Yeni anayasa ve başkanlık referandumu tartışmalarıyla toplumsal kesimleri birbirine karşıt iki düşman blok halinde dizayn eden sistem, evet-hayır kampanyalarından çıkacak sonuçlar ne olursa olsun, kendi hükmünün devamına tehdit oluşturacak her türden olasılığa karşı kendini hazırlamakla meşgul şu an…
Farkında mısınız, muhalif kesimlerin Erdoğan karşıtlığı temelinde gelişen “Hayır” kampanyası, Şili’de diktatörlük koşullarına karşı başlatılan NO kampanyasını model alıyor. Yani, popülist, ve hem iç dinamikten yoksun hem de pek çok handikapı barındırıyor. Oysa “Hayır” kampanyasını salt Erdoğanın başkanlığına karşı bir kampanya olmaktan çıkarıp, sistemin yarattığı ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı, şiddet ve nefret yüklü projeye karşı bir kampanyaya dönüştürmek, çok daha hayati bir sonuca ayarlı olacak. Eğer bu başarılamazsa, iktidarı elinde tutanların tehdit, yasak, şantaj ve şiddet dolu programı en korkunç boyutlarda ceryan edecek, ve sokaklar, evler, işyerleri, okullar, kısacası toplumun her yeri, bu çıkarcı, hırslı, kinci kesimlerin vahşetlerine sahne olacak. Bu durumu HDP belki bir savunma manevrası ile daha çabuk atlatılabilir ama CHP ve diğer liberal demokrat sol kesimlerin bugünkü nesnelliklerine baktığımızda, bu koşulları hiç de kolay atlatabileceklermiş gibi görünmüyor.
Anayasa ve başkanlık için süren evet-hayır kampanyasına ilişkin daha pek çok şey söylemek mümkün ve hatta bu başlı başına başka bir yazı konusu.
Anayasa, başkanlık ve referandum serüvenleri diktatörlüklerle anılan Türkiye’lilerin bu ezeli referandum tartışması süredursun, ben aynı içerikte başka bir yazıyla devam etmek istiyorum.
Faşist askerî dikta döneminde, 1982 Anayasasının referanduma götürüldüğü koşullarda, bir grup örgütsüz devrimci genç İstanbul’daki bir ormanda, bir teksir makinasının başında bir araya gelirler…
Şehir ormanında basılan “hayır” bildirileri
(Bir referandum deneyimi)
Ben bildim bileli bu ülkede Anayasa tartışılır. 64 doğumluyum. Kimine göre Anayasa dardı, kimine göre bol. Bir terzilik meselesi yani. Üstelik olup bitenlere itiraz ettiği için tepesinde boza pişirilen bir kuşağın evladıyız.
Anayasa tartışması yapılıyorsa bundan etkilenecek bütün vatandaşların söz hakkı vardır. Ama benim (burada adlarını anamayacağım birçok yoldaşımın) daha çok söz hakkı var. 1981–82’den bahsediyorum.
Devrimciydik, ama örgütümüz yoktu, çeşitli nedenlerle. Faşizm öyle böyle değil, büyük bir hınçla saldırıyordu. İdamlar sürüyor, hapishaneler devrimcilerle dolu, işkence devlet politikası, devrimciler sokaklarda öldürülüyordu. 45 milyonluk ülkede tam 1 milyon insan gözaltına alınmıştı, yani her 45 kişiden biri! Ama devrimci olmanın da ‑her zamanki gibi- en değerli olduğu yıllardı… Cuntacılar Anayasa hazırlama görevini İstanbul Hukuk Fakültesi’nden Orhan Aldıkaçtı’ya verdi. Yavaş yavaş yeni Anayasa metni basında yer almaya başladı. Hatta bir ara Aldıkaçtı, Anayasa metnini kaybetti diye hatırlıyorum. Biz, yani birkaç genç, faşist Anayasaya “hayır” oyu vermeye karar verdik.
Çünkü daktilo sesi silah sesi kadar tehlikeliydi
Daha lise yeni bitmiş, ya da lise sondaydık çoğumuz. Anayasa kitapları aldık, birer hukuk fakültesi öğrencisi ya da Anayasa uzmanları gibi okuduk. Cunta koşullarında gazete köşelerinde yapılabilen tartışmaları izledik, halkı hayır oyu vermeye çağıran bir metin hazırladık.
Evde kimsenin olmadığı bir gün teybe koyduğum kasedin sesini sonuna kadar açıp daktiloyla mumlu kağıda geçtim o bildiriyi. Teybin sesini sonuna kadar açtım çünkü daktilo sesi silah sesi kadar tehlikeliydi ve komşularımız duymamalıydı.
Sanayi Mahallesi’nde buluştuk. Bir arkadaşımız sırtında un çuvalı içinde teksir makinesini getirdi. Şimdi adı Arena olan ne o stad, ne de önünden geçen otoyol vardı. Oralar hep dutluktu. Şaka, dutluk değil bildiğiniz orman. Sadece koca teksir makinesi yok yanımızda. Yüzlerce teksir kağıdı, teksir boyaları filan… Bir avlağa girdik. Neden evde değil de ormanda basıyoruz, çünkü hiçbirimizin birbirimizin evini bilmemesi gerekiyordu.
Teksir makinesinin kolunu çevirdikçe dökülmeye başladı “Devrimciler” imzalı bildiriler. Birimiz teksir makinesini çalıştırıyor, birimiz çıkan bildirileri topluyor, birimiz kendimizce güvenliğimizi alıyorduk. Çıkardığımız bildirileri apartmanların posta kutularına bıraktık o hafta. Birkaç gözükara genç yüzlerce bildiri dağıttık böyle. Ama referandumu göremedik. Film gibi bir operasyonla enselendik. 45 gün Gayrettepe’deki siyasi şubede akıl almaz işkencelerle sorgulandık.
“Elde yok direksiyon”
Şubeye bir grup İslamcı geldi. Onlar da Anayasa oylamasında “hayır” diyorlarmış meğer. Sloganları da şuydu: “Her hayırda bir şer vardır!” Bizim hücreye de grubun lideri düştü. İmdat mı adı, İlyas Hoca mı, tam hatırlamıyorum şimdi.
“Hoca sana da işkence yaptılar, siz de karşısınız faşist iktidara, biz de. Birlikte mücadele edelim” dedim safça. Daha 18 yaşındayım.
Hoca fetbazlığıyla aldığım cevap şuydu: “Siz varsınız 50 fraksiyon, biz varız 30 fraksiyon, etti 80 fraksiyon, elde yok direksiyon! Bize Humeyni gibi bir direksiyon lazım!”
Aradan yıllar geçtikten sonra onlar direksiyon buldu. Ama otomobilleri sürücü eğitiminde kullanılanlar gibi. Çift debriyaj, fren ve gaz. Paraleller yani!..
Galiba 45 gün sonra Selimiye’ye gittiğimizde öğrendik, 12 Eylül anayasasının yüzde 90’ın üzerinde bir oyla kabul edildiğini.
JR sağolsun.
Ama hiç kendimizi yenilmiş hissetmedik. Ve biliyorduk ki çok kaza yaptık, yanlışlarımızla doğrularımızla direksiyonda olan bizdik.
Sadece o Anayasa oylamasında değil. Mesela Dallas diye bir dizi oynardı tek televizyon kanalı olan TRT’de. JR’ın entrikalarına bütün şehir kilitlendiğinde, (askerler ve polisler de dahil) duvarlara “Dün Şah, bugün Somoza, yarın Evren…” diye yazabiliyorduk. Ya da “Kendi halkına süngü takan ordu, kahraman değil, faşist işgal ordusudur” diyebilecek kadar cüretkar pankartlar asabiliyorduk görünür yerlere. Hem de her şeyi göze alarak.
Bunları şunun için anlattım: O koşullarda şimdi evler, otoyol ve stad olan ormanda söyleyebildiysek niyetimizi, yine söyleriz. Ve sonuç ne olursa olsun asla yenilmeyiz. O orman bir daha asla olmayacak olsa da…
Faruk Eren
sendika.org’da yayınlanan yazısı
Daha bitmedi Faruk…
Ben bir iki kelam daha edeceğim. 1982 Anayasasına hayır demek için Seyrantepe dutluk ormanında bir teksir makinasının başında toplandığınız ve sonra da yakalanıp Metris’e benim kaldığım koğuşa getirildiğiniz o zor yıllardan sonra, senin kalemin sayesinde üçümüz yine söz söze, bir araya geldik. Bu tarihsel bilgi notunu da buraya eklemiş oldum böylece. Ve son sözü her zaman olduğu gibi Hikmet’e bırakalım :
sabaha yetiştirmem gerek
ben de bağıra bağıra acı türküler söylemek istiyorum
ama sabaha yetiştirmem gerekbunları hiç düşünmeden
sanki hiç acelem yokmuş gibi
başka bir memleketten yazıyormuş kadar rahato iki paragrafı saman kağıtta bırakıyorum
atmıyorum
bir ara bu konuyu da sormamız lazım adamlara
ama önce perdeyi tamamen örtmem lazım
en iyisi banyoda yazmakbir cip geçti hızla
türbenin orda durdu, geri vitese taktı
durdu,
kıpırdamıyorum
motor rölantideoğlum var ya bu günler bir geçsin
bir geçsin var yaHikmet Şırlak