Genç bir arkadaş Facebook’taki mesaj kutuma şu mesajı atmış :
“Merhaba Sadık abi ben şu an Sosyoloji 1. sınıf öğrencisiyim. Ülkenin durumu ve kişisel sorunlarım sebebiyle büyük bir çıkmazdayım. Haftalardır kitap okuyamaz, hayal kuramaz, müzik yapamaz oldum. Gelecek adına bütün umudumu kaybettim. Bu en kötüsü… Yaşam tarzını kendime yakın bulduğum için sana yazdım. Akıl sağlığımı nasıl koruyabilirim? Onlara benzemeden nasıl hayatta kalınabilir?”
Bu kısacık mesajın ardında büyük bir umut kırılması yaşayan genç arkadaşımın yakarışından çok etkilendim ve oturup ona bu uzun dayanışma metnini yazdım. Neden böyle yaptığıma gelince : çünkü biliyordum ki, bu umut kırılmasını yaşayan yalnızca bu genç arkadaşım değildi. Bu toplumsal bir kırılma ve yüzlerce binlerce insanın ruh halini yansıtıyor. Çünkü, ömrü büyük umutların peşinde yıllanmış biri olarak hala yaşamıma eşlik eden bu iflah olmaz müzmin heyecana, umuda dair yazacak naçizane bir iki kelamım olduğunu düşünüyorum. Çünkü, umutsuzluk ve keder insanlığa biçilmiş bir kader değildir.
Merhaba Kardeşlik!
Mesajını burkularak okuduğumu belirtmeliyim öncelikle. Senin için ne derece rahatlatıcı bir etki yaratır bilmem ama, “yaşam tarzımızın yakınlığı“na sığınarak bir iki kelam edebilirim elbette. Yoksa kişisel olarak kimseye yol göstermek, öğretmek gibi bir hadsızlığı kendime bir hak olarak görmüyorum. Ancak karşılık dayanışmaya inanan bir birey olarak yaşadıklarına cevaben bir iki şey söyleyebilirim. Her neyse, uzatmayayım… Söz konusu sorunun ciddiyetinin ve vahametinin farkındayım ben de senin gibi. Ama yazık ki (seni kastederek söylüyorum) sosyolojik alanda şimdilik beklentilerimize cevap olacak yeni bir toplumsal refleks göremiyoruz. Bu çok umut kırıcı gerçeklik karşısında çaresiz kalmak kadar daha vahim, daha trajik bir sonuç olamaz gerçekten de. Ancak bu, pek çok kişisel ve toplumsal paradoksu içinde barındıran durumu tersine çevirecek hiç bir sinerjinin olmadığını söyleyecek kadar da umutsuz değilim.
Evet, senin yaşadığın sosyo-psikolojik kırılma yalnızca sana ait özel bir durum değil sevgili kardeşlik. Buna dair ne tür akademik teorik yaklaşımlar olduğunu sosyoloji okuyan bir birey olarak sen benden daha iyi bilirsin diye düşünüyorum. Yaşanan bu toplumsal kırılmanın tedavisine yönelik bir reçete de yok üstelik. Aslına bakarsan bu kırılmayı durduracak bir reçete olması da gerekmiyor. Ki ben kişisel olarak bu, yerleşik toplumsal algıya göre refleks gösteren bütün o bildik “reçeteci” klasik sol ezberlerin yüz yıldır bu coğrafyada nasıl bir vehamete dönüştüğünü/dönüştürüldüğünü (bu gelenekten gelen biri olarak söylüyorum) içinde yaşadığımız karmaşık sosyo-politik psikolojinin temel kaynağı olarak görüyorum. Asıl tedavi edilmesi gereken de bu, doğmacı sol reçetecilerin yarattığı bulaşıcı toplumsal hastalıklar. Peki, kim tedavi edecek bu hastalıkları?…
Felsefi bir yaklaşımla, cevaplamam gerekirse, hiç bir çelişki tek başına, sonsuz ve mutlak değildir. Her çelişki beraberinde pek çok başka çelişkiyi de taşır ve birbirleriyle sürekli mücadele halindedirler. Bunu yadsımak, görmezden gelmek, mevcut hastalıkların tedavisini de yadsımak anlamına gelir ki, gelenekçi solun durumu tastamam bunu yansıtmaktadır. Ancak burada asıl sorun ve öncelikli tehdit, hangi iktidarcı dilden konuşursa konuşsun yaşadığımız bu toplumsal sonuçların, edilgenliklerin üzerinde at koşturan devlettir. O halde devlet ve iktidar odaklı her türden ayak bağlarımızdan kurtulmak gerekir. Bu kopuş süreci (hangi yaşam tarzı ile hangi yöntemle hangi alternatif, özgürlükçü yaklaşımla olursa olsun) aynı zamanda mutlakçı “doğmacı sol miras“ın hastalıklı ezberlerini de bozmak anlamına gelecektir. İşte içinde yaşadığımız hastalıklı toplumun evrimsel tedavisine de böyle ulaşılacaktır.
Bugün büyük yetmezliklerimizle yaşadığımız çelişkiler, paradokslar geçicidir. Bugün için kısa vadede umutsuz gibi görünsede yakın tarihte yaşadığımız o büyük toplumsal özgürlükçü kalkışmanın iç dinamikleri hala düşlerimizi beslemeye devam ediyor. Bu bizler için çok şey ifade eden moral değer belki de sığınabileceğimiz en biricik umut ışıltısı olarak bize eşlik etmeye devam edecek. Nerde ne zaman kimlerle nasıl tezahür edeceğini şimdiden kestirmek de hiç bir kahinin not defterinde yazmıyor…
Kesinliği hiç bir öngörüye yer bırakmayan tek şey-imiz‑, verili olanın dışında, bizi başka bir dünyaya taşıyacak yeni bir sinerjiye ihtiyacımız olduğu. Ne zaman ve hangi tarz olacağını, bireylerin yaşadığı tarihsel koşullarla olan ilişkisi, yani kendi iç dünyalarından dış dünyaya taşan moral değerleri, deneyimleri belirleyecektir.
Yeryüzünün en eski haydutlar sistemi olarak hayatlarımızın doğal dünyayla olan ilişkisini koparan, bizleri doğal dünyaya yabancılaştıran vahşet kapitalizmi, yüzyıllardır sonsuz bir aç gözlülükle ve gözü dönmüşlükle hırpaladığı ekosistemle belkide son rövanşını yaşıyor artık. Gelinen bu son yeryüzü aşamasında haydut Kapitalizmin kendi ekseninde yarattığı bütün o biyolojik, psikolojik, sosyo-kültürel toplumsal tahrifatlardan başka insanlığa verebileceği hiçbir gelecek projesi yok. O artık kendi sonunun da mimarı. Bugüne kalan son bir atımlık ömrünü ise yine insanlığın ve yeryüzünün bütün varlıklarının üzerine basarak sürdürmeye çalışıyor. Ama artık yeryüzünün sürdürülebilir doğal yaşam alanlarının aslı dostları olan yerel halklar, 21.yüzyılın bu son yeryüzü rövanşında haydut diktatörlüklere, saltanat budalalarına bir daha yaşama yansı tanımayacaklardır. Artık nihayet bu zorlu tarihsel toplumsal yer yüzü aralığına girmiş bulunuyoruz.
Bu nedenledir ki Kapitalizm, sürdürülemez egemenliğinin bir sonucu olarak dünyanın pek çok yerinde yeryüzü dostlarının ekoloji eksenli kalkışmalarıyla karşı karşıya. Nitekim bende bu tarihsel süreçte kendi tercih ettiğim bir alanda, alternatif başka bir dünyanın içinde bu eko-toplumsal kalkışmanın bir ferdi olarak yer almaktayım.
Sonuca gelirsem, yaşadığın bu zorlu süreç bu toplumun dinamiğini oluşturan bütün özgürlükçü birey ve grupların kendi özgün koşullarıyla, kendi duygu ve düşünceleri ile birlikte ele alınması gereken bir konu. Benim sana naçizane önerim bu kasvetli, rahatsız edici koşullara takılıp tıkılıp kalmaktansa, kendince yaşayabileceğin o en gerçekçi en içinden geleni tercih etmendir. Unutma ki, akıl sağlığımız bizi taşıyan ayaklarımızdan çok daha önceliklidir. Ama bunun için de önce ayaklarıyla düşünen insanlar olmaktan kurtulmamız gerekir. Ki kendi özgür yaşam alanlarımızı otonom yaşam tarzlarımızı kurabilelim. Sözlerini ve notalarını senin yazdığın yeni bir şarkı bestelediğini düşün mesela.
Dostluk ve dayanışma ile…