­ine yazılmış bir kaç kitap [vardı]. Buraya Avru­pa’­dan ve özel­lik­le de İngiltere’d­en gelen bir kaç insanın den­emelerinin haricinde, hiç bir organik bahçe­ci­lik hareketi yok­tu. Ben bir takım küçük değişik­lik­lerin kati sure­tle ekolo­jik sorunu çöze­meye­ceğine inanıy­or­dum –aksine, rasy­onel, eşit­likçi, lib­ert­er bir topluma doğru bir dönüşüm [ing. trans­for­ma­tion] gerek­liy­di. Güneş ve rüz­gar ener­jisin­den bah­set­tiğimde, onları sadece alter­natif teknolo­jil­er olarak öner­med­im; ben onları yeni komü­nal toplumun teknolo­jik araçlarının bir kıs­mı olarak önermiştim.

DV: Bu çeşit bir dönüşümün gerek­li ön koşullarının nel­er olduğunu düşünüyorsunuz?

MB: Bugün karşı karşıya olduğu­muz en önem­li şeyin bil­inçlil­iği art­tır­mak olduğunu düşünüy­o­rum. Ameri­ka iyi bir örnek ola­bilir. Amerikalılar mizaç ve kültürel mirasları itibari ile eylem­cil­erdir. Önce­den çok fazla düşün­me­zler, eyleme geçer­ler, ve son­ra da eyleme geçmelerinin nedeni­ni araştırır­lar. Geçmiş ve gele­cek hakkın­da fazla düşün­me­zler, bugünkü yer­leri­ni ve bu zamanı düşünür­ler. Mühendi­s­tir­ler, genelleştirme­zler, bağlan­tıları ara­ma­zlar. Amerika’­da bu hata­ları ortaya çıkar­mak biz­im işimiz. İns­anl­arımız tar­i­hte nel­er olduğunu, felse­fenin ne olduğunu bilmelil­er ki eğite­bilsin­ler. Bir bakış açısı­na sahip olmaları gerek­li. Sadece bir şeye karşı olmaları yet­mez, bir alter­natif ortaya koy­maları gerek­li. Ve tak­tik­leri öğren­meli, bir yön­teme [ing. method­ol­o­gy] sahip olmalılar.

DV: Bu yön­tem­le ilgili olarak, doğru­dan eylem ve poli­tik yön­tem­ler –lobi­ci­lik, yasal reform ve ben­z­er­leri gibi– arasın­da­ki sıkça ifade edilen çeliş­ki hakkın­da nel­er düşünüy­or­sunuz? Örneğin lobi­cil­iği, toplu­luk çalış­ması­na ter­cih eder misiniz?

MV: Lobi­ci­lik konusun­da uzun ve acılı deney­im­ler­im var. Yıl­lar­ca önce, sadece doğru­dan eylem ile [nük­leer] santral­leri işgal etmek­le kalmayıp, ama aynı zaman­da da dilekçel­er dağı­tan ve bun­ları yer­el kon­gre üyeler­ine sunan nük­leer karşıtı bir hareketin içinde aktiftim. Sonuçlar genel­lik­le pek de iyi değil­di. Bugün Bir­leşik Devletlerde, Demokratik Par­ti ve Cumhuriyetçi Par­ti var. Onlara git, seçilmek için her­han­gi bir şey üzer­ine sana söz vere­cek­lerdir. [Ama] yöneti­ci sını­fa bir fay­dası olmadıkça, sana hiç bir şey ver­meye­cek­lerdir. Bazen küçük tavi­zler verir­ler –sana dört hek­tar­lık bir “kır­lık” [el değmemiş, boş alan; ing. wilder­ness] vere­cek­lerdir–, ama son­ra ormanın geri kalanını kesip biçe­cek­lerdir. Lobi­cil­iğin genelde başardığı işte [ancak] budur.

DV: Yak­laşımınızı anarşizm olarak adlandırdınız. Bu kavram­la ne demek istiyorsunuz?

MB: Bugün, dediğim üzere anarşist geleneğin olduğu kadar Mark­s’ın en iyi [unsurlarını] içeren, lib­ert­er ide­olo­jiyi ifade eden komü­nal­izm kelimesi­ni ter­cih ediy­o­rum. Günümüzde ne anarşizmin, ne de Mark­sizmin tek başı­na yeter­li olduğunu düşünüy­o­rum: ikisinde de büyük bir kıs­mı artık bugünün dünyası­na uygu­lana­maz. Mark­s’ın ekon­o­mizminin, ve anarşizm için­de­ki bazen gizli, bazense açık olan birey­sel­liğin öte­sine geçmeliy­iz. Mark­s’ın, Proud­hon’un ve Bakun­in’in fikir­leri 19. yüzyıl­da ortaya çık­mıştı. Biz artık günümüz için sol lib­ert­er bir ide­olo­jiye ihtiyaç duyuy­oruz, [yok­sa] Rus ya da İsp­anyol Devri­mi gün­leri için değil.

En önem­li sorun, insan­ların güç kazanacağı [erke sahip ola­cağı] bir şek­ilde toplumun yapısını değiştirmek. Bunu yap­manın en iyi yeri ise, yüz yüze demokrasi yarat­ma fır­satı­na sahip olduğu­muz belediyel­erdir –şehir, kasa­ba ve köy. Yer­el hükümet­leri, insan­ların yaşadık­ları ekono­mi ve toplum hakkın­da tartışa­bile­cek­leri ve karar­lar ala­bile­cek­leri halk meclis­ler­ine dönüştüre­bil­i­riz. Bir komşu şehir ya da kasaba­da ikti­dara gelirsek [erki elde ede­bilirsek]; bütün meclis­leri kon­federe hale getir­ilebilir, ve son­ra da bu kasa­ba ve şehirleri halk hüküme­tine kon­federe hale getire­bil­i­riz –(sınıf yöne­ti­mi ve sömürünün bir aracı olan) devlet değil, halkın erke sahip olduğu bir hükümet. İşte bu pratik anlam­da ben­im komü­nal­izm diye adlandırdığım [şey­dir]. Bu, “halkın” gıda kop­er­at­i­fi, gara­jı, mat­baası gibi ufak başlangıç kabilin­den pro­jelere atfen söyle­nen komünitery­enizm [ing. com­mu­ni­tar­i­an­ism] –ki bun­lar parçalan­masalar veya diğer gir­işim­lerin [şir­ket­lerin] rek­a­be­tine yenilme­sel­er dahi sık­lık­la kap­i­tal­istleşen pro­jel­erdir– ile karıştırılmamalıdır.

İns­anl­ar bu çeşit bir yüz yüze demokratik toplumu asla kendi­lik­lerinden başara­may­a­cak­lardır. Bunun için mücadele ede­cek cid­di ve dirayetli bir hareket gerek­lidir. Ve bu hareketi oluş­tur­mak için, radikal sol­cu­lar –taban­dan kon­trol edilen, ve böylece de baş­ka bir Bolşe­vik Par­ti yarat­may­a­cağımız– bir örgüt geliştirme­lidir. Bu yer­el temelde ağır ağır biçim­lendirilmeli, kon­fed­er­al şek­ilde örgütlen­meli, ve halk meclis­leri ile beraber mev­cut güce, [yani] devlet ve sınıf yöne­timine karşı bir muhale­fet oluş­tur­malıdır. Ben bu yak­laşımı lib­ert­er belediye­ci­lik [ing. lib­er­tar­i­an munic­i­pal­ism] olarak adlandırıyorum.

DV: Bazı eleştir­men­ler, sizin büyük ölçüde daha alt seviyede, [yani] belediyel­erde olup biten­ler­le ilgilendiğinizi; ve fark­lı belediyelerin daha yük­sek bir yapıya, mesela kon­fed­erasy­on­lara nasıl bir­leştir­ile­ceği hakkın­da pek bir şey söylemediğinizi belirtiyorlar.

MB: Bu kesin­lik­le doğru değil –halk meclis­leri­ni kon­federe hale getirme amacı lib­ert­er belediye­cil­iğin teme­lidir. Bu konuda­ki yazılarımın hep­si bir kon­fed­erasy­on çağrısı içerir. Yer­el kon­fed­erasy­on­lar­dan bölge­sel kon­fed­erasy­on­lar, ve son­ra da ulusal ve kıtasal kon­fed­erasy­on­lar ortaya çık­malıdır. Ama güç her zaman halk meclis­lerinde oma­lıdır, ve nihai karar­lar her zaman aşağı­dan, yani halkın meclis­lerinden gelme­lidir. (Bu ara­da meclise katıl­mayan her­han­gi birisinin basitçe “ben vatan­daş [ing. cit­i­zen] değil­im, umu­rum­da değil” dediği kab­ul edilme­lidir. Eğer katıl­mayı umur­samıy­or­larsa, bırakalım meclis­lerin karar­ları ile [-nı kab­ul­lenerek] yaşasınlar).

Belediyel­er yüzeyi gerçek poli­tik hay­atın are­nasını mey­dana getirir­ler; ama hiç bir belediye “özerk” [ing. autonomous, müs­tak­il] ola­maz. Özerk­lik bir efsanedir –bunu başara­mazsınız, çünkü her bir insan tüm diğer­ler­ine bağım­lıdır, ve her bir belediye tüm diğer­ler­ine bağım­lıdır. Nasıl ki birey­sel ego­muz, Max Stirn­er’in öne sürdüğü şek­ilde apan­sızın veya bir yol­la kendil­iğin­den oluş­mayıp, büyük ölçüde kültürel olarak şekil­len­mişse; biz hep­imiz de bir diğer­ine bağım­lıyız. [Ama] aynı zaman­da devlete tam bağım­lılık [şek­lin­de­ki] kusurlu total­iter sanısını da kab­ul etmiy­o­rum. Ben meclislerde kendi­leri­ni yöneten insan­lar arasın­da­ki karşılık­lı bağım­lılığık [ing. inter­de­pen­dence] taraftarıyım.

Demokrasi sık­lık­la anarşizmin sorun­lu olduğu bir şey gibi gözük­mek­te. İşte bu ben­im, birey­sel ego­nun ve onun arzu­larının gerçek­leşmesi­ni baskın [ing. over­rid­ing] görüş olarak değer­lendiren otan­tik anarşistler­den ayrıldığım bir alandır. Pek çok anarşist demokrasiyi çoğun­luğun azın­lık üzerinde “tiran­lığı” olması nedeni ile red­ded­er. Toplu­luk çoğun­luk oyu ile karar­lar aldığın­da, bunun azın­lık­ta oy kul­lanan­ların birey­sel ego­ları üzerinde­ki “özerk­liği” ihlal ettiği­ni düşünür­ler. “Özerk” olduk­ları için karara karşı oy kul­lanan­ların buna [alı­nan karara] uymaları gerekmediğine ben­z­er bir şey düşünürler.

Bunun en iyi ihti­malle oldukça naif, en kötü ihti­malle ise bir kaos reçete­si olduğunu düşünüy­o­rum. Karar­lar bir kere alındığın­da bağlayıcı olmalıdır­lar. Tabii ki azın­lık­tak­il­er her zaman çoğun­luğun kararı­na iti­raz etme ve ken­di fikir­leri­ni serbestçe dile getirme hakkı­na sahip olmalıdır. Çoğun­luk, hiç bir zaman azın­lığın ken­di görüş­leri­ni seslendirmesi­ni ve [diğer­lerinin] desteği­ni sağla­yarak çoğun­luğu kazan­masını engelleme hakkı­na sahip değildir.

Burada­ki soru, toplu­luk genelinde karar­lar almanın en adil yol­u­nun ne olduğudur? Ben çoğun­luk oyla­masının sadece en adil değil, aynı zaman­da da yüz yüze demokrasinin işlemesinin yegane tutar­lı yolu olduğunu; ve çoğun­luk oyu ile alı­nan karar­ların, ister bu eylem lehine isterse aley­hine oy ver­miş olsun, toplu­luğun tüm üyeleri üzerinde bağlayıcı olması gerek­tiği­ni düşünüyorum.

Ve bir çok anarşistin aksine, belir­li bir bireyin yahut belediyenin her zaman ne isterse onu yapa­bilmesi­ni destek­lemiy­o­rum. Yapı ve kurum­ların yok­luğu kaosa ve hat­ta key­fi tiran­lığa yol açar. Ben hukuğa [ing. law] inanıy­o­rum, ve ben­im düşlediğim gele­ceğin toplumu bir anayasaya da sahip ola­cak­tır. Tabii ki, anayasa yetk­ilen­miş [ing. empow­ered] insan­lar­ca [yapıla­cak], dikkatli düşüncenin bir ürünü olmalıdır. Demokratik olarak tartışıl­malı ve oylan­malıdır. Ama insan­lar onu bir kere kab­ul ettik­leri zaman, artık herkes üzerinde bağlayıcı olmalıdır. Tar­ih­sel olarak, yöneti­ci sınıfların –M.Ö. yed­in­ci yüzyıl­da Yunanistan’­da Hes­oid’in adlandır­ması ile, “baron­lar”– rast­gele davranışlarının kur­banı olan zulüm altın­da­ki insan­ların çare olarak anayasalar ve adil hukuk talep etmeleri bir kaza değildir.

Öcalan

Pho­to de Lud­wig Rauch 1992

DV: Özerk­lik veya kendine yeterlilik [ing. self-suf­fi­cien­cy] fikir­lerinde ne gibi tehlikel­er buluyorsunuz?

MB: Ana tehlike dark­afalılık­tır [ing. parochial­ism]: bazı insan­lar bazı ırk­tan veya etnik [grup­tan], ya da [bel­li] cin­sel ter­cih [sahibi] olan vb. insan­ların dışlan­ması gerek­tiğine karar vere­bilir­ler. Örneğin, uzun­ca bir süre Amerika’nın Güneyinde, siyahların araların­da kölel­er ya da o olmazsa köle ben­z­eri hizmetçil­er olarak yaşa­ması arzu­landı. Bugün bir çok Avru­pa ülkesinde, insan­lar Avru­pa dışın­dan gelen göç­men­lerin kab­ul edilmeme­si istiy­or. Biz­im hareke­timiz bu gibi dark­afalık­ları, tüm insan­ların karşılık­lı olarak bağım­lı olduğunu onay­layan ve hat­ta müjdeleyen bir bakışla, yani koz­mopoli­tan­lık [ing. cos­mopoli­tanism] ile göğüslemelidir.

İşleyeb­ilir bir kon­fed­erasy­onun nihayetinde, belediyelerin karşılık­lı bağım­lılığını yan­sı­ta­cak şek­ilde, ola­bildiğince geniş olması gerek­tiği­ni düşünüy­o­rum. Kon­fed­erasy­on hakkın­da yazan bazı ondokuzun­cu yüzyıl anarşist­leri büyük boşluk­lar bırak­tılar. Proud­hon ve Bakunin yazıların­da, eğer istenirse bir toplu­luğun kon­fed­erasyon­dan çek­ilebile­ceği ihti­ma­li­ni kab­ul­lendil­er. Toplu­luk kon­fed­erasy­onun geri kalanı­na, “yap­tığınız­dan hoşlan­mıy­o­rum, ben ayrılıy­o­rum” diye­bilir. Ben buna izin ver­ilme­si gerek­tiğine katılmıy­o­rum. Her bir belediye kon­fed­erasyon­da­ki diğer her bir belediy­eye karşı derin, esaslı bir sorum­lu­luk taşı­mak­tadır. Bir toplu­luk kon­fed­erasy­ona katıldığı zaman bir sözleşmeyle [ing. com­pact], yani anayasa ile sınır­landırılmıştır. Sadece kon­fed­erasy­onun çoğun­luğu­nun ortak karara vardığı bir şeyi yap­mak istemediği için, tek taraflı olarak ayrıla­ma­malıdır. Örneğin, toplu­luk şunu diye­meme­lidir: “Biz zen­ci­leri dışla­mak istiy­oruz, ama siz kon­fed­erasyon­dak­il­er bunu [-n aksi­ni yap­maya] bizi zor­luy­or­sunuz; biz bu neden­le size karşı geliy­or ve kon­fed­erasyon­dan ayrılıy­oruz”. Katılım bağlayıcıdır, çünkü karşılık­lı bağım­lılığımız bir­birinden ayrıla­maz. Ben­im fikrime göre, bir toplu­luğun kon­fed­erasyon­dan ayrıl­masının tek yolu, büyük bir meclis işle­vi gören kon­fed­erasyon­da­ki çoğun­luğun şöyle deme­sidir: “Tamam, eğer istiy­or­sanız ayrılın, ama yardı­ma ihtiy­acınız olduğun­da biz­im yardım etmem­izi beklemeyin”.

DV: Yani, merkez­si­zleşme [ing. decen­tral­iza­tion] hikayenin tümü değil?

MB: Merkez­si­zleş­menin kendil­iğin­den efsanevi bir niteliğe sahip olmasını, yani merkez­si­zleş­menin fetişleştir­ilmesi­ni kesin­lik­le onay­lamıy­o­rum. Büyük şey­lerin kötü olması gerek­li değildir, ve [yine] küçük şey­lerin de iyi olması gerek­li değildir. Küçük her zaman güzel değil –küçük bir­im­ler bazen yıkıcı ve geri­ci [ing. reac­tionary] ola­bilir­ler. Feo­dal Avru­pa’nın dünyası sık­lık­la merkez­si­zleşmişti –ama bu oldukça önem­li bir mik­tar­da­ki tiran­lık­la zehirlenmişti.

Büyük­lük tamamı ile fizi­ki bir ölçüdür. Merkez­si­zleşme ekonomiyi, teknolo­jiyi, poli­tik yapıyı, kon­fed­er­al­iz­mi, vb. içer­me­lidir. Bu komü­nal­ist bir yapı içinde ortaya kon­malıdır. Merke­si­zleştir­menin avan­ta­jı, yurt­taşla [bir yer­el bir­im­in sınır­ları içinde yaşayan­lar­la] ilgili alanı ve onun bileşen­leri­ni, insani ve aşi­na bir ölçek­te [büyük­lük­te] konumlandırmasıdır.

DV: Kita­plarınız­da, hiy­er­aşinin tar­ih­sel seceresi­ni geliştir­di­niz. Birçok antropolog’a ben­z­er bir şek­ilde, eşit­likçi –bir yerde Mark­s’ın sınıf­sız toplumu­na ben­z­er– bir toplumu başa koy­dunuz. Bu bir nevi Bookch­in­ci Altın Çağ mı?

MB: Kesin­lik­le hayır! Geçmişe geri dön­mek istemiy­o­rum. Ben bir ilkel­ci değil­im. Bir­leşik Devletler’de­ki pek çok anarşistin ilkel­ci olması her zaman beni oldukça kaygı­landır­mıştır. Onlar teknolo­jinin sorun­larımızın ana nedeni olduğu­na inanıy­or­lar. Hat­ta zaman zaman onların çak­mak­taşı araçlara ve arayıcı [ing. for­ag­ing] bir ekonomiye geri dön­meyi arzu­ladık­ları izlen­i­mi [bile] edinilebilir.

Sorun­larımızın temel neden­lerinin toplum­sal –kap­i­tal­izmde, ulus-devlette– ilişk­il­erde, ve her şeyin ve tüm ilişk­i­lerin meta­laştırıl­masın­da yat­tığını düşünüy­o­rum. Eğer toplumu kop­er­atif ve insancıl doğrul­tu­da örgütlemiş olsay­dık, teknolo­ji sorun­larımızın en önem­li çözüm yol­ların­dan birisi ola­bilir­di. İlkelc­iler biz­im çok fazla uygar­laştığımıza inanıy­or­lar. Bense yeter­ince uygar­laş­madığımıza inanıy­o­rum. Hat­ta bazı ilkel­cil­er “toplum“a bile karşı, ama ben toplum olmadan insanın olmay­a­cağını düşünüy­o­rum. Onlar kişisel özerk­liğe, bense toplum­sal özgür­lüğe inanıy­o­rum. Onlar uygar­lığın zehirlediği bir “doğal insana”, “bozul­mamış ego“ya inanıy­or gözüküy­or­lar. Ben rek­a­bet, sınıf­sal ve hiy­er­arşik ilişk­i­lerin toplumu çürüt­tüğüne; ve kop­er­atif bir uygar­lığa ihtiy­acımız olduğu­na inanıyorum.

DV: Yani siz tar­i­hin bir düşüş ve bozul­ma değil de; bir mükem­melleşme ve “kültürel öğren­me” süre­ci olarak, temelde zorun­lu ve olum­lu bir şey olduğunu [ifade eden] Mark­s’ın –daha doğrusu Hegel’in– bakış açısını benimsiyorsunuz?

MB: Yine hem evet, hem de hayır. Mükem­melleşme kelimesi­ni bir tarafa bırakalım, çünkü sadece kut­sal var­lık­lar [tan­rılar] mükem­meldir. Aslın­da, gerçek­ten de geçmişte korkunç şeyler oldu, ve günümüzde de olmak­ta. Kaba hay­vansal­lık­tan kop­uş gerek­liy­di –ve bu henüz tam olarak başarılmış değil. Reen­chant­i­ng Human­i­ty’de yazdığım üzere, hay­vansal­lık temelde varolana uyum sağla­ma alanıdır; ve insanoğlu­nun çabaları olmadan dahi hay­van yaşamı oldukça ağır bir eziyet çekme ile damgalan­mıştır. İns­anl­ar hay­vansal­lığın öte­sine geçerek kültür alanı­na vara­bilir­ler, ve var­malıdır­lar. İns­anoğlu icat ede­bilir –yani yarata­bilir ve geliştire­bilir. Mark­s’ın emek teorisi bu açı­dan oldukça fay­dalıdır, [emek teorisi] emeği sadece değerin tek kay­nağı olarak görmez, her şey­den öte bunu bir ken­di­ni oluş­tur­ma [ing. self-for­ma­tion] ve bir toplum­sal oluşum olarak görür. Marks, insanoğlu­nun emek aracılığıy­la saf hay­van­lığın öte­sine geçtiği­ni söyler. İns­anl­ar dünya koşullarını alır, ve –en azın­dan potan­siyel olarak– bun­ları insanın ihtiyaçlarını daima daha fazla karşılay­a­cak şek­ilde biçimlendirebilir.

Ama insan ihtiyaçlarını tanım­la­mak her zaman oldukça sorun­lu olmuş­tur. Açık­tır ki tar­ih­sel olarak belir­lenir­ler. Kay­nakların kıt ve insan­ların gerçek­ten de yok­sul olduğu bir dünyada­ki ilk toplum­ların temel ihtiyaçları ancak çok zor­lu olan bir çalış­may­la karşılan­abilmek­tey­di. İlk zaman­lar­da, örneğin kuzey iklim­lerinde bile merkezi ısıt­ma anlaşıl­maz, veya son­raları ise müs­rifçe bir lüks olarak görüle­cek­ti. İns­anl­ar genel­lik­le evlerinin sadece bir odasın­da şömin­eye sahip­til­er. Ama bugün merkezi ısıt­ma artık temel bir ihtiyaç olarak değer­lendiriliy­or. Halen meta toplumuz­da, “ihtiyaç” olarak görülen­lerin büyük bir kıs­mı aslın­da gülünç gerek­siz şeyler. Ben hay­atın tüm temel ihtiyaçlarını karşıla­maya yete­cek kadar üre­tim yapacak potan­siyel bir kıtlık-son­rası toplumunu dikkate alıy­o­rum. Ve eğer toplum rasy­onelse, [toplum] insan­ların fazla çalış­madan ve çok az bir zah­me­tle rahatça yaşa­bile­cek­leri bir şek­ilde bol olan kay­naklarımızı tekrar dağıtıla­bile­cek­tir. Gerçek bir cen­nete sahip ola­bil­i­riz; toplum­sal ve hat­ta doğal dünyada­ki eziyet çek­meyi en aza indirebiliriz.

İdeal toplumun ne olduğunu bilmiy­o­rum, ama nihayetinde şu toplum­sal sorunu çözme­si gereke­cek­tir: insanoğlu­nun tahakkümü ve insan emeğinin sömürüsü. Tahakküm ve sömürü­den arın­mış bir topluma ulaş­mak için, bel­li bir ekonomik gelişme düzeyine gereksin­im­imiz vardır –bu açı­dan Mark­s’a katılıy­o­rum. Özgür ve rasy­onel bir toplum bazı ekonomik ve teknolo­jik öncellere [ing. pre­con­di­tions, önkoşullara] sahip ola­cak­tır: birkaç deve­den baş­ka hiç bir şey­leri olmadan Sahra Çölünün boşluk­ların­da yaşayan insan­ların iyi bir topluma sahip ola­bile­cek­leri­ni düşün­müy­o­rum. Ama öte yan­dan, iyi bir yaşamın görkem­li malikanelere, on tane yüzme havuzu­na ve elli tele­vizy­ona sahip olmamızı gerek­tirdiği­ni de düşün­müy­o­rum. Bazı lib­ert­er­ler buna karşı çık­a­bilir­ler: “İyi de, eğer birisi on tane yüzme havuzu­na sahip olmak istiy­or­sa, buna müsade edilme­lidir. Onları engelle­m­eye çalış­ma­malısınız. Onlar özerk­tir­ler.” Onları kab­ul edilebilir ihtiyaçların bir bütün olarak toplu­luk –belediye– tarafın­dan belir­len­mesi gerek­tiği­ni söyley­erek cevap­larım. Meclis’te “İki çift ayakkabı yeter­li. On tane­sine ihtiy­acın yok” denilebilir. Bel­li bir sınırın yeter­li olduğunu söyleye­bilir­ler, yani gökyüzüne ihtiy­acımız yok.

İns­an toplumun­da iler­leme olmuş­mudur? Evet ve hayır; tüm dehşe­tine rağ­men, uygar­lığın yük­selişi ve onun tar­i­hi olmadan insan yaşamı hay­van­lık­tan pek az bir fazlayı oluş­tura­bilir­di. Beni bağışlayın, ama durağan ve man­asız bir dünya­da yaşa­mak istemem.

DV: Gönül­lü sade­lik [vol­un­tary sim­plic­i­ty] kavramı hakkın­da ne düşünüyorsunuz?

MV: Kendimizi bir yığın mal­la tıka basa doldu­rarak, ve hay­atımızı nasıl herşey­den daha çok elde ede­bile­ceğimizi düşünerek har­ca­ma­malıyız. Ama gönül­lü sade­lik genel­lik­le zım­ni bir yok­sul­luk yaşamın­dan kay­naklanan bir din yarat­mak­tadır: Ne kadar az ihtiyaç duyarsak, o kadar iyi gibi bir şeyi söyle­mek­te. Bu safça bir ifadedir. İhtiyaçlarımız ne kadar olgun [münevver] ve rasy­onel olur­sa, biz de o kadar iyiy­izdir; aslın­da daha da insaniy­izdir. “Olgun” ve “rasyonel“in ne anla­ma geldiği üzer­ine uzun­ca konuşa­bil­i­riz; ama önem­li olan nok­ta ihtiyaçların geliştiğidir. Ben bir rahip olarak değil, bil­gili ve kültür­lü bir insan olarak yaşa­mak istiy­o­rum. Ve bu bugün kita­plar, müzik kayıt­ları, iyi gıda, uygun giy­im ve ben­z­eri pek çok ihtiy­acın karşılan­masını gerek­tiriy­or. Ben yok­sul­luk içinde, güven­li bir evin olmadan yaşa­manın ne olduğunu bilir­im. 1930’larda New York bir balo yeri değil­di; ve “gönül­lü sadeleşme” adı altın­da yet­miş yıl öncesinin teknolo­ji­leri ile yaşa­mayı ter­cih eden­ler karşısın­da hayrete düşüyorum.

DV: Dirim­merkez­ci­lik [ing. bio­cen­trism] görüşü hakkın­da da oldukça eleştirelsiniz.

MB: Ben doğayı, tüm organik hay­atın ötesinde bir evrim ve gerçeğe dönüştüre­bile­cek imkan­lar [potan­siyeller] olarak, yani doğal bir evrim olarak değer­lendiriy­o­rum. Ben doğal dünya­da, süb­jek­tiviteyi [öznel­liği] ve düşünceyi gerçek­leştir­menin imkanını görüy­o­rum; yani insanoğlu potan­siyel olarak doğa tarafın­dan dönüştürülmüş kendin­den bil­inçli [ing. nature ren­dered self-con­scious] ola­bilir. Yani ben asla dirim­merke­zli ola­mam. Aslın­da ben halen insanoğlu­nun doğal evrim­in en olağanüstü ürünü olduğunu düşünüyorum.

DV: Düşüncelerinizin ardın­da Aris­to­tle var­mış gibi gözüküyor.

MB: Evet, düşüncel­er tar­i­hin­de­ki pek çok felse­fe­cide olduğu gibi. Aris­totle’a karşı büyük bir saygım var, özel­lik­le bakışının büyüme fikir­leriyle, imkan­ların ve geliş­menin açılım­larıy­la örülmüş olması nedeniyle. Ama zamanının kısıt­ları nedeniyle Aris­totle’ın doğa hakkın­da­ki genel bakışı sta­tik­tir: doğal bir evrim görüşüne sahip değildir. O, yaşamın hiy­er­arşik sis­tem­i­ni ver­ili olarak kab­ul eder. 19. yüzyıl­da ise, bir baş­ka büyük gelişme­ci düşünür olan Hegel doğal evrim teo­ri­leri­ni biliy­or­du (Tür­lerin Kay­nağı basıl­madan bir kaç on yıl önce ölmüş olması­na rağ­men). Ama Ency­clo­pe­dia adlı eserinin 2. cildinde tüm bun­ları red­det­ti. Bugün biz organik evri­mi bil­menin yarar­ları­na sahibiz; ve bunun biz­im düşüncem­izi şekil­lendirme­sine olanak tanıyabiliriz.

Her zaman şükran­la belirt­mem gereken bir bor­cu vur­gu­la­ma­ma lüt­fen müsade edin. Marks bana, fenomen­ler [görüngüler, olay­lar] arasın­da­ki bağlan­tıları ara­mayı ve sen­te­zle­meyi [bireşim], ve insan­lığın ve doğanın ve onların karşılık­lı etk­ileşim­lerinin sorun­larını felsefe ve tar­i­hin çerçevesi içine yer­leştirmeyi öğret­miştir. Bu neden­le ben­im doğal dünya kavramım evrim­ci ve dinamik­tir. 1950’lerde, Aris­to­tle, Hegel ve diğer filo­zoflar hakkın­da­ki anlayışımı, doğal dünyada­ki insan­lığın yeri ile ilgili sorun­lar­la biraraya getirdim [ilişk­ilendirerek bir­leştirdim]. Bana göre, insanoğlu doğal evrim­in potan­siyel bir gerçek­leşme­sidir –bu ben­im doğa kelimesi­ni tanım­la­ma şek­limdir. Bu konuda­ki düşünceler­imThe Ecol­o­gy of Free­dom adlı kitabım­da, ve felsefe ve tar­ih kita­plarım­da olgun­laştı. Bence bu her zaman bir sen­te­zleme sorunudur; ve her şey­den öte, insan­lık­doğaya anlam veren şey­dir düşünce­sidir. Sadece mamut ve dina­zor­lar­la dolu olan bir dünya­da olmak iste­mezdim. İns­anoğlun­un ortaya çık­a­bile­ceği potan­siyeller doğal evrimde hep sak­lı [gelişmemiş, ing. latent] kalmışlardır. Bugün geçmişi anla­mamız oldukça yetkindir, ama mühim olan nok­ta; insanoğlu­nun şu anda bu nok­ta­da olduğu, ve onların [bu] evri­m­ininin gerçek­leşmesi­ni sağlayan doğal evrimde var olanın ne olduğu­nun açık­lan­ması gerektiğidir.

DV: Antropo-merke­zlil­iğin [insan­bil­im merke­zli, ing. anthro­pocen­trism] içine [sıkışıp] kalmak­tan çek­in­miy­or musunuz? Her ne kadar Dünya insanoğlu için yaratılmıştır deme­s­eniz de, insanoğlu­nun Dünya’­da­ki en değer­li var­lık olduğunu söylüy­or­sunuz. Pek çok insanın bunu antropo-merkez­ci­lik olarak adlandıra­cağını sanıyorum.

MB: Antropo-merkez­ci­lik kavramı beni korkut­muy­or. Bu doğal dünyanın, bir tür ilahi bir var­lık tarafın­dan insan­lar için yaratıldığını ifade ediy­or. Bence bu saç­madır. Beni eleştiren­ler­den birisi olan Robyn Eck­er­s­ley Envi­ron­men­tal Ethics der­gisinde, “İns­an düşünce­si neden kuşların yön yetenek­lerinden daha değer­lidir?” diy­erek bana mey­dan oku­mak­tay­dı. Ama bu aptal­ca bir sorudur. “Yön bulurken” kuşlar Dünya’nın manyetik alanın­dan, sıcak­lık değişik­lik­lerinden etk­ilenir­ler; yani çevreler­ine uyum sağlar­lar. Ama insanoğlu daha önce belirt­tiğim üzere icat ede­bilir, ve olgu­nun baş­ka bir seviyesinde, yani kültürde yaşar. Uçak­lar yapa­bilir, ve nasıl yön bula­cak­larını bilebilir. Böylece kuşların öte­sine geçe­bilir; onlar­dan daha ileri ve daha yükseğe.

İns­anoğlu yaşayan tüm diğer can­lılar­dan çok büyük bir şek­ilde fark­lıdır, çünkü en azın­dan potan­siyel olarak, kendin­den bil­inçlil­iği gösteren bir doğal evrim ola­bilir. Yani şöyle ifade edilebilir; [insanoğlu] bu evrim­in içine dahil ola­bilen; yaşamı ken­disi için olduğu kadar hay­van­lar için de daha iyi yap­mak için empatik, ahla­ki ve rasy­onel olarak ona [evrime] uyum­lu davran­abilen “doğal bir güç” [ing. nat­ur­al force] olabilir.

DV: Şim­di toplum­sal sorun­lar çözülme­den çevre­sel krize çözüm ola­may­a­cağı tezinize geri dönebilirmiyiz?

MB: Tabii ki. Yaşadığımız toplum bur­ju­vazi ve onun mod­ern sanayiyi kul­lan­ması tarafın­dan şekil­lendirilmiştir. Kap­i­tal­ist bir dünya­da yaşadığımız gerçeği­ni gözardı ede­mey­iz. Mark­sizmin inandığının aksine kap­i­tal­izm çök­müy­or –rahat­sız edi­ci bir şek­ilde istikrar­lı. Döngüsel [çevrim­sel] dur­gun­luk­lar her on yıl­da bire yakın sürel­erde gerçek­leşmek­tey­di. Fakat onyıl­lardır bir dur­gun­luk yaşa­madık. Lenin kap­i­tal­izmin savaş ve sosyal­ist devrim­ler döne­m­ine girdiği­ni tah­min ediy­or­du. Bel­ki bu 1914 ve 1945–50 arasın­da [geçer­li] ola­bilir­di; ama bugün artık değil –en azın­dan yirmin­ci yüzyılın dünya savaşları ile karşılaştırıla­bilir bir ölçek­te değil.

Kap­i­tal­izmin yap­tığı, “el değmemişliğin” [vahşi hay­atın, ing. wilder­ness] artık bir gerçek­ten ziyade bir metafor haline geldiği sen­tetik bir çevre yarat­mak­tır. Bu özel­lik­le, “el değmemişlik“le uğraş­manın uzun bir tar­i­hçesinin olduğu ABD’de doğrudur. Bura­da “el değmemiş­lik” şekil­lendiri­ci [ing. for­ma­tive] bir kültürel kavram olmuş­tur. Bugün Amerikalı derin ekolo­jistler el değmemişliğe methiyel­er düzen şarkılar söylüy­or­lar; bun­dan ise Glac­i­er Ulusal Parkı ve Olimpik Ulusal Parkı gibi yer­ler­den bah­set­tik­leri anlaşılıy­or. Ama bu gibi yer­lerde Avru­palılar gelme­den çok önceleri, bin­lerce yıl­dan beri Kızılder­ilil­er yaşa­mak­tay­dı ve [onu] dönüştürmek­tey­dil­er. Aslın­da, insanoğlu Homo Erec­tus’un zamanın­dan beri ve bel­ki de daha eski­den beri geze­geni değiştirm­eye başladı. Ateşi yak­mayı ve kul­lan­mayı öğren­melerinin hemen ertesinde orman­ları sis­tem­atik bir şek­ilde yak­maya başladılar.

Özel­lik­le bugün el değmemiş­lik efsane­sine inan­mak oldukça saç­ma. Artık el değmemiş yer­ler bulun­muy­or. Evet; vahşi hay­van­lar artık şehirlere doğru geliy­or­lar –geyik­ler Burling­ton’a geliy­or, kurt­lar Alaska’­da Nome’a doğru geliy­or­lar. Vahşi hay­van­lar kent çöplük­lerinde yiye­cek arıy­or­lar. Hud­son Kör­fezinde, Churchill’de yak­laşık 700 tane kut­up ayısı var. Ora­da toplanıp, çöp kutu­larını kırarak açıy­or­lar ve evlerin kapılarını açmaya çalışıy­or­lar. Ama el değmemiş alan­lar çok­tan bit­ti –şim­di rez­er­vasy­on­lar var artık. Tüm bir geze­gen değişti; şim­di buzullar ve dağ buzulları eriy­or­lar. Derin ekolo­jist­lerin ilkel doğaya dönüş umut­larıy­la apaçık bir şek­ilde çelişen sen­tetik bir dünya yaratıldı.

Bil­im ve teknolo­ji bu yıkım­dan geride kalma­yarak, bu feci zararı engelleye­bile­cek mi, bu sen­tetik dünyayı sürdürülebilir kıla­cak mı? Bu konu henüz bir netliğe sahip değil. Ben de artık daha ötesi­ni bilmiy­o­rum. 40 yıl önce akıl almaz olarak gözüken şeyler artık bir­er gerçek­ler. Bil­im adamları insanın gen har­i­tasını çıkardılar, yaşamın gizem­leri­ni keşfet­til­er –gen­ler, genetik ve biy­omühendis­lik. Mad­denin gizem­leri­ni keşfet­til­er ‑nük­leer ener­ji, atom çekird­ek­leri­ni. Bel­ki de sizin kuşağınız ya da sizin çocuk­larınız, sen­tetik dünyanın yaşanıl­maz olmasını engelleye­cek buluşlara tanık­lık edecekler.

Tüm ekolo­jik sorun­lar ilgilen­mek isteyen­lerin hep­sine açık bir şek­ilde duruy­or; ve insan­lar şu ana şey üzer­ine yoğun­laş­malılar: özgür, rasy­onel –ve ekolo­jik yöne­lim­li– bir toplum yarat­mak. Man­tık ve ekolo­jik bakışı hakim kıla­cak şek­ilde bil­inçlil­iği yük­selt­mem­iz [art­tır­mamız] gerekiy­or. Bu temelde toplum­sal –poli­tik olduğunu da eklemeliy­im– bir sorun­dur. Eğitim­sel ve poli­tik bir hareket, yani gerçek bir felse­f­eye, gerçek bir tar­ih kavramı­na, gerçek bir ekonomiye, gerçek bir poli­tikaya ve gerçek bir ekolo­jik duyarlılığa sahip [bir hareket] yarat­malıyız. Bu hareket, akıl­larının kap­i­tal­izm tarafın­dan harap edilmediği­ni varsa­yarak –ve bu önem­li bir sorun­dur–, insan­lara hitap etmek zorun­dadır. İns­anl­ar tar­i­ht­en öğren­meli, ve geçmişten bugüne ve gele­ceğe dair neleri uygu­laya­bile­cek­leri­ni anla­malılar. Yaratıcı bir bakış açısı­na sahip olmalıyız. Sadece bir şeye karşı ola­mayız; rasy­onel ve ekolo­jik olan alter­nat­i­fler sun­malıyız; ve bu toplumu değiştir­menin yol­larını öner­meliy­iz. Temel olarak, eğer bugünün ekolo­jik krizi­ni çöze­cek­sek, yeni bir poli­tik kültür yaratmalıyız.

Ne yazık ki, meta­laştır­ma sadece herşeyi bir­er değişim nes­ne­sine indirge­mek­le kalmıy­or, insan­ların düşünce şek­li­ni de değiştiriy­or. Bugünkü Amerika’­da­ki ünlü soru şudur: “Konunun son nok­tası [fir­ma bilanço­sun­da kar/zararı gösteren en son satır,ing. bot­tom line] nedir?”. Bu muhasebenin, iş alem­i­nin dilidir. İns­anl­arın da bu şek­ilde düşün­mesi beni ürpertiyor.

DV: İns­anl­ar çocuk­ları­na “yatırım yapmak“tan hoşlanıyorlar …

MB: Evet, özel­lik­le gidip para kazan­mak için onların eğitmekle.

DV: 1960’ların hareket­lerinin meta­laş­maya karşı –ve 1960’ların radikalken, 1970’lerin geri­ci [reak­siy­on­er]– olduğunu yazmıştınız.

MB: Bugün­le karşılaştırılın­ca göre­celi olarak öyle. Toplum­sal bir değişim yap­ma potan­siyel­leri açısın­dan, 1960’lar 1970’lerden daha ilgi çeki­cidir. 1960’larda ekolo­ji devrim­ci bir bakışa doğru, toplum­sal ekolo­jiye doğru gelişiy­or gözük­mek­tey­di. Karşı-kültür hiy­er­arşi ve eli­tizme mey­dan okuy­or gözük­mek­tey­di. Fem­i­nizm hiy­er­arşiye karşı bir duruşu ifade ediy­or­du. Ütopik arzu­lar insan­ca ölçek­li ve ekolo­jik toplu­luk­ları ter­cih ediyordu.

Ama 1970’lerde işler değişti. Karşı-kültür Yeni Çağ’a [ing. New Age] doğru sürük­len­di. Fem­i­nizm [ise] büyük ölçüde, kadın­ları şir­ket­lerin içine dahil etmek için ve yük­sek askeri pozisy­on­lara getirmek için [yapılan] bir lobi hareke­tine indirgen­di. Bu değişim ileri­ci [ing. pro­gres­sive] değildir. Sonuç olarak, 1960’lar kap­i­tal­izm tarafın­dan yutul­muş oldu. Bugün sakal bırak­manın ve uzun saçlı olmanın devrim­ci olan yanı nedir? Hiç bir şey. 1960’ların radikallerinin bir çoğu daha son­ra pro­fesör oldu­lar ve post­mod­ern­iz­mi öğretiy­or­lar. Ve 1960’larda temel­leri atılan ve gerçek­ten de radikal [olan] toplum­sal ekolo­jinin yeri­ni, naif dirim­merkez­cil­iği­ni en hafifind­en ger­ileti­ci [ing. regres­sive] bul­duğum derin ekolo­ji aldı.

DV: Ülkemde, derin ekolo­ji sık­lık­la bayağı radikal olan bir hareket olarak değer­lendiriliy­or. “Radikal“in zorun­lu bir şek­ilde “gerici“in ter­si olmadığını biliy­o­rum –yani, radikal ama bir şek­ilde geri­ci ola­bilirsiniz. Yani söyle­mek iste­diğim, derin ekolo­ji sadece poli­tik statükoyu muhafaza etme hareketi olarak değerlendirilmiyor.

MB: Bu popüler bir düşüncenin ilk defa yan­lış olması değil. Kap­i­tal­izm şu dikkate değer yetiye sahip­tir: ken­di­sine karşı olarak gözüken fikir­leri alarak, onları kap­i­tal­izmin ken­di gerçek prob­lem­ler­ine olan ilgiyi sap­tır­mak­ta kul­lan­ması. Örneğin derin ekolo­jinin inanan­ları ekolo­jik hastalık­ların kay­nağı olarak kap­i­tal­izme veya hiy­er­arşiye odak­lan­ma­zlar. Onlar teknolo­jiyi ve bel­li bazı din­leri suçlar­lar. Daha engin bir ruhani gelişmeyi, koz­mos [evren] ile uyum­lu hale gelmeyi, yaşamın ağının [ağsal örgüsünün] bir parçası olmayı ister­ler. Toplum­sal bir hareket inşa etmiy­or­lar –bir din sunuy­or­lar. Ekolo­jik bir dille süsle­nen bu ruhani süprün­tü nihayetinde statükoyu destek­ler. Kap­i­tal­izm karın­dan fer­a­gat etmedikçe her tür dini kucak­la­maya hazırdır.

Ben­im endişeler­i­mi destekleyen iyi bir örnek, devletçil­iğin maruz görülme­si pahası­na derin ekolo­jinin radikal ekolo­jiyi tahrif etme­sidir [çarpıt­ması]. Yakın zaman­da yapılan bir söyleşide, ken­di­ni bir çeşit Gand­hi­ci anarşist olarak niteleyen, derin ekolo­jinin kuru­cusu Arne Naess güçlü merkezi bir devleti destek­ler görüşler­le ortaya çık­tı. Güçlü merkezi bir devlet iste­mek­te­dir, çünkü o şuna inanıy­or; ekolo­jik sorun­ların çözümünü küçük yerel­lik­lere bırakır­san, büyük bir ekolo­jik hasara yol aça­cak­lardır. Evet, kap­i­tal­ist bir toplum­da bu kesin; ama güçlü merkezi hükümetler bunu her­han­gi bir toplum­da yapacak­lardır. Aynı söyleşide bana karşı “yerel­lik” –san­ki ben karşılık­lı bağım­lılık ve fed­erasy­on hakkın­da hiç yaz­mamışım­cası­na– [konusun­da] saldır­mak­ta. Ama Naess oldukça popülerdir, çünkü onun insan­lara sun­duğu ekolo­ji –tin­sel ekolo­ji– oldukça kişiseldir. Ve özel­lik­le büyük sayı­da­ki insanın psikoanal­iz­cilere, ve hep aşk ilişk­i­leri ve kişisel sorun­lar hakkın­da şeyler izlediği fil­im­lere git­tiği bir zaman­da, bunun anlaşıl­ması kolaydır.

DV: Derin ekolo­jinin çevre­sel krizin köken­leri hakkın­da­ki teşhis­lerinde neleri kab­ul edile­mez buluyorsunuz?

MB: Herşey­den önce, [derin ekolo­ji] toplum­sal mese­lelere değil, insan­ların davranışları­na hitap etmek­te. Bir çok derin ekolo­jist yal­nız­ca insanın davranışını değiştir­erek, insanın da araların­da yer aldığı tüm yaşam form­larının uyum­lu bir şek­ilde [bir ara­da] yaşaya­bile­ceği ekolo­jik, güzel, uyum­lu bir dünya yarata­bile­ceğimizi tasar­lıy­or gözük­mek­te. Ben bunu naif’liğin [ing. naïveté] vardığı en uç yer olarak düşünüy­o­rum. İlk olarak, toplum­sal çevrem­iz yeni fikir­lerin kab­ul edilebilir­liği­ni şekil­lendirmek­te fevkalade önem­lidir. Yüzyıl­lar­ca önce, –doğru ya da yan­lış– rahip Roger Bacon mod­ern bil­im­in ve mühendis­liğin pek çok fikrinin gerçek­leşe­ceği­ni tah­min etmişti. Ama o 13. yüzyıl­da, açıkça doğal olan fikir­lerinin kab­ul edilmediği, Kilise ve hiy­er­arşi tarafın­dan toplum­sal olarak şart­landırılmış bir dünya­da yaşıy­or­du. Ondan önce kim bilir kaç tane daha Roger Bacon yaşayıp, ölmüştü?

Bugün temelde anti-ekolo­jik olan bir toplum­sal çevre ile karşı karşıyayız. Bugünün toplum­sal çevre­si atom­istleşmeyi [toplum­sal hay­at­tan ken­di­ni soyut­la­ma] ve para-yap­mayı öne çıkar­mak­tadır. İns­anl­ar kendi­leri­ni, aileleri­ni, işleri­ni, gelir­leri­ni gözetmek­tel­er; ve bun­lar onların ilgi­lerinin büyük bir kıs­mını teşk­il etmek­te. Tanıdığım herkesin her şey­den önce dünyayı değiştirmek­le ilgilendiği 1930’lara ben­zemiy­or. O zaman­lar daima grup toplan­tıları, sokak toplan­tıları olur­du; her zaman bir eylemlilik, can­lılık ve yük­sek dere­cede bir kamusal ilgi olur­du. Radikal ve can­lı bir poli­tik kültürümüz vardı. Özel­lik­le faşizm tehlike­sine karşı bir savaş halindeydik.

Şim­di ise her­han­gi bir şeye karşı savaş­mak yıkıcı [ing. dis­rup­tive] olarak nite­lendiriliy­or: İns­anl­ar kızgın­lık­la konuş­tuk­ları zaman, onlara şöyle deniliy­or, “Sen gemiyi içer­den deliy­or­sun. Bir­bir­im­izi kucak­la­mamız gerek­li”. Bu kucak­la­macı [ing. hug­ging] bir kültür. Bu pasi­fliği besleyen bir kültür. Ve derin ekolo­ji bu ruh halin­den fay­dalan­mak­ta. Derin ekolo­ji refah ve yaşam şekil­leri arasın­da­ki fark­lılık­lara değil, tasavvur edilen mist­ik bir hay­at daire­si içinde kuşlar­la ve örüm­cek­ler­le olan akra­balığımıza vur­gu yap­mak­ta. “Tüm Var­lık­ların Kon­seyi” gibi bir şeyde insan­lar daire şek­linde otu­rur, ve birisi “Ben tavşan­ları tem­sil ediy­o­rum” der. Öbürü “Ben ağaçları tem­sil ediy­o­rum” der. Derin ekolo­jistler bu tip ritüellere taparlar. Aslın­da insan­lar kendi­lerinden baş­ka hiç bir şeyi tem­sil etme­zler. Bu tip aldat­malar tüm Amerika’­da yaygındır. Ve hep­imiz bir diğeri ile uyum içinde yaşa­malıyız! Git de bunu fark­lı renk­ten insan­lara ve baskı altın­da­ki kadın­lara söyle.

DV: Ama bu ritüelin yazarı Joan­na Macy pasif bir insan olarak gözük­müy­or. Yine bir çok derin ekolo­jist oldukça aktif esasında.

MB: Onun yakın zaman­da­ki faaliyet­leri­ni bilmiy­o­rum, ve tabii ki bazı derin ekolo­jistler çevre­sel konu­lar­da­ki protesto­lara katılıy­or­lar. Ama aynen Macy’nin yap­tığı gibi, derin ekolo­jist­lerin çoğu bir örgütlen­me ve hareket oluş­tur­mak­tan ziyade, poli­tik ve toplum­sal değişimin karşısın­da­ki tin­sel bir değişi­mi, saygı temel­li bir bil­inçlil­iğin veya doğal dünyaya karşı duyarlılığın geliştir­ilmesi­ni vur­gu­luy­or­lar. Ekolo­jik krizi üreten gerçek toplum­sal güçler­den ziyade, ruhani­lik­den [içe, özüne dönme/ulaşma, ing. inward­ness], Budizm­den ve örnek mod­eller­den [ing. arche­type] bahsediy­or­lar. İns­anoğlunu man­tık doğrul­tusun­da dünyayı yeniden yap­maya değil, içgüdü­leri­ni ve his­leri­ni takip etm­eye çağırıy­or­lar. Bu ise halk eylemlil­iğin­den ziyade kişisel duyarlılığa doğru bir yöneliştir; ve genel­lik­le de yaşam tarzın­da­ki değişik­lik­ler­den öte pek az bir şey ürete­bilir. Bu ise kolay­ca intibak etm­eye [düzene uyum sağla­maya] yol açar. Derin ekolo­jinin diğer görüş­leri –dirim­merkez­cil­iği– sadece gericidirler.

DV: Prens Charles’ın ken­di­ni derin ekolo­jist olarak adlandırdığını duy­dum. İlk defa ne zaman derin ekolo­jinin geri­ci niteliğinin farkı­na vardınız?

MB: En başın­da; dirim­merkez­ci­lik hakkın­da bir şeyler duy­duğum­da. 1980’lerin ortasın­da, Wis­con­sin’de bir kon­fer­ans­ta tartıştığımız derin ekolo­jist Bill Devall ile tanıştım; ve o bu konudan bah­set­ti. Mümkün olduğun­ca arkadaşça davran­maya çalıştım, ama bu fikri eleştirmem gerek­liy­di. 1986 yazın­da Mass­a­chu­setts, Amher­st’de [düzen­le­nen] Amerikan Yeşil­lerinin ilk ulusal toplan­tısın­da, derin ekolo­jinin genele açık eleştir­i­ler­ine başladım. Toplan­tıyı açış konuş­macısıy­dım, ve “Derin Ekolo­jiye Karşı Toplum­sal Ekolo­ji” adlı maka­leyi dağıt­tım. O zaman bu fikir­leri tartış­mak iste­meyen insan­lar­la uğraştığımın farkın­da değildim, ve biraz sert olduğum­dan bir çoğunu kışkırt­mış oldum. Ben­im ne dediğim­den ziyade söy­ley­iş ton­um­la ilgilendil­er. Bu büyük bir mese­ley­di –ses­imin tonu!. Ben David Fore­man’ın Ety­opy­alı çocuk­ları açlığa terk ederek, “doğanın ola­cağı­na var­ması­na müsade etmem­iz” gerek­tiği şek­lin­de­ki ifadesi­ni eleştiriy­or­dum; ama onun bu geri­ci fikir­leri, onları [din­leyi­ci­leri] ben­im onu eleştirme şek­lim kadar rahat­sız etmedi.

Bugün­lerde derin ekolo­jistler arasın­da nel­er olup bit­tiğin­den haber­im yok. Onların yayın­larını artık oku­muy­o­rum. Kısıtlı zamanımı onların dökü­man­larını oku­yarak israf ede­meye­cek kadar yaşlıyım. Onlar hakkın­da söyle­mem gereken­leri zat­en yazdım.

DV: Çevre­sel hareket içinde –teknolo­ji, belir­li fikir ser­i­leri, yaşam tarzı vb. şey­leri içeren geniş anlamıy­la– mod­ern toplum ve moder­nite üzer­ine belir­siz [iki yöne de prim veren] görüşlere sahip olan pekçok insan­la karşılaştım. Moder­nitenin pek çok olum­lu [şeyler] getirdiği­ni kab­ul ediy­or­lar –veya en azın­dan mod­ern önce­si bir topluma geri dön­meyi arzu­lamıy­or­lar–, ama bu olum­lu şeyler hakkın­da ortalık­ta açıkça konuş­mak istemiy­or­lar. Onların man­tığı­na göre şu anda aşırı mod­ern­leşmiş bulunuy­oruz, ve sarkaçı deng­eye getirmek için tamamı ile zıt olan­dan bah­set­mek gerek­mek­te: teknolo­jinin olum­suz etk­i­ler­ine maruz kaldığımız için, onun olum­lu yan­ları hakkın­da konuş­mayı en asgari düz­eye indire­lim. Bu utan­gaçlık hakkın­da ne düşünüy­or­sunuz? Bu iyi bir stratejimidir?

MB: Gelin bunun­la yüzleşe­lim; moder­nitenin olum­lu yan­larını tanı­mayı [bil­inçli bir şek­ilde] red­de­den –doğru olmadığını bildik­leri şey­leri amaçlı bir şek­ilde insan­lara söyleyen– bu insan­lar sami­mi değildir . Bunun vardığı strate­jik sahte­cil­iği onay­lamıy­o­rum. Eğer insan­ların senin­le bir­lik­te çalış­masını istiy­or­san, konuş­ma yolu ile onları yön­lendirerek ve onlara peri masal­ları anlatarak, onlara patron­luk taslaya­mazsın. Hikayenin sadece amacı­na hizmet eden kısım­larını değil, tümünü anlat­man gerekir. Onların zeki, yetkin insan­lar olduğunu [düşünerek] konuş­malısın. Aksi takdirde eğitim­sel çabalarımızın hiç bir amacı yok­tur. İns­anl­ara çocuk­muş gibi davra­narak, eleştirdiğimiz poli­tikacılara ben­z­er davran­mış oluruz.

Gerçek ise fark­lı bir toplum­sal sis­temde mod­ern teknolo­ji­leri kul­lan­mamız gerek­tiğidir. Bu konu­da insan­ları yan­lış yön­lendir­menin anlamı yok­tur. Zamanımız­da teknolo­jinin en aşırı zararı yarat­a­cak şekillerde kul­lanıla­bile­ceği aşikardır, ama aynı zaman­da en büyük fay­dayı sağlay­a­cak şekillerde de kul­lanıl­ması da mümkündür. Daha fazla orman, açık toprak ve vahşi hay­at yarat­sak dahi; bu orman­ların, açık toprak­ların ve vahşi hay­atın bozul­ma­masını [sağla­mak] için teknolo­jiye ihtiy­acımız ola­cak. Ekolo­jik restorasy­on ve koru­ma yük­sek bir teknolo­ji düzeyi gerektirecektir.

Gerçek sorun biz­zat teknolo­jinin ken­disi değildir –her ne kadar, nük­leer ener­ji gibi, yok olmasın­dan hoşlanacağım bazı teknolo­jil­er olsa da. Karşı karşıya olduğu­muz temel soru, han­gi stan­dart­lar­la ve han­gi amaçlar­la teknolo­jiyi kul­lanacağımızdır? [Teknolo­ji] bugün insan­ların yaşam­larını iyileştirmek için değil, temel olarak para kazan­mak için kul­lanıl­mak­tadır. Bugün­lerde bu ülkede hatalı oto­mo­bil tek­er­lek­leri hakkın­da büyük bir skan­dal yaşanıy­or. Büyük “sportif mak­satlı taşıtlar“da kul­lanılan Fire­stone tek­er­lek­lerinin çoğun­luğu yük­sek hız­da parçalanıy­or. Bu ülkede­ki herkes biliy­or­ki bu tek bir neden­den kay­naklan­mak­ta: daha fazla kar yap­mak için şir­ketler daha ucuz ve uygun olmayan mal­lar üretiy­or­lar. Hayır­se­ver oto­mo­bil imalatçıları peri masal­ları­na insan­lar inanmıyor.

Er ya da geç toplum asla yıpran­may­a­cak, ve bir kuşak­tan diğer­ine devredilebile­cek araçlar ve tek­er­lek­ler ürete­cek. Eğer bu teknolo­ji man­tık­sal amaçlar için kul­lanılır­sa, bu bir nimet ola­cak­tır. Bu neden­le soru­nun kay­nağı olarak tek başı­na teknolo­jiyi ayıramıy­o­rum. Han­gi teknolo­jinin, han­gi amaçla kul­lanıla­cağının man­tığını ayırd edebilirim.

Çok kafa karıştırıcı bir zaman­da yaşıy­oruz. Bazen insan­lar kar­maşık soru­lar için basit cevap­lar arar­lar. Eğer bir makine ya da bir parça kötü çalışıy­or­sa, para kazan­maya çalışan rek­a­betçi şir­ketler yer­ine teknolo­jiyi suçla­mak; veya insan­ların düşünceleri­ni belirleyen medya yer­ine insan­ların davranışlarını suçla­mak; ya da çözüm için eski ide­olo­jilere –Hris­tiyan fun­da­men­tal­iz­mi, İsl­am fun­da­men­tal­iz­mi, ortodoks Mark­sizm, ortodoks anarşizm ve hat­ta ortodoks kap­i­tal­izm– geri dön­mem­iz gerek­tiği­ni söyle­mek çok daha kolay.

İns­anl­arın hurafelere değil, man­tığa dayanan; kişisel özerk­liğe değil, özgür­lüğe dayanan; intibak sağla­maya değil, yaratıcılığa dayanan; kaos’a değil, uyu­ma [ing. coher­ence] dayanan; yöneti­cilere ve devlete değil, halk meclis­ler­ine ve kon­fed­er­al­izm temel­li bir özgür toplum görüşüne dayanan yeni fikir­lere ihtiy­acı var. Eğer insan­ların man­tık ve özgür­lük temel­li bir rasy­onel topluma doğru yönelme­sine rehber­lik etmek için çabal­ay­a­cak gerçek –yapısı olan bir hareket– bir hareket örgütle­mezsek, nihayetinde bir felake­tle karşılaşa­cağız. Ken­di “özerk” ego­muzun içine kapana­mayız; veya ilkel, aslın­da bil­in­meyen bir geçmişe geri çek­ile­mey­iz. Bu çıl­gın [deli] dünyayı değiştirmeliy­iz, yok­sa toplum –bugün­lerde hal­i­hazır­da zat­en olmaya başladığı üzere– rasy­onel olmayan bir bar­bar­lık doğrul­tusun­da dağılıp gidecektir.


* David Vanek : Dünya Dostları [ing. Friends of the Earth] /Çek Cumhuriyeti yayını olan Sedma Generace’nin (Yedinci Kuşak) editörlüğünü yapan David Vanek (1974 doğumlu), Çek Cumhuriyeti’nde Brno’daki Masaryk Üniversitesinde felsefe alanında yüksek lisans çalışmaları yapmaktadır. Bookchin ile bu görüşmeyi 2000 yılı yazında Vermont Burlington’da yaptı. Görüşme ilk olarakSedma Generace’de yayınlandı.
Türkçe çeviri: Anarşist Bakış
Kaynak: “Interview with Murray Bookchin”, Social Ecology, Cilt II, Sayı 1 (Mart 2001, Institute for Social Ecology)
Sadık Çelik on EmailSadık Çelik on Facebook
Sadık Çelik
REDACTION | Journaliste 
Pho­tographe activiste, lib­er­taire, habi­tant de la ZAD Nddl et d’ailleurs. Aktivist fotoğrafçı, lib­ert­er, Notre Dame de Lan­des otonom ZAD böl­gesinde yaşıy­or, ve diğer otonom bölge ve mekan­lar­da bulunuyor.