Güney Fransa’nın Gabi­an vadisin­de­ki Pois­son Fa Kültür evine giderken yol­un başın­da­ki ken­di yap­tığı eko.dağ evin­de yaşayan anarşist müzisyen dos­tum Ray Everit­t’le (namı diğer, Père Noel’le ) Ömer Hayyam’ı da yanımıza alıp şarap tadın­da bir soh­bete oturduk.

Ray Everit­t’le ilk olarak geçen yıl Pezenas’­ta­ki Baby Lapointe müzesinde gerçek­leşen kon­ser­lerde tanışmıştık. Bu beyaz uzun şakallı, bas bari­ton ses­li dev adam, tiy­a­tral bir tarz­da, gitarı eşliğinde seslendirdiği “folk caz blues ” şarkılarıy­la herkesin olağanüstü beğenisi­ni kazanmıştı.

Londra’lı bir işçi ailesinin oğluy­muş Ray. Londra’nın batısın­da yaşıy­or­muş. 14 yaşın­dan itibaren müzik aşkıy­la yanıp tutuşup ve jazz gru­pların­da şarkı söyle­m­eye başlamış. Hay­atı boyun­ca, içinde, film­lerde dublör­lük, rug­by oyun­cu­luğu, at bini­cil­iği de olan birçok işe gir­iştiği halde müzik, yaşamını üzer­ine ördüğü bir ana tema olarak ona daima eşlik etmiş.

[vsw id=“mffbY9XVqbM” source=“youtube” width=“640” height=“344” autoplay=“no”]

Ondört yaşın­day­dım, evden ayrılmıştım bile ben.
Deniz kenarın­dayken, yüzen insan­ların giysi­leri­ni yürütüy­or­dum, tek­nenin adamıy­la beraber. Deniz­den çık­tık­ların­da genç kızları çıplak görmek için ! Onlar yüzüy­or­du bütün elbisel­er bendeydi…

16 yaşın­dayken, polisler­le dövüşünce 2 yıl içerde yat­mış. Hapiste rug­by oyna­mayı öğren­miş. Oldukça da iyi oynuy­or­muş ve ken­di­ni Twiken­ham kulübünde oyun­cu bul­muş. Neredeyse mil­li takı­ma alı­nacak­mış, rug­by sporunu bırakıp yol­u­na devam etmiş. 50–60’li yıl­lar­da, yakışık­lı Ray’ın kızlar­la arası da iyiymiş. Putch-Up prodük­siy­on’­da çalışan bir genç kadın­la tanışmış. Bu rast­lantı da onu tehlike­li sah­nel­erde dublör­lük yap­maya götür­müş. Roger Moore’lu « The Saint » fiminde bir pencere­den düşen adam görürs­eniz, işte o Ray.

Tüm bu mac­er­alar bir yana, Gabi­an vadisinde herkes Ray’ı tanıy­or­sa, bunun nedeni müzik. Ray, Fransa’ya gelişin­den kısa bir süre son­ra Boby Lapointe’in kızı Ticha ile evlenmiş.

[vsw id=“fSHdKLXr778” source=“youtube” width=“640” height=“344” autoplay=“no”]

40 sene önce beraber olun­ca (eşi Ticha ile) Pézenas’da yaşa­maya geldik. Önce Masrolo’da otur­duk, buraya nazaran biraz daha kuzeyde, keçi­lerin olduğu yer… Son­ra burada­ki araziyi aldık. Ben “Le Pois­son Fa”’yı inşa ettim. Ben inşa ettim onu. Fran­sız şarkıları, şiir, tiy­a­tro için bir kabare yap­tık. Onbeş, yir­mi yıl devam etti. Son­ra ben bu eve geldim, o (Ticha) aşağı­da, Pois­son Fa’da otu­ruy­or. Bu bölgede yaşa­mamın nedeni de o zat­en. Buralı çünkü.

2002’de, 60 yaşın­dayken uzun süredir hay­ali­ni kur­duğu bir pro­jeyi gerçek­leştir­miş. Atı ve gitarıy­la, 1000 kilo­me­tre­lik bir yol­cu­luk, taaa Bern’e kadar.

sadik celik ray everitt_04

Geçen yıl, Eel Pie Island’la ilgili bir röpor­ta­j­da Ray’ın anıların­dan fay­dalanılmış. Tamise nehrinin ortasın­da­ki bu küçük adacık, 50–60’li yıl­lar­da ingiliz blues-rock müz­iğinin vaz geçilmez toprak­ları­na dönüştüğünde, Ray çok­tan ora­daymış. Yolu devler­le kesişmiş: Mick Jag­ger, Cyril Davies, Alex­is Cor­ner David Bowie, Char­ly Wat­son ve daha kim­ler kimler…

sadik celik ray everitt_09

72 yaşın­da­ki bu koca adamın evindeyim.

1973 yılın­dan beri Gabi­an vadisin­de­ki bu, yıl­lan­mış anılar ve hatıralar evi ile Ticha’nın evi Le Pois­son Fa arasın­da folk caz blues şarkılarıy­la geçen 40 kusur yıl, onun kuşağının “ünlüler“inin yaşadığı sahne hay­at­ları­na kıyasla oldukça müte­vazi sayılır. Ken­di dey­işiyle, “Ben ünlü olmayı hiç istemed­im. Bir anarşist olarak bu beni ilgilendirmiy­or. Çünkü bu yaşam­da mega­lo­man bir arka plan var.”

Kendine has bir vadide kendine has yaşamıy­la ken­di deminde yıl­lan­mak­ta olan bu bas bari­ton dev adamla söyleşimiz zaman zaman neşeli, esprili, zaman zamansa buruk, tutuk an-ı-lara takılıy­or… Ray, ara­da yanıbaşın­da­ki bil­gisa­yarı­na uzanıp, müzik­le geçen yıl­larının siyah-beyaz hatıraları­na dalıy­or ve söyleşinin o anda­ki gerçek­liğin­den uza­k­laşıy­or, ade­ta kop­uy­or. Ne zaman ki den­klanşör sesi­ni duyup buğu­lu göz­leriyle bana dönüy­or, işte ancak o zaman gerçek­liğin o buruk ürper­tisi­ni hissediy­or. Son­ra tekrar kop­tuğu, kaldığı yer­den anlat­maya devam ediyor.

[vsw id=“hoQOSqeR2u0” source=“youtube” width=“640” height=“344” autoplay=“no”]

O zaman­lar ünlüler­den bahsediy­or­lardı. Mick Jagger’dan falan. Bun­lar Güney Afrika’li. Bi tanesinin adı « Princesse », senel­er son­ra İtalya’da karşılaştım onun­la. (ses­si­z­lik… saatin sesi tık tık tık tık)…
Bak Mick Jag­ger gençken. Cyril Davies! Bateristi’nin adı Car­lo Little’dı, evi ben­imkine üç adımdı. Arkadaştık. Çok çok yakın arkadaş değildik, çünkü o çal­maya başlamıştı, sanıy­o­rum ben­den üç, dört yaş büyük­tü. Cyril Davies’in bater­isti oldu. Ve Rolling Stones’un bater­isti yok­tu. Char­lie Bross daha onlala değil­di. Daha onlar da Rolling Stones değil­di zat­en, Mick Jag­ger ve Bri­an Jones vardı. Car­lo Little’ı bater­ist olarak aldılar.

[vsw id=“rHehUPZekFw” source=“youtube” width=“640” height=“344” autoplay=“no”]

Açık fikir­li olmak gerek. Tabii ki kendin için fay­dalı ola­cak şeylere yönelmeli ama, çevren­de­ki insan­ları de yok say­ma­mak gerek. Ben­im gibi düşü­nen insan­lar, tabii ki arkadaşım. Arkadaş olunuy­or. Ama bu her zaman geçer­li değil.

Ben inançlı bir insan değil­im. Sonuna kadar Ateis­tim. Çok zeki insan­lar, inançlıysa, bir şeyler eksik, bir tah­ta eksik demek­tir. Yani bence. Bunu İrlanda’da olan­lar­da iyi gözlemleye­biliy­oruz. Fazla zaman geçme­di üstünde, hala da tam bitme­di. Kato­lik­ti prote­s­tandı… Fransa’da öyle bütün din­ler çatışıyor. Müs­lü­man­ların Ömer Hayyam oku­muy­or olması üzücü. Der ki… Eee, sadece ingilizcesi­ni biliy­o­rum. “And do you think that unto such as you. 
A mag­got-mind­ed, starved, fanat­ic crew
. God gave a secret, and denied it me?
 Well, well, what mat­ters it? Believe that, too!”
Çevirm­eye çalışayım ben. “İnanıyor musunuz ki Tan­rı, size, hiç bir şey bilmeyen insan­lara bir sır ver­di, ve bana ver­me­di? Önem­li değil, buna da inanın!” Çok bilge bir kişiy­di çok. Ve şarabı çok sever­di. Gerçek­ten çok sever­di. Şarap üzer­ine muhteşem dörtlük­leri var. Ömer Hayyam… Keşfet­mek­te fay­da var. İyi tanın­mıy­or maalesef.

Ben Fransa’da bir sürü insan­la karşılaştım, Brassens, Brel, Fer­ré, Fer­rat, Bob­by Lapointe… Ama ingili­zler tanımıy­or bütün bun­ları. Fran­sı­zlar da ora­da nel­er var, onları bilmiy­or­lar. Tır­nak işareti içinde söylüy­o­rum, « meşhur »lar dışın­da tabii ki. Bu şan şöhret hikayesi beni gıcık ediy­or. Bir takım, sidiklil­er, Lady Gaga, Madon­na bilmem ne… Peki yetenek nerde? Eğlence (fun) olmasın demiy­o­rum ben, ama fazla var. Genç­leri sanatını çalış­maya ite­cek cid­diyet yok, yeter­li dere­cede. Brassens şiiri üzer­ine çalıştı. Böyle tepe­den inme birşey değil ki. Çalış­mak gerek. Neden bunu yap­tığını bil­erek yap­mak gerek. Mesleği tanı­mak gerek.

Ben kiremitçi mesleği­mi biliy­o­rum. Çok çok iyi biliy­o­rum. Uzun süredir uygu­la­madım ama teknikleri çalıştım, biliy­o­rum. (teknik isim­leri­ni sayıyor)

Ama müzik­te, bazıları gerçek­ten nasıl yapıla­cağını bilmiy­or. Char­lie Park­er gibi bir adam örneğin, her ton­da çalıy­or­du. “Niye?” soru­lun­ca « Çünkü var­lar!» diye cevap veriy­or. İşte böyle birşey… Çünkü varla…
Bugün bil­gisa­yar ve bir ton araç var, böylece çalış­maya gerek duyul­muy­or. Bir yerde üzücü… Konuş­mak gibi birşey. Mesela bir konuş­ma şöyle ola­bilir « Mer­ha­ba, Bayan bilmemkimin toru­nunu gördün mü ? Üç gün önce bir oğlu olmuş…» Son derece nor­mal bir konuş­ma. Ama konuş­ma sadece ve sadece bun­dan ibaret olur­sa, ben sıkıcı buluy­o­rum. Sadece Jean Paul Sartre’dan bahsedilirse, her gün, her gün, bu da sıkıcı. Herşeyin den­geli nok­tasını bul­mak gerek.

sadik celik ray everitt_00

sadik celik ray everitt_03Ray, söyleşimizin son­ları­na doğru ayağa kalkıp ade­ta ken­di müze­si haline getirdiği evin­de­ki hatıraları­na dokun­mak için beni yan tarafta­ki kütüphane­sine dav­et ediy­or. Bura­da önce ken­di yap­tığı Kont­bas enstrü­manıy­la küçük bir sunum yapıy­or. Ardın­dan da kütüphanesin­de­ki ken­di müzik kuşağının sem­bol isim­leriyle olan sahne hatıralarının yer aldığı kita­pları gös­teriy­or. Son­rasın­da ise gitarını alıp  o gür sesiyle şarkıları­na başlıyor.

Asi bir müzik­le yıl­lanan ömrünü müthiş bir yaşam ener­jisi ile sürdüren Ray Everit­t’le söyleşimiz bahçe bostanı­na yeni ektiği sebzeler­ine su verirken sona eriy­or. Ben ken­disiyle vedalaşıp ayrılırken o, bahçesinde yeşeren, uçuşan ötüşen her­bir var­lığa şarkı söylüyordu…

 

 

Sadık Çelik on EmailSadık Çelik on Facebook
Sadık Çelik
REDACTION | Journaliste 
Pho­tographe activiste, lib­er­taire, habi­tant de la ZAD Nddl et d’ailleurs. Aktivist fotoğrafçı, lib­ert­er, Notre Dame de Lan­des otonom ZAD böl­gesinde yaşıy­or, ve diğer otonom bölge ve mekan­lar­da bulunuyor.